Rüya Medeniyetinin Şairi: Sezai Karakoç

16 Şubat 2022

 

Sezai Karakoç deyince “diriliş çağrısı” geliyor aklımıza. Diriliş bir cephe ve bu cephede savaşanlar birer diriliş eri gibi geliyor. Nasıl bir savaşın içindeyiz ki yıllardır bizi bu cepheye çağırıyorsunuz?

Bu bir ruh savaşıdır. Ruhlar arasında olan bir savaştır. Bu savaşlarda bedenlerden, maddî vücutlardan önce ruhlar, manevî vücutlar, yani varoluşlar düşer, tutsak olur, yenilgiye uğrar. Ya da tersine düşürür, tutsak eder, yenilgiye uğratır.

Bu bir hayat tarzı, dünya görüşü, yani bir medeniyet savaşıdır. Bedenimin, maddî vücudumun, benliğimin özü olan ruhumun bir aleti, bir kemanı, bir silahı, bir donatımı olduğuna inanıyorum. Düşmanı 12’den vurmak için kullanılan bir silah. Bu açıdan beden de, maddî vücut da, onu çevreleyen fizik âlem ve bu dünya da, hepsi âdeta ruhun uzantısı olarak yüce bir anlam kazanıyor.

Vücudum ruhumun buyruğunda olmalıdır. Ruhum da mutlak âleme başını uzatmalı, oradan soluk almalı, oradan göz ve gönül almalıdır. Ruh sürekli olarak Allah’ı bilme, Allah huzurunda olma savaşı içinde olacaktır. Buna engel olmaya çalışan benlik içi veya ben ötesi bütün yâd varlıklarla savaşacaktır sürekli olarak ruh. Diriliş, ruhun açtığı bu savaşı sürdürmek ve bu savaştan sürekli olarak başarılı çıkmak demektir.

Ruhun savaşı ile insanın savaşı ayrı şeyler mi?

Ben insanın ruh, ruhun da bir tapınak olduğuna inanıyorum. Bir başka deyişle, insan ruhunda bir tapınak, insan ruhunun bir tapınak olduğuna inanıyorum. İnsan orada kendi içine eğilir; o dupduru suda bulanıklığa ait ne varsa temizlenmeli ve o mermersi geometride tek ışık ve tek aydınlık yansımalıdır: Allah’a inanma ışığı ve O’na inanma aydınlığı.

Sesimi yükseltirsem bunun için yükseltirim. Yoksa bunun dışında dünyada hiçbir şey ses yükseltmeye değmez. Yaşamayı ve ölmeyi, mekâna ilişmeyi, zamana girmeyi, daha doğrusu zaman ve mekânla diyalog kurmayı, ancak ve ancak bu inanç uğruna göze alabilirim. Aşktır o benim için. Yoldur. Anlamdır. Sestir. Ülküdür. Varoluştur.

Tanrısızlığın karanlığında ruhum daralır, boğulur. Asit içinde erir gibi. Gazda boğulur gibi. Yüreğimi ancak O çarptırır.

Bu dünya hayatında sahip olabileceğimiz ya da insanların birbirlerine taşıyabilecekleri en büyük müjde nedir size göre?

Allah’ın varlığı. İnsanların birbirlerine taşıyabilecekleri en büyük müjde budur. Hatta denebilir ki tek müjde budur. Çünkü öbür bütün müjdeler bu müjdeye bağlıdır. Ben bir insan bir konuda, diyelim ki, maddi bir konuda bir müjde götürürsem, o müjdenin bir anlam ifade etmesi için gerçekleşmesi; gerçekleşmesi için de ilahî takdire doğru gelmesi gerekir. Bu da Allah’ın varlığı ile olan bir şey. Işığın karanlıkları delip gelmesi, hareket etmemiz, besinimizi bulmamız, besinin hayat sürdüren bir öz taşıması, düşüncelerimiz, yaşantılarımız hep o kaderden, Allah’ın bağışından gelmekte.

