Rus sınırından geçip minibüsümüz hareket etti hayırlısıyla.
Rusların asfalt yolunda bir-kaç kilometre gittikten sonra uzun bir toprak yol. İki devlet arasındaki 20-30 km. boş araziden geçip Moğolistan kapısına geliyoruz. Mongolia. Biz Moğol diyoruz ama Moğollar kendilerine Mongol diyorlar. Bu nedenle ülke de Mongolia.
(Neden kendimizi şaşırtırız, dünya ile aynı adlandırmayı yapmayız bilmiyorum. Dünya Beijing der biz Pekin, Venezia bizde Venedik, Bucarest’e Bükreş deriz.)
Binalar, geniş bozkırın ortasında aykırı bir uzay istasyonu gibi. Eşyalara kontrol yok. Varsa da bizi valizlerimizin yanı başında istemediler. Minibüs üzerinde belki. Biz sadece belgeler doldurup gümrük memurları önünde resmigeçit yaparak giriyoruz Moğolistan’a. Bu kapı her iki tarafta da mesai saatleri içinde çalışıyor. Akşam 18 den ertesi gün 08. e kadar geçiş yok yani. Gidecekler için uyarayım. Ona göre ayarlasınlar kendilerini. Zaten gecelerin soğuğu kış mevsimi eksi 40’lara düşen zamanlarda sağ kalmak bile mesele. Değil ki bir ülkeden diğerine geçmek.
Toprak yoldan devam edince “Moğolistan işte!” diye burun kıvırdık ama ileride 12 km. asfalt yol da vardı. Türkiye nasıl bir çağ atlamışsa toprak yol bize Ortaçağda ilerliyoruz duygusu veriyor. Hâlbuki bakir bozkır, insan eli değmeden önce tabiatın ne kadar güzel, kendi ile bütünleşmiş bir uyum sergilediğini de hatırlatıyor. Tek uyumsuzluk insan ve sessizliği yırtan altımızdaki motor gürültüsü.
Yolları iyileştirme çalışmaları sürüyordu. Uzun bir yokuşla tırmandığımız dağı ikiye bölüp yokuşu azaltma çalışmaları vardı. İş makineleri tabiatın gözünün yaşına bakmadan karnını deşiyordu. Sırf biz şikâyet etmeyelim, daha hızlı ve emniyetli gitsin insanlar diye. İnsanoğlunun tabiata hâkim olma çabası her yerde sürüyordu. Halihazırdaki yolda sarsılarak o kalabalık kafilemiz eşyalarla haşır-neşir yolculuğa iyi dayanmıştı doğrusu. Zaten bu yolculuğun yorgunluğu bütün gezi boyunca olumlu, aktif ve dinamik olmamı engellemiş demek ki. Abus suratımla beraber. Hala unutamadığıma göre. Moğolistan en batıdaki bakir topraklarından ilerleyip herhangi bir köyden geçmeden Bayanölgi’ye geldik nihayet. (Bayan zengin demek. Ölgi, bizdeki ülke. Zengin ülke, bereketli beşik)
Bayan Ölgi'de yaşayanların çoğu %88,7 oranla Kazak Türkleridir. Küçük topluluklar halinde Uranhay Türkleri (%7,2), Dörvödler (%1,5), Halha Moğolları, Tuva Türkleri ve Hoşudlar yaşar. Bu bakımdan eyalet nüfusunun %98'i Türklerden (ve Müslümanlardan) oluşur. Çoğunlukla konuşulan Kazak Türkçe’si. 1940’lı yıllardaki Çin zulmünden bir kısmı Pakistan’a kaçtı. Oradan Türkiye’ye 1950’li yıllarda getirildiler. Bir kısmı da Bayan Ölgi’yi yurt edindi. Moğol Hükümetinin gösterdiği bu yerde şehir genişledi, sonunda eyalet oldu. Erbaşlar, 65 yıllık bir ayrılığa son vermeye gelmişti. Bizim binlerce yıllık hasretimiz zaten tarihi bir vakıa.
Rehberimiz Asgar Bey, Türkiye’de.
Bizi karşılayan Hamid Beyin Kazak akrabaları. Ev sahibimiz Caner Bek ve Asgar Bey, Novosibirsk’ten beri rehberimizdi.
Ev sahibi, rehberimiz, Moğolistan’da elimiz ayağımız Canerbek; çocukları ile dağ yürüyüşünde.
Evin bahçesinde bir çadır. Kazaklar “üv” “yüv” de diyorlar. Bizim ‘ev’le aynı kelime.
Moğolistan’da her evin avlusunda bu çadırdan bulunuyor. Aileler, turist olursa bu çadırları kiraya veriyorlar, pansiyon gibi. Turist daha çok Ulanbatur’a geldiği için orada bu sektör haline gelmiş tabii ki. Buralara turist yok denecek kadar az geliyor. Şimdi yalan olmasın. Avrupa’dan gelenler; Alman, İsviçreli, Fransız ve Amerikalılar. Hatta bisikletle gezen gençler gördük. Bizim ailelerinin kıymetli çocukları böyle bir maceraya katılmak istese kesinlikle izin vermeyeceğimiz bir gözükaralıkla. Bir Japonlara rastlamadık, hayret. Demek Çin ve Rusya arasına girmek Japonlar için cazip değil.
Eşyalarımızı yerleştirdik. Çadır rengârenk halıları, daire şeklinde sıralanmış yatakları, ortada yemek masası ile misafirlerin hizmetine amade.
Hâsılı çadır tam bir Daire; gerçekten. Apartmandaki meskenlerimize daire demek buradan geliyor olabilir. Misafir gelirse müstakil bir ağırlama salonu. Kamp merkezleri turistlere ortak kullanım şeklinde hizmet verir. Biz bir ailenin misafirperver ilgisine mazharız artık. Türkiye’den dostlar gelmiş. Öğle yemeği ikram edilip mübarek bedenlerimiz istirahat için çadırda uykuya çekilse de akşama davetler bizi bekliyor.
Hacife Hanım Kazak mücadelesinin lideri Osman Batur’un torunu. Osman Batur Doğu Türkistan'ın bağımsızlığı için mücadele etmiş, direnişçi lider. Altay Kazaklarından. 20. yüzyılın ilk yarısında Çinliler ve Ruslara karşı bağımsızlık mücadelesi vermiş ve 1951 yılında Çinliler tarafından idam edilmişti.
Doğumunun 150. Yılında anma etkinlikleri hatırası.
Bu nedenle Türkiye’de Kazak kültürünü sürdürenler daha çok Niğde’nin Altay köyünden. Her yerde olduğu gibi köyden göçlerle, İstanbul’da hatırı sayılır Kazak bulunuyor. Hacife Hanım, İstanbul Kazak Vakfında Kazak kültürünü sürdürme faaliyetlerinin merkezinde. Kızı Aybike Hanım da öyle. Hukukçu Hamid Erbaş evin reisi olsa da buralarda Hacife Hanım daha karizmatik. Çünkü o Batur ailesinden. Onunla birlikte gelen bizler de itibarlı misafirleriz.
Akşam yemeği daveti veren Kurmanbekoğlu, akademisyen akrabalarından. İki üç katlı evlerin giriş katı lokanta yapılmış. Yer sinisi gibi alçak masalara diz çöküp mükrim insanların ikramına yoğunlaşıyoruz. Bir sofrada toplanmak, insanların ortak bir gönül iklimine girdiğinin resmidir.
Akademisyen Kurmanbekoğlu, bize hoş geldin konuşması yaptı. “Kazaklar Türklerin ilk atası. Siz Anadolu’ya gittiniz, buraları biz bekledik” mealinde. Misafirler olarak cevap vermeliyiz. “Biz tarihin ve coğrafyanın çekimi ile gittik. Durmamız ve dönmemiz mümkün olamazdı. Ata yurdunu sizlerin emanetine bıraktık. Biz batıya gitmeseydik, belki de hiç yaşama şansımız ve Türkiye gibi sığınacağımız bir ülke olmayacaktı. Burada hala örf adet ve geleneklerimiz, en önemlisi Türkçemiz sürdüğüne göre size müteşekkiriz.” Bu veciz konuşmayı kim yaptı? Hamasetle büyüyen ben tabii ki..
Zaten akrabalar; özel hatıraların, acıların, ayrılık-özlem ve kanlı tarihin muhasebesini kendi aralarında Kazakça yapıyorlardı. Hamid Bey, ailesi ile birlikte Kazakça konuşabiliyordu. Tercümanımız da içimizden idi yani.
Kazak yemeklerinin lezzetinden daha önemli olan sohbetin vuslata anlam katan güzelliğiydi. Gerçekten, şu yerle gök arasında öyle şeyler var ki, onları filozoflar, edebiyatçılar değil hasret ateşiyle yananlar kavrayabilirdi. Benim gibi yüzeysel insanların bile aciz kaldığı bu anlamı; sofra başında ortak tarih-coğrafya ve dilin çevresinde idrak edebilirdik ancak.