İtirazım var!

15 Ocak 2016

Ringe çıkmış iki boksör düşünün. Gong çalıyor ve dövüş başlıyor. Boksörler bir müddet hızlı hareketlerle birbirlerini yokluyorlar. Derken birisi diğerinin burnuna doğru bir sağ direk sallıyor. Diğer boksör şöyle tam hedefe teslim, sağlam bir kroşe ile cevap vermeye hazırlanırken hakem düdük çalıyor ve ilk yumruğu sallayan boksörü diskalifiye ettiğini söyleyip ringden atıyor.

Ne dersiniz? Böyle bir boks maçının seyircisi olsanız nasıl tepki verirdiniz? Herhalde sözüm ona galip gelen sporcunun en hararetli taraftarı olsanız bile böyle bir maç seyretmek sizi bokstan soğuturdu. Ya ringde kalıp, adil bir maçta rakibine rahatlıkla üstünlük sağlayabileceği halde tek yumruk atamadan şampiyon ilan edilen boksör olsanız ne yapardınız? Bu yapılana razı olur muydunuz? Böylesi şaibeli bir "galibiyeti" başarılarınız arasında anabilir miydiniz?

Fikir sahasında  söz söyleyenler   bu misaldeki gibi ringe çıkmış boksörlere benzerler. Onların ringleri gazeteler, dergiler, yayınlardır. Muarızlarına fikirden mamûl yumruklar atar, onlardan gelen -yine fikirden mamûl- kroşelerden, aparkatlardan kendilerini korumaya çalışırlar. Fikrin sanal ringinde çok nakavtlar  olmuştur. Tabi orada da bel altı vuruşlara, çirkefliklere rastlanır ama hiçbir gerçek şampiyon, bel altı vuran rakibini "hakem kararıyla" yenmeyi, çenesinin altına yerleştirdiği sağlam bir aparkatla devirmeye tercih etmez.

Fikir hayatımızın renkli simalarından Peyami Safa'nın 1960 senesinde Tercüman gazetesinde kaleme aldığı şu satırlar meseleye biraz daha açıklık getirecektir:

“Yarım asıra yakın meslek hayatımda irili ufaklı kalem sahiplerinin yüzlerce hakaretine ve iftirasına uğradım. Hepsinin cevabını verdim, fakat hiç birini dâva etmedim. Birçok yazılarımda, cevaplarına tahammül etmek şartıyla, herkesin bana dilediği şiddet ölçüsünde hücum edebileceğini ve herhangi bir kalem sahibi aleyhinde hakaret dâvası açmayacağımı tekrarladım, bu sözüme de sadık kaldım.

Kendim kabul edip yine kendime kabul ettirdiğim bu kanunun gerekçesi, şartsız ve hudutsuz bir fikir hürriyetine taraftar olmak değildir. Bilâkis, fikirlerin mevcut olmadığı münakaşa hallerinde fikir hürriyetinin de boş bir kavram olduğunu bilirim. Fikir hürriyeti yalnız fikir sahiplerinin hakkıdır. İnsan hür doğmaz, boş doğar. Fikir ve hürriyet sonradan gayret ve liyakat yoluyla elde edilmek lâzımdır. Biz kanunun değil ancak kafanın verdiği hürriyete lâyık olabiliriz. Küfür eden yazarlar elbette bu hürriyete lâyık değildirler ve adalete hesap vermeleri doğru olur.

Fakat elinde kalemi, önünde kâğıdı, verilecek cevabı ve bunu yayınlayabileceği gazetesi olan bir yazarın hakarete uğradığını farzettiği hallerde yapacağı şey mahkemeden imdat istemek değildir. Birisi benim dinsiz olduğumu yazarsa, evvelâ bunu hakaret saymam; bu yanlış iddiayı yüzükoyun yere kapaklandırmak için iki kelime kâfidir: "Elhamdülillah Müslümanım!" Fikir münakaşalarında, ispattan daha yıkıcı, delilden daha öldürücü silâh yoktur. Bunlara sahip olmağa çalışırım, sahip olduğum zaman da adaleti kendime siper edip er meydanından kaçmam. Birinci sebep bu.

Başka bir sebep de, yüksek basın seviyesinden mahrum memleketlerde sert şekilleri tatbik edilen Basın ve Ceza Kanunlarının en seviyesiz muarızlarıma karşı benim arzumla harekete gelmesini doğru bulmayışımdır. Muharrir adına lâyık bir adam, kanundan evvel kendi vicdanından korkar. Bu vicdana sahip olmayanları kanun yoluyla bir müddet susturmak mümkün, fakat ikna yollarının dışında onlara bir vicdan kazandırmak imkânsızdır. Nihayet bir de mesleğinin meslekdaş seviyelerini aşan yüksek bir değer mertebesi vardır. Herhangi bir kalem sahibinin bir maznun sandalyesine oturttuğum zaman, ben o nasibsizin şahsında mesleğimi küçük düşürmüş, bana hakaret edildiği iddiasıyla herhangi bir kaleme hakaret etmiş olurum. Çünkü benim yazı müessesesine karşı beslediğim saygı, en âdisinden en kalitelisine kadar her çeşit kalemi düşürmeyi değil, yere düşerse onu alıp kaldırmayı bana emreder...

Bu sebeplerden ötürü hiç bir kalem sahibini dâva etmedim, etmem ve bundan sonra prensibime sadık kalmak, sabrını bana vermesini Allah'tan dilerim.” (*)

Safa'nın satırlarında, başlangıçta misal verdiğimiz "rakibi hakem tarafından ringten atılan boksör" olmayı nasıl reddettiğini görüyoruz. Usta yazarın böyle bir niyetle hakeme başvurmayı hem kendine yediremediğini hem de lüzumsuz bir hareket olarak gördüğünü anlıyoruz.

Acaba merhum Peyami Safa bugünleri görse ne derdi? O, bel altı vuruşları bile dava konusu yapıp hakimlerin önüne götürmeyi doğru bulmazken, şimdi öyle zamanlarda yaşıyoruz ki hakimler durumdan vazife çıkartıp kafalarına göre oyunları bitiriveriyorlar. Oyunda birisi küfretti diye kafası bozulunca topunu alıp oyunu bitiren zengin ve zorba çocuklar misali perdeyi yıkıp viran eyliyorlar.

Fikir mücadelelerinin çoğu zaman heyecanlı takipçisi, nadiren de naçizane bir katılımcısı olarak benim bu işe itirazım var!

Birileri sinsi, art niyetli, yanlış, kirli yahut rezil "fikirleri" ile bu arenada boy gösteriyorlarsa bırakın göstersinler. Onların karşısına dikilip, o "fikirlere" karşı çok daha üstün, çok daha makul, çok daha netice alıcı mücadeleler verecek nitelikli insan gücüne sahibiz çok şükür.

Elinde silah tutana karşı silahla mücadele edilir, kalem tutana karşı kalemle.

Bu ezik tavır, uygulanan bu orantısız güç, istenenin tam aksi istikamette neticeler verecek gibi görünüyor. Yine Safa'nın sevdiği ifadeyle "mahutların" haksızlıkları, sığ kafalılıkları ve meselelere tarafgir bakışları ortaya konulup, bu tipler kolayca "etkisiz" hale getirilebilecekken, mağdur makamına oturtulacak, yaşayan birer demokrasi kahramanına dönüştürülecekler.

Boşuna mı demişler atalarımız, "akıllı düşman akılsız dosttan evladır" diye?...

2400 sene evvel Sinop'ta doğan ve Sivas'ta yaşayan Diyojen'i de bu coğrafyanın atalarından sayarak sözüne kulak vermekte fayda var:

"Gölge etmeyin başka ihsan istemez…"


* http://www.alticizilisatirlar.net/acs/nicin-dava-etmem

 

İstatistikler

Bugün Toplam Toplam
0 kez görüntülendi. 402 kez görüntülendi. 0 yorum yapıldı.