Allah’a inanmanın müjdesini taşımak nedir, üzerinde biraz daha durabilir miyiz?

Bu dünyanın dar ufuklarında boğulan insanlara başka dünyaların da varlığını müjdelemek demektir. Bu dünyada hakkı verilmeyen, öteki dünyada hakkını alacaktır. Bu dünyada zulme uğrayan, öteki dünyada zalimin nasıl cezalandığını gözleriyle görecektir. Bu dünyada putların boyunduruğunda ezilen halklar, öbür dünyada bu putlaştırılan kişilerin çektiklerini gözleriyle göreceklerdir.

Allah’a inanmanın müjdesini taşımak, öyleyse zulme boyun eğmemeğe çağrıdır. Puta tapmaya başkaldırmaya çağrıdır. Allah’a inanmaya çağrı, insan ruhunun ve gönlünün pâk ve tertemiz hale gelmesi için bir müjde ve gönül karanlıklarının giderilmesi için bir ışık tutuşturmaya çağrıdır. Allah’a inanmaya ve O’ndan başkasının önünde eğilmemeye çağrı, insanlık şerefine, insanlık onuruna, insanlık şânına, insanlık haysiyetine bir çağrı ve müjdedir.

Peygamberler de bize Allah’ın müjdesini taşıyan elçiler...

[Evet.] Onlar bize gönlün ve ruhun ulaşamayacağı bahada müjdeleri getirdiler. Heybeleri cennet yüklü kutlu atlılardı onlar. Sahabe, okyanuslara kadar at sırtında bu muştuyu taşıdı. Veliler, en karanlık çağlarda bile umutsuzluktan kavrulan insanlara Allah’a inanmanın,  güvenmenin muştusunu verdiler. İnsanlık böylece zaman zaman düştüğü umutsuzluk uçurumunun kıyısından sıyrılarak yeniden gerçek inancın aydınlığına kavuştu.

Şair kimliğiniz hasebiyle, manevî âleme pencere açmamış bir şiir dünyası olabilir mi, diye sorsak, ne dersiniz bize?

Olabilir, ama yoksul dünyalar olarak. Şairler hep yüce olanı ararken o âleme yakışan bir ahlâkın da peşindedir. Estetik damgalı ve mühürlü bir ahlâkın. Bunun için bazen toplum sorumlulukları zorlanır, sınırlar aşılmak istenir. Bu arada beliren sapmalar, çılgınlıklar ve sarhoşluklar, belki de bu arayışın yöntemsizlik dehşetinden doğuyor. Veli şairde vecd, karanlığın etkisindeki şairlerde ve diyonizyak ya da afrodizyak sarhoşluk. Kimi oruç günü üzüm asmalarındaki salkımlardan ilham dünyasına bakar; kimin şarabın serabında hurma vahaları arar.

Şairler, güneşten ışık alanlar, kimi zaman bu ışıkla milletlerini aydınlatırlar; kimi zaman da belki de bilmeyerek ve istemeyerek, onları yakarlar. Şair, sadece felâkete uğramış ulusu için ağıt yakan, ağlayan biri değildir; onu ayağa kaldırmak için başını yükselten, toplum minberine çıkan kahramandır da. Umutlandırandır, muştular saçandır.

Milletinin önüne düşer şair. Onu kurtarmak için. Kimi zaman da kurtarayım derken, yanlış yol ve yön seçmekten ötürü onu felâkete götürdüğü de olur. Ama hemen hemen daima samimidir.

Kimi şairler de unutulup gidiyor. Neden unutulur ki bir şair?

İnsanı önemsemeyen şair çabuk unutulur. Fakat onu şiirine temel edinenler, kaldılar ve hep kalacaklar. Fuzûli acısını, Bâki büyüklüğünü, Nedim sevgi, sevinç ve uçarılığını, Şeyh Galip derinlik ve yüceliğini, Yunus, Tanrı ve ölüm karşısındaki umut ve korkusunu, Köroğlu erliğini, Karacaoğlan ilk gençlik aşkını, uç noktalarıyla kişilikle çizdi insanın, eski şiirimizde.

Yahya Kemal ve Akif, eski insanımızın ruh ve karakterini, duyarlığını canlandırdılar. Cumhuriyetten sonra da şiirimize Necip Fazıl’la, şehir insanı, aydın insan, eşyanın ötesini kurcalayan, gerçeğin peşindeki insan, insan mistisizmi girer. Han otelle, bahçe odayla yer değiştirmiş, “atılmış elbiseler boğazlanmış bir adam” şiirine geçilmiştir.

Kimi şair bu eğilimi, yaşamanın önemli dönüm noktalarından, günlük yaşayışa götürür. Ve yakaladığı insanın figürlerini saydam çerçeveler içinde sıkı sıkı tutar. Şairin biri kalkar, çocuğu, üstün insanı, insanın gerisindeki hayvanı, gerçeği, karanlıkta, olanca çıplaklığıyla, taze ve canlı olarak avlar. Öbürü ise insanı, kendi içinde değil, toplumda arar, istatistikçidir, toplumcudur. Bir başkası halktan aldığı çizgileri, toplumcu yapılı şiirinde kullanır. Kimi aşırı duygulu insanı, bir takımı, hürlük gibi bir takım insanlık değerleri peşinde koşan erkeği, tek fonksiyonu sevişmek olan kadınları, ekzotik planlara kor. Kiminin insanları, daha çok içlerine kapanık, dönük, toplumdan kaçmış ya da durumunu kabullenmiş, ezik...

Şiirin gerisinde insan olmalıdır. “Her çağda, her şiirle yenilenen”. İnsansız şiir tez ölür. Şiirimizdeki bazı serüvenler, iyi olmayan örnekleriyle tepki ya da ilgisizlik uyandırıyorsa, insansızlıklarındandır o şiirlerin. Şiirine insanı ya da insanlık fonunu koymayanlar, bozuk bir geometriden başka bir şey bulunmayanları fark edecektir hemencecik.

Peki şiir ilke olarak neyi benimser?

Mübalağayı. Bu özelliğini belirtme, onu küçültmek için değil, öz doğrultusunda sapmamasını, büyük fonksiyonunu yerine getirmesini sağlamak içindir. Şiir, şiir olarak kalmalı, dinin yerine geçmeye kalkmamalı. Buna kalkarsa, kendi kendine de ihanet etmiş olur. Hz. Peygamber, bu ölçü içinde şiiri yüceltmiş, şiir eğitimine değer vermiştir. İbn-i Abbas, çocukluğunda bütün şiirleri deve üzerinde Hz. Peygamber’e ezberden okuduğunu söylemiştir. İslâm isteseydi, cahiliye devrinin inançları gibi şiirini de yok edebilirdi. Oysa o devrin büyük şairleri eserleriyle yaşatılmış, batıl inançları, kan davası övgüleri hariç, İslâm şiir geleneğinde temel taşlardan olmuşlardır.

İslâm şiiri burada da durmamış, kendine özgü, daha önce benzeri olmayan yeni bir tür şiir doğurmuştur. Bu, rahmanî ilhama dayana şiirdir. Vahyin aydınlık izindeki şiir. Unutmayalım ki şiir, alnı vahiy ve kıyamet günü ürpertisiyle aşılı hikmetten yanadır; şeytanın dil sürçmesi değildir şiir; o özgürlüğü sever; ama bu özgürlük, iğvanın ve iğfalin özgürlüğü değildir.

Veli şairler, ilâhî ilhamdan nasiplerini almışlardır. Şiirleri keramettir. Mevlâna’da olduğu gibi. Rahmanî ilhamdan kaynaklanmıştır bu şairlerin eserleri. İçten, Kur’an’ın hararetiyle dipdiridirler. Bundandır ki Molla Câmi, Mevlâna için “Peygamber değil ama kitabı var” demiştir. Muhyiddîn-i Arabî’nin şiirleri de aynı soydandır. Biri Arapçada, biri Farsçada, şeytan nefesinin gölgesini bile üstüne düşüremediği şiirlerle, vahiy katının hemen altındaki ulvî alanda kanat çırpmışlar ve çırpmaktadırlar.

Aynı şekilde, daha önce daha sonra nice şairin, yaratış mucizesini ruhlarına geçirdiklerine ve oradan dışarı yansıttıklarına şahit oldu insanlık; Hassan bin Sâbit’lerin, Ka’b bin Zübeyr’lerin, Yunus Emre’lerin, Su Kasidesi, aynı rahmanîlik dünyasının malı değil midir? Leyli vü Mecnun da, Hüsn ü Aşk da o pınardan kana kana içmişlerdir. Bu alana çıkış, sanıldığından fazla ve şairlerin miraçları, gece ziyaretleri, İslâm şiirinde, ta günümüze kadar ilerleyen bir çizgi hainde süreklicedir.

 Kureyş’in Peygamber’imize şair demesi onu küçültmek için miydi?

[Hayır], onu küçültmek için değildi. Peygamberlik kavramına o zamana kadar tümüyle yabancı olduklarından, Peygamberimize, kendilerince yine de en büyük ismi veriyorlardı: Şair. Ve o adı daha da yoğunlaştırmak için buna bir sâhir (büyücü) sıfatını ekliyorlardı! Peygamberin makamca yüceliğini seziyorlar, fakat onun ne olduğunu bilemediklerinden kendilerince yine de en yüce sayılan bir makamla adlandırılıyorlardı. Ama eninde sonunda hakikate ters düştüklerinden, Kur’an bu iddialarını şiddetle reddediyordu. Bu reddi, şairliğin tüm reddi anlamına almak yanlış olur. Bu red, sadece peygamberin şair olmadığı anlamındadır.

Na’t şiirin neresinde duruyor?

Peygamber nasıl insanın ufkuysa, na’t da şiirin ufkudur. Na’t, insanın, insanı, kendini Peygamber’de araması, gerçeği onun çevresinde dolaşarak bulmaya çalışması, ona yaklaşmaya çalışarak yaradılışın sırrına erileceğini idrak edişidir.

Na’t, Peygamber’in şiirle yapılmak istenen bir portresidir. Her şair, durduğu yerden ve görme kabiliyeti ölçüsünde ona bakar; o büyük mükemmelliğin karşısındaki duygularını zapt etmeğe çalışır. Bütün na’tlar adeta, tarih boyunca yapılan tek bir portrenin farklı cephelerden birer örneği gibidir ve tek bir portre içindir. Bir portre ki tarih ve insan devam ettikçe bitmeyecektir, bütün na’tlar, bir meşale ormanı gibi parıldar insanlığın üstünde ve insanlık, Peygamber’e doğru bu ışıkların altında sevinçle, aşkla, güvenle yürürler.

Na’t, en ileri ve en mükemmel bir sevgi âbidesidir. Eski çağlardaki gibi bir tehlike, Peygamber’i tanrılaştırma tehlikesi yoktur. Çünkü kelimelerin bir anlam taşıma mecburiyeti bir garanti sağlar ve bu anlamların prensiplere aykırı olmaları halinde derhal görülerek tasfiye edilebilmeleri mümkün olur. Şiir şuura bitişiktir. Şuur, taş ve mermerin tesirinde olduğu gibi iptale uğramaz. Öte yandan, akın dar çerçevesine de mahkûm olmaz. Şiir, ses, biçim ve derinlik, perspektif zenginliği, çok yanlılığı gibi anlamın etrafında toplanan ve onu akıl üstü ve akıl ötesinin de bütün imkânlarından faydalanan bir mahiyet taşır.

Eski medeniyette bir heykeli seyretmek gibi mi?

Eski medeniyette bir heykelin karşısında onu seyredenin bütün şahsiyeti ve ruhu siliniyor, yalnız heykel ortada kalıyordu. Bir na’tın okuyucusu ve dinleyicisi ise ruhun bütün cepheleriyle uyanışına ve dirilişine, gelişmesine şahit olur. Bütün benliğiyle, ledün dünyasının havasını alır ve orada yaşar. Bir heykelin etkisi, hipnotik bir etkidir. Ona maruz kalan sanki bir medyum gibi uyutulmuştur ve ondan kurtulunca bir uykudan uyanmış ve bir kâbustan kurtulmuş gibi olur. Cadı büyüsü bozulmuş gibi. Na’tın etkisiyse bir neşvünema etkisidir. Ruhu besler, eğitir, yetiştirir ve geliştirir. Tazeler.

Heykel, na’tın yanında portrenin yanındaki bir natürmorttur. Na’tta bütün unsurlar, kelimeler, mısralar ve bütünüyle şiir canlıdır. Na’tın atmosferi, sahabelerin, içinde bulunduğu atmosferden bir örnektir. Peygamberlik yolunun diri havasını tatmak. Yani na’t, sahabeliğe bir uzanış, o ideal dünyadan bir ışık, bir renk, bir ses getirmek, oraya bir yürek, bir gönül taşımak geleneğinin şiirdeki çalışmasının bir verimidir.

Heykel, insanı; belki, kendi vücudunun ölü şemasına ve bilgisine götürür. Na’tsa, ruhunun görünmez görünüş ve oluşlarına, bilinmez bilgilerine.

Bu minvalde bir na’t örneği verebilir misiniz bize?

İki eşsiz na’t örneği verelim: Su Kasidesi’nde insan, denizi arayan bir kaynak suyu gibi o âleme doğru gider. O âlemin aşk ve ayrılık acısıyla başını taştan taşa vurup gezer. Şeyh Galib’in na’tında da insan, ebedî sultanlığı ilâhî takdirle takdir ve ilâhî hükümlerle teyîd edilmiş olan Peygamber’i, sonsuza kadar bütün ufukları dolduran ümmetinin ortasında, dimdik ve pırıl pırıl durur gibi görür.

1962’de, “Elinizdeki Deniz” başlığıyla Necip Fazıl’ın şiirlerini topladığı Çile hakkında bir yazı yazmışsınız. Üstadın ekoller üstü bir plana yükseldiğini ve bu çapta bir şair için yazılanları az bulduğunuzu ifade ediyorsunuz. Sizde bu duyguyu uyandıran şey nedir?

Üstad, “Şiirimin Müdafaası” yazısında da belirttiği gibi gaibin göğsünden çıkardığı değerlerle kurduğu mutlak gerçek örgüsünde bir gökkuşağı gibi uzayınca, biz o eşsiz ideale susamışlar için açık yeşil bir hassaslık ve huzur şafağı, bir samanyolu oluyor.

Üstadın şiirimize mutlakı yeniden ve nasıl getirdiğini, Mevlâna, Yunus, Fuzûli ve Şeyh Galip’ten sonra mutlakın yine onun şiirinde ne biçimde doğduğunu, yeninin zarif elleriyle geleneğin latif mutlakını nice biçimlendirdiğini, günümüz abesçi mutlakını hangi sularda hatırlatıp oradan gerçekçi mutlaka yöneldiğini anlatmak isterdim. Ve bu, hakkında yazılanların dışında, onların anlatmadığı, tek farklı açıdan bir bakış olurdu. Bana düşün buydu. Fakat üstad eserinin sonuna, şiiri kadar sağlam, ebedilikten onun kadar aslan payını alan poetikasını eklememiş olsaydı.

Üstad, bize bunu olsun bırakmadığı için sitem mi etsek; yoksa nasıl olsa hakkıyla üstesinden gelemeyeceğimiz bu işi, sanki bırakırsa üstesinden geleceğimizi kabul ettiğini, fakat bizi zahmete sokmak istemediğini hissettirerek yapan, böylece bizi şefkatlerin en şahane ve en alçakgönüllüsünün harmanisine alarak sorumluluk huzursuzluğundan kurtaran Üstad’a teşekkür mü etmeliyiz?

Şairi bir şeye benzetmenizi istesek, bu ne olurdu?

Üzerine büyük bir arı oğlu konmuş bir ağaç. Oğul, kelimeler... Her kelime bir duyguyu, düşünceyi vızıldatır durur. Şair, kelimelerin büyük uğultusu içindedir daima... O bir yere gitti mi, kelimelerin bulutu da beraber gider oraya. Şair bir vapura binse, kelimelerin, güvercinler gibi şuraya buraya kondukları görülür. Ve bu kelime yığını içine yabancı bir şey düşmeye görsün. Binbir iğneyle delik deşik olur. Bir süre bu kelimeler şuraya buraya konar, bir kısmı ölür, telef olur. Bir kısmı çeker gider. Geri kalan beslenir; büyür, gelişir, boyuna kendini toparlar. Sonra, eser vermenin vakti gelir, çatar. Petek petek örülen balın vakti... Bal arıdandır, ama arı, arı değildir artık. Bal bir kere bal oldu mu, hangi kaba konarsa konsun, baldır. Ama balın ilk konuşunda, en abstre şekilleri de kıskandıracak bir geometriyle geldiği de bir gerçektir. O kadar ki, petek demek bal, bal demek petek olmadığı halde, petek deyince balı, bal deyince peteği düşündüğümüzü, hatırladığımızı kim inkâr edebilir?

Şiiri anlamak mı daha zordur, şairi anlamak mı?

Şiiri anlamak zordur, şairi anlamak daha zordur. Şiir, şiire yaslanarak, otobiyografiler ve biyografilerden destek alarak, anlaşılma şansını arttırır. Nihayet şiir, topluma sesleniş olarak gizli kapaklı, dolaylı dolaysız anlaşılmayı amaçlamıştır. Ama şair, şaire dayanmak şöyle dursun, âdeta biri öbürünü daha karanlıklaştırma yarışına girmek gibi bir çetrefilliğin peşindedir. Kendi hayatını da olanca gücüyle anlaşılmaz kılmak için çaba sarf etmekten geri durmaz. Kendine kalırsa, kendini daha anlaşılır kılmak içindir bu çabası. Oysa her yeni çaba, daha anlaşılmaz kılacaktır. Ve çoğu kez bunun farkında olmaz. Toplum onu bu konuda aldırışsız sanır. Oysa bundan ötürü şair, belki de bir cehennem azabını yaşar.

Teknik anlamının dışında romanla hikâyenin farkı nedir? Ya da aralarında nasıl bir akrabalık vardır?

Aralarındaki fark bir katsayı farkı değil, bir genişlik ve derinlik ayrılığı da değil, bir biçim farkı hiç değil [sizin de kastettiğiniz gibi]. Bir panorama ve bir perspektif farkı da değil, bir varoluş, bir öz farkıdır.

Bununla birlikte roman hikâyeden, şiir ve piyesten ayrıldığı kadar ayrılmaz. Birbirlerine yakın noktalardan çıkarlar. Bir doğum akrabalığı vardır aralarında. Birbirlerine tutunarak ilerlerler. Çok defa, hikâyedeki gelişme romanın dolaylarında olur. Bakarsınız bir roman hasadında yüzlerce hikâye de biçilir. Yıldız kırpıntıları gibi ayın kenarından dökülür. Evet, ne hikâye romanın asalağı, ökse otu, likeni, ne roman hikâyenin etiyle beslenen Kirkesidir. Ama hikâye çok defa romanın omuzdaşı, arkadaşı, silah arkadaşıdır. Ashab-ı Kehf’in Kıtmir’i gibi.  Köpek, yedi uyuyanlarla birliktedir; onların daldığı sırrı tatmıştır. Onarın kaderini paylaşmış, onların battığı trajiğe batmıştır. Aynı trafikte kaybolmuştur. Son bir ikindide güneş bakir kayanın ötesini berisini yakarken, tam yolun dönemecinde birlikte görüneceklerdir. İşte, hikâyