Nisbi olarak küçük, sosyal, kültürel ve dinsel olarak birbirinden oldukça farklı, doğal kaynak bakımından da son derece zayıf olan Avrupalıların 1492’de Amerika kıtasını keşfetmeleri, sadece kendileri bakımından değil bütün insanlık için yeni bir dönemin habercisi olmuştur. Zira skolastik düşüncenin aşılamadığı, derebeyliklerin etkinliğinin kırılamadığı, üstelik kendi aralarında etnik dinsel ve mezhepsel nedenlerle sürekli savaşan Avrupa için bu ‘yeni dünya’ yeni bir nefes olmuştur. Buradaki kıymetli madenlerin Avrupa’ya transferi, süreç içerisinde Avrupa’da sosyal ve siyasi hareketlenmelere yol açmıştır. Kabuğunu kıran Avrupalılar önce kiliseyi, sonra da derebeylikleri sorgulamaya başlamışlardır. 1700’lü yıllar dünya, ama daha çok batı açısından; bir taraftan ekonomik, bir taraftan teknik (buluşlar), bir taraftan da sosyal alanlarda (rönesans ve reform-aydınlanma çağı) değişimin sosyal hayata yansıdığı dönem olmuştur. Uzun mücadelelerden sonra ilerlemenin önündeki monarşik ve oligarşik yönetimlere ya son verilmiş ya da sembolikleştirilmişlerdir.
Bu dönüşümde etkili olan şeylerden birisi yukarıda ifadesini bulan ekonomik değişim, yani nisbi zenginleşmedir. Merkantilist düşüncenin egemen olduğu bu dönem zenginliğin kaynağı olarak kıymetli madeni gördüğünden, özellikle Amerika kıtasından taşınan altın başta olmak üzere kıymetli madenlerin sosyal hayatta meydana getirdiği değişimler, beraberinde siyasi otoritelerin sorgulanmasını da getirmiştir. Geçmişte de medeniyet kodları bakımından insanlığın gelişimine katkıda bulunan Batı, dönem içerisinde bugün hala etkili olan ve dünyada genel olarak kabul gören sosyal ve siyasi düzenin temellerini atmıştır.
Şüphesiz medeniyet sadece gelir düzeyindeki yükseklikle ifade edilemez. Ancak medeniyet perspektifi bir açıdan belli bir gelir düzeyini aşmayı da gerektirmektedir. Zira ihtiyaçlarını insani şartlarda karşılayamayan kimsenin medeniyet perspektifi de olamaz. Birleşmiş Milletler verilerine göre dünyada 800 milyonu aşkın insan açlıkla mücadele ediyor. Günlük iki doların altında çalışanların sayısı ise 1.5 milyar… Uluslararası araştırmalar ise, kişilerin toplumsal sorunlara kendi iradeleriyle tepki verebilmesi için alt gelir limitinin yıllık 10.000 dolar olması gerektiği yönünde…
Bu anlamda başta akademisyenler olmak üzere fikir üretebilmek temel ihtiyaçları karşılayabilecek gelir düzeyine sahip olmayı gerektirmektedir. Zira geçim sıkıntısı içerisindeki bir akademisyenin işini yeterince etkin yapması da beklenemez. Elbette tek başına yüksek gelir düşünmesine yardımcı olmaz. Belki daha önemlisi düşünce üretme ve paylaşmasının önündeki engellerin kaldırılması gerekir. Nitekim düşüncenin önüne açık ya da zımni olarak konan tehditler sadece stotükoyu besler. Ali Şeriati der ki; “sadece devletin konuşma hakkına sahip olduğu bir memlekette hiçbir söze inanmayın.”
Batı medeniyeti her şeyin insan merkezli olduğu tezinden hareket eder. Bu yüzden bütün kanun, nizam ve kurumlarını bu önemli esası dikkate alarak oluşturmuştur. Ancak bunu ahlaki esaslar yerine ‘çıkar’ odaklı oluşturması beraberinde kendi medeniyeti dışındakilere karşı duyarsız olması sonucunu getirmiştir. Daha açıkçası; çıkarların zarar görme ihtimali doğduğunda Batı bu ilkeleri pek kolay bir şekilde askıya alabilmekte ya da göz ardı edebilmektedir. Avrupa Birliği’nin Suriyeli mültecilerle ilgili takındığı duyarsız tavır ve politikası böyledir mesela… Böyle bir politika uzun vadede küresel barış için de çok ciddi bir tehdittir.
İslam medeniyeti buradakinden farklı olarak ve de elbette bir dine dayalı olması hasebiyle, insanı sadece maddi ihtiyaçlardan ibaret görmez. İslam medeniyetinin bireysel ihtiyaçlar yanında sosyal ihtiyaçlar bakımından da geliştirdiği müesseseler vardır. Bugün yaşanan kişisel, sosyal, ekonomik, hatta askeri sorunların temel nedeninin; bireysel çıkar merkezli ve metafizikten uzak yaşam öneren sekülerizm, insanı sadece fiziksel ihtiyaçlarla sınırlandıran materyalizm ve güçlünün ayakta kalacağı varsayımından hareket eden sosyal darvinizm olduğu batıda da kabul görmeye başlamıştır. İslam medeniyetindeki ‘sadaka taşlarının’ batı toplumunda bir karşılığı yoktur mesela...
Malumunuz olduğu üzere, kapitalist ekonomide kaynakların ‘kıt’ olduğu varsayımından hareket edilir. Kaynakların kıt olduğu tartışmalı bir konudur ama insanlığın bu kaynakları hor ve dengesiz kullandığı da bir o kadar tartışmasızdır. Uluslararası paylaşımın ne kadar adaletsiz olduğu genel olarak bilinir ama bu paylaşımın milli düzeyde, özellikle de gelişmiş ülkelerde sorunsuz bir şekilde işlediği düşünülür. Oysa bu ülkelerde sermaye kesimi ile çalışan kesim arasında uçurum denecek kadar gelir farklılıkları vardır. Avrupa’da sosyal devletin nisbi olarak dengelediği bu durum, özellikle de Amerika’da fevkalade belirgin bir toplumsal sorundur.
Aslında ilahi kökenli bütün dinler bu konu ile de ilgili olan değerler sistemi va’z etmiştir. Ancak yine bilinen bir gerçek olarak Batıda 16. yüz yılda başlayan 18. yüzyıl Fransız devrimi ile tamamlanan sekülerleşme din kaynaklı uygulamaları toplum hayatından çıkarmayı başarmıştır. Bizde ise benzer bir süreç 19. yüzyılda başlamış, 20. yüzyılda ise hayata geçirilmiştir. Önemli bir fark şu ki; batıda toplumsal tabanlı olan bu talepler, müslüman beldelerde dış odaklı ve dayatma şeklinde tezahür etmiştir.
Günümüzde (laisizmle birlikte) oluşturulan algının tersine din (en azından islam) sadece vicdani ve bireysel sorumlulukla ilgili değil, toplumsal ve siyasi otorite bağlamında da hükümler ihtiva eder. İslam’ın üç temel ayağından birisi olan muamelat (diğer ikisi itikad ve ibadettir) toplumsal sorumluluk ahlakına sahip olmayı ve (mesela zekâtın toplanıp dağıtılması ve bir takım cezai müeyyidelerin uygulanması bakımından) siyasi otoriteyi de bağlayan hükümler içerir. Birkaç yüzyıl önce batıda alan hâkimiyeti kazanan seküler düşünce toplumsal değer oluşturan bu kurumları kitlelerin gözünde itibarsızlaştırmıştır.
"Tarihin bize öğrettiği bir şey var; ister en mükemmel yönetim sistemini ister ekonomik kalkınmayı gerçekleştirmiş olsun, bir medeniyetin sevgi ve nefs terbiyesi dumura uğramış, manevi enerjisi tükenmişse o medeniyeti ne Birleşmiş Milletler tüzüğü, ne Helsinki Beyannamesi ne AİHM mevzuatı ne de en üstün silahlar kurtarabilir..." diyor Alev Alatlı... Oysa bunlar bizim medeniyet perspektifimizin kodları... Batı medeniyeti bir taraftan sekülerleşirken, bir taraftan da kültürel köklerini, kaynağa dönüş fikriyle Roma-Yunan kültür ve medeniyetine dayandırmaya çalışmıştır. İslam toplumunda da kültürel kodların yeniden ihyası için devletler düzeyinde çalışma başlatmalıdır. IRCICA gibi kimi kurumların varlığı önemsiz olmamakla birlikte, henüz amaç birliği bile sağlanabilmiş değildir.
Değişim ve dönüşüm sürecinde referans kaynakları doğru anlayamamış ve yorumlayamamış olan İslam dünyası bugün bu esaret zincirini kırmaya odaklanmışken medeniyet ortaya koyamamış olması, -ki iktisat teorisi geliştirememiş olması da bununla ilgilidir- geniş kalabalıkların hakikati başka yerlerde aramasına yol açmıştır. Bu yüzden de İslam toplumu, medeniyet merkezinin batı, ekonominin de kapitalizm olduğu gibi bir yanılgı içerisindedir.
Medeniyet kodları örselenmiş olan İslam toplumu, zihni bulandırılan ve sahip olduğu medeniyetle ilişkisi pamuk ipliğine bağlı olan geniş halk kitleleri henüz konunun felsefesini bile anlamaktan acizdir. Ama elbette, mesela çeyrek yüzyıl öncesinden daha iyidir. Bu yaşanan bir fetrettir ve daha önce de (Moğol ve Haçlı istilaları senasında) yaşanmıştır. Fransa Hitler tarafından işgal edildiğinde De Gaulle mücadeleyi bıraksaydı, Fransa ve Avrupa savaş sonunda gözünü bir başka dünyaya açabilirdi. Dolayısıyla hali hazırdaki fotoğraf rehaveti değil, çalışma şevkini artırmalıdır.
Bugün yaşam felsefesi yanında, hukuku, ahlakı, sanatı, sporu, bilimi, ekonomisi… bütün parametreleriyle insanlığın hayatına tahakküm eden batı medeniyeti, insanlığın ortak mirası olan bilimsel keşifleri diğer dünya medeniyetlerini yok etme aracı olarak kullanıyor. Zihin gerimizde itiraz edemediğimiz, içerisini batı değerlerinin doldurduğu kavram kural ve kurumlar, insanlığın değil batının ve uzun vadede onların çıkarlarının aracıdır. Buna bir başla açıdan yükselen ses şimdilik Çin ve Rusya’dan gelmektedir. Eğer dünyaya çok güçlü ve içerisi doldurulmuş bir biçimde ‘dünya beşten büyüktür’ mesajı verilebilirse üçüncüsü neden İslam medeniyeti olmasın…
Medeniyet bütün insanlığa hitabedebilirse anlamlıdır. İslam medeniyeti de bütün insanlığa hitap etmelidir. Global marka olmalıdır yani… İslam kendi kurumsal yapısı içerisinde bir medeniyet öngörmektedir. Böyle bir yaklaşımdan hareket etmedikçe arzulanan sonucun elde edilmesi mümkün gözükmemektedir. Girişimler iyi niyetli bile olsa ortaya batı medeniyetinin doktriner yaklaşımının bir yansıması çıkacaktır.
Yeni yorum ekle