Cenevre Lozan Montrö
Dün erken gelip dinlenmiştim ya. Bu sabah altıda uyanıp evden çıkıyorum. Yağmur bardaktan boşanırcasına. Yoksa kova mı olacaktı? Durakta otobüs bekliyorum.
O saatte ve yağmurda köpeklerini gezdirenler var. Aslı Erdoğan ‘İsviçre'de sokak köpeği yaşamaz; sahiplerinin düzenli aralarla tasmalarından tutup kaka yapmaya çıkardığı kuçu kuçuların izleri, benim için bu toplumun varsıllığının, abartılmış bireyciliğinin ve yalnızlığının bir simgesi’ diyordu. Doğru olabilir ama bu havada bir köpek için yapılan da fedakârlık yok mu?
Otobüs geldi; onunla Stettbach İstasyonu. Oradan Zürih HB. Yani merkezi banhof (istasyona). 44 peronu, gelip giden trenleri, büyük binası ile İsviçre tren ulaşımının kalbi. Panolarda hızlı, yüksek hızlı tren saatleri, şehirler. Banliyö trenleri, hareket saatleri. Cenevre’ye gitmek planım. Cenevre’den gemiyle de Lozan’a.
Panoda Freiburg Nöşatel üzerinden güzergâhı görünce bu trenle gitmeye karar veriyorum. Akşam dönerken de Bern üzerinden gelirim. Böylece daha çok yer görür, aynı yolu tekrar etmem. Olten, Unzingen, Solathurn, Grenchen, Biel-bienne, Nöşatel, Yuerden la bains… derken Lozan. Yağmur tren camlarına vurunca, güzellikler daha gizemli görünüyor. Her geçilen şehir, göl, ormanlar gözyaşı döküyor sanki. Bana güler yüzle görünemedikleri için.
Lozan’da trenden iniyorum, bir sigara içtim, içmedim. Al, bir tren Montrö’ye. Hemen atladım. Oradan dönüş yaparak gezerim bu güzel beldeleri. Montrö de yağmurlu. Islansam da göle iniyorum. Gezmek için hevesliyim ama yağmur nefes aldırmıyor. Üşüsem de kordon boyu, karşı dağlar ve göl manzarası ısıtıyor içimi.
Ana cadde üzerinde lüks oteller, mağazalar, bar ve kahveler.
Montrö
Barış görüşmelerini niye bu güzel şehirlerde yapıyorlar anlıyorum o saat. Gergin ve gerilim dolu toplantılardan sonra insan ancak böyle manzaralarla rahatlar. Politikacılar can sıkıcı işlerine, bu manzaralar karşısında kahve içerek tahammül edebilir. Ben de yağmura rağmen dayanıyorum. Yağan yağmurda ahmak gibi ıslansam da göreceğim yerleri gezip gördüm.
Sonra geri gelip İstasyonda bir kahve içiyor, Wifiye bağlanıp sağ-salim olduğuma dair resim ve haberler geçiyorum memlekete.
İstasyon’dan Cenevre trenine biniyorum.
Montrö
Lozan’da inmiyorum bu sefer trenden. Üç kere istasyonuna geldim ama yağmurdan gezmek nasip olmadı.
Montrö’den bindiğim trenle Cenevre’ye geliyorum. İstasyon Zürih kadar büyük değil ama daha lüks. Göl kenarına iniyorum. Gemiye binme planını iptal edeyim derken zaten bu mevsimde yapılmıyormuş.
Cenevre. ‘Cenevre'nin geniş, bakımlı caddelerini, hemen hepsi banka, şirket ya da otele dönüşmüş tarihi yapılarını, Rhône ırmağı'na sıralanmış küçük, beyaz köprülerini, tepeden şehri seyreden gösterişsiz katedralini, çevresinde kuğuların yüzdüğü Rousseau Adacığı'nı unutabilirsem. Bu çok zengin, düzenli, uluslararası kent, bu, bana bütünüyle yabancı kent.’
Yağmur altında göl kenarında gezen bir benim. Hadi İsviçreliler yok, polis de mi olmaz? ‘Cenevre, geceleri sokaklarda gelişigüzel dolaşmak için bulunmaz bir yerdir. En başta, son derece, hatta insanı sıkacak denli güvenlidir. İsviçre'nin yüzlerce yıllık zenginliğinin kaynağı bankalar bu kentte olduğu için, iyi örgütlenmiş polis kuş uçurtmaz. Ortalıkta polis otosu ya da üniforması çok ender gözükse de, iktidarın sisler içindeki demir eli, herkesin, özellikle de yabancıların hep ensesindedir.’ Diyor Aslı Erdoğan; Mucizevi Mandarin’de. Romanın mekânı Cenevre idi. Demek gündüz gezdiğim içindi yapayalnızlığım. Peşimde de bir polis yoktu.
Cenevre'nin simgesi kuğular da kıpırtısız, birbirlerine sokulmuş, çoktan uykuya dalmışlar, görebilmek ne mümkün?
Yağmur altında Cenevre’de görmeyi planladığım birçok yerden vazgeçiyorum. Sağlıklı kalmak gerek. Daha görecek ne güzellikler var. En iyisi trene binmek. Zürih’e dönerken sıcacık bir ortamda geniş pencerelerden manzara seyretmek daha emniyetli. Güvenli ve risk yok. Hem iki katlı trende üst kattan manzara daha geniş görülebilir. Çektiğim resimlere bakınca eksiklik duygusu gelmiyor insana.
Sis ve yağmur altında görünüşü de dünyadan kaçıp dünyaya dair düşüncelere dalmak için davetkâr.
Şimdi tren penceresinden gözlemle yetiniyorum. Aynı zamanda içeriyi de. İsviçreliler trende çalışıyor. Özellikle öğretmenler. Fransa’da çalıştığı yerle ikameti farklı olan hocaların yazılı kâğıt değerlendirmesini trende yaptığını görmüştüm. Burada da görüyorum. Özellikle Lozan’dan binenler birer laptop açıp çalışmaya başladı. Kendimi avare hissettim. Öylece boş boş bakan. Olsun diyordum içimden, bunlar kanıksamış bu güzel manzaraları. Benim gibi ilk defa görüyor değil.
Beyin kaşınınca insan burnuna değmek istiyor. Hatta karıştırmak. Gözler güzelliği seyretmekten yorulur. Artık daha şok edici bir güzellik görmedikten sonra heyecanlanmaz. Bozkırın çocuğu olarak boz topraklara bakmaktan rengârenk yapraklar ile çiçek açmış gibi bu mevsimde ağaçlar, yeşilin her tonu kırlara doğru çekiyor insanı. Treni durdurup koşmak istiyorsun. Koyunları inekleri ürkütmek. Tarımsal büyük desteklerle bordrolu memurlara dönen inekler, koyunlar bile durgun ağırbaşlı. Hareketsiz ve resmin içinde bir figür gibi duruyorlar. Cansız sanki tablonun güzelliğine çeşni katan. İki metrede bir kazıklarla uzanan 30 cm. yüksekliğinde iki sıra tel durduruyor hayvanları. Hızlı tren yolu ile tarlalar arasında başka bir şey yok. Bizim koyun-keçiler gibi yardan aşacak yabanilik yok. İnek ve koyunlar da medeni. 30 cm. yüksekliğinde ipten bir engel bile hızlı tren hattına girmesini önlüyor. Bizimkiler olsa trene kafa atar. Değil ki bu kadarcık bir engelle zaptedilebilsin.
Zaten bu tarlalarda bir diken bile görünmüyor. Bu kadar yağış alan ıslak çimenleri emek harcamadan yiyen koyun-inek eti –sütü tadsız tuzsuzdur. Bizim koyun-inekler gibi dikenli otlar, kekik yiyecek ki lezzetli olsun.
Sekiz gün içinde ilaç için bir tane sivrisinek görmedim ya ona yanıyorum. Ya bu otlaklarda dikeni ve sivrisineği nasıl yokettiler? Bu kadar göle, çimene ve yağışa rağmen. Hayret. Nabokov, Ada romanında ‘’ Chateaubriand sivrisineği, onun tadını pek sevmedi. Bugünlerde soyu tükendi gibi, eh iklim soğudu, Ladore bölgesindeki, aynı zamanda da Connecticut, Kaluga ve Lugano civarlarındaki güzelim, bereketli sazlıkların en geri zekâlı biçimde kurutulması da cabası.’’ Diyordu. Haklıymış yani.
Çocuklar biniyor trenlere. Gürültü patırtı yok. Çocuk ruhunun şen-şakrak cıvıltısı var ama en küçük bir terbiyesizlik, ağlamak sızlanmak yok. Batılı anneler çocuklarını terbiye etmeyi biliyor kanaatine ulaşıyorum. Bizde bu kadar çocuk olsa bak gör şamatayı!
Düşünsel çalışmanın sessizliği, beyinleri yormanın harareti ile kompartıman ısındı aniden. Gerilerde bir yerde iki (dul?) kadının konuşmaları dışında bir ses yok. Onların sesleri de olmasa bu ciddi ortamı bozan benim bakışlarım sadece. Özgürlüğün farklılık olduğunu bir kere daha anladım ve o kadınlara müteşekkirim. Benim suskunluğumu dengeliyorlardı. Boş boş dışarı bakışım bile gürültü üretmekten değerli olmalıydı. Çalışanlar için.
Tren dağların, ovaların ormanların arasında yılan gibi kıvrılarak giderken, Niyazi Mısri’nin
Yolları ne var ayrı ise hep sana âşık
Her birisi bir yol ile gülzara gelirler.
mısraı dilimde Zürih’e doğru gidiyorum. Pergelin sivri ayağı orası benim için. Altan’ın evi bağrına basmak için beni bekliyor.
Bugünkü seyir defterim
Ahorn Strasse-Stetbach(otobüs) 07.15
Stettbach-Zürih HB 07.45
ZB- Nöşatel-Lozan 08.34
Lozan-Montrö 10.45
Montrö-Cenevre 12.42
Cenevre Zürih 15.42
Zürih HB Stetbach 18.34
Stettbach- Ahorn Strasse(otobüs)19.02
Dünyanın en liberal ülkesi raylı ulaşımla, komünist ülkelere fark atan bir sistem kurmuş. Her 30-60 dakikada ülkenin her yerinden her yere tren var. Tamam, ülke küçük ama nüfus da az. Buna rağmen ulaşım, tren sistemi ile tıkır tıkır işliyor. Hem de dakik ve düzenli.
Kostanz Gölü
Artık yolları biliyorum ya; otobüsle Stetbach ve oradan Wintertur. Bugün daha erken buluşacağız Güvenle. Otomobili ile Kreuzlingen’e geliyoruz.
Can Yıldız adıyla ermeni kuyumcu ile tanışıyoruz. Güvenin işi ile ilgili bir eksperlik yapacak. Uzmanlığı saat. İmalat tamir ne varsa. Atölyesi eski ve yeni tezgâhlarla ustalığını anlatıyor zımnen. Zaten Türkiye özlemini dillendirirken kafa dengi olduğunu anlamıştım. Anadolu insanı. İstanbul’u daha çok sevse de. Karısı ölmüş, üç çocuğu var, ikisi saatçi de çalışıyor. En büyüğü Amerika’da imiş. Sonra Hüseyin Bey geldi. ‘Devrimciler yaşlanmaz’ı gösteriyor fiilen. Altmışa merdiven dayamış ama devrimden umudunu kesmemiş. Akpartiyi eleştirirken İsviçre siyasetine müdahil olmanın önemini anlattı.
Kreuzlingen yerel siyaseti ile de çok ilgili Hüseyin Bey. Aynı zamanda milliyetçi. PKK yürüyüşüne eşi ile Türk bayrağı alıp karşı çıkmış. Kürtlerin Avrupa politikasında daha başarılı, bu sayede etkin olduklarını anlatıyor. Temelinde Kürtler, Türklerden daha kolay dil öğreniyor, Avrupa’ya daha uyumlular. Girişkenler. Meclis üyeliklerine seçildiklerini, Zürihle Diyarbakır’ı “kardeş şehir” yaptıklarını söyledi bir ara. Kürtler zamanın ruhuna uygun olarak her yerde siyaset yapıyorlar.
Maçolukları da hayatta kendini yapayalnız hisseden Avrupalı kadınlar için cazibe oluşturuyor. Türkler daha mazbut ve muhafazakâr olduğu için yabancılık duygusunu atamıyor, bir an önce temelli dönmeyi düşünüyor. Düşünmeyenler de gettolara kapalı bir hayat sürdürüyor. Etliye sütlüye karışmayan cinsinden. Türkler, meclis üyelikleri gibi siyasete katılmayı düşünmüyorlar(mış). Hüseyin Bey buna isyan ediyordu.
Kreuzlingen’i Bodrum-Kuşadası gibi turistik güzel şehirlerle kardeş olmasını yerel meclise tavsiye etmelerine rağmen bunu başaramadıkları anlatıyor. Buna karşılık “İslam dini”nin tanınmasını sağlamış, cami ruhsatını alabilmişler. Ancak Arnavutlar, camiye destek verirken, Türklerin para yardımına yaklaşmadıklarını yana yakıla şikâyet etti. Burada devlet laik olduğu için 5. sınıfta İslam dinini öğretmek izni verdiğini; buna karşılık ders kitaplarını, dersi öğretecek öğretmeni o dinin temsilcilerinin karşılaması gerekirmiş. Aynı şartlar hristiyanlar için de geçerliymiş. Kilise zengin olduğu için paraları yağdırdığını, rahip-hocaların donanımlı, pedagojik formasyona sahip olanları temin ettiğini, aynı imkânlara sahip olmadıkları için Müslümanların yetersiz kaldığını anlattı.
Can Bey, burada yabancı olduğunu, son kertede İsviçreli ile aynı dükkâna talip olunca kendisine red cevabı verildiğini anlattı, göçmenlik kaderimiz diye eseflendi. Nitekim Ermenistan’a gittiğinde pazarda bir kadın tarafından Türkçe konuşunca “Türk piçi” diye hakarete uğradığını anlattı. Anlaşılan Ermeni kardeşlerimiz ne İsaya ne Musaya yaranabiliyordu. “Tokatlı olarak, anadilim Türkçe kardeşim”, diyordu o kadının hakaretine. “İstanbul’da arkadaşlarım, dostlarım var. Ben Türkiye’ye aidim sonuçta.” Yabancılık işte, diye bitirdi yakınmasını.
Dostlarla sohbete doyum olmaz. Konuşulanlara katılmak hevesim de bana yeter artık. Konstanz’a gitmemiz lazım. Güven götürecek, bugünü değerlendirelim diye.
Konstanz.
Pembe binadaki çiçekler görülmeye değer.
Konstanz Kreuzlingen’e yakın zaten. Kısa sürede geliyoruz. Konstanz, Üniversitesi ile önemli. Türkiye’de dikkati çeken birçok profesör burada ya eğitim görmüş ya ders vermiş. Mesela Akşit Göktürk, İsmail Tunalı, Hüseyin Hatemi gibi. Zaten bu Konstanz, Konsili ile tarihi bir yer. Konstanz konsili önüne geleni aforoz edip papalığın otoritesini pekiştirme kararları aldı burada. İkincisi İstanbul- Bağdat demiryolu imtiyazı Konstanz şirketlerine verilmiş.
Göl kenarına geçiyoruz. Yağmur başladı yine. İskelede bir kadın heykeli dört dönüyor. Kendi çevresinde dolaşırken, gölü, şehri, martıları, bizim gibi gafilleri selamlıyor. Sağ elinde şeytan, sol elinde bir cüce kral. Dünya kadınların ellerinde diyor anladığım kadarıyla. Ben bu ibreti seyredip dersimi aldıktan sonra şehri geziyoruz.
Dönüşte Wintertur’da bir pide-kebap lokantasına götürdü Güven. Akşehirli. Artık yolları ezberlemeye başladım. Wintertur’dan Zürih HB’ye geliyorum. Kaç gündür buradayım şu Zürih’i gezmek nasip olmadı. İstasyon yetmiyor ki, her tarafında genişletme çalışmaları. Banhoff Strasse’yi geziyorum. Tramvaylar ile şehri gezmek kolay. Yine de bugün yoruldum. Yaşlılık işte. Bir tramvaya binip Zürih HBye geliyorum. Oradan eve yollanıyorum. Dinleneyim yarın yine uzun bir gün olacak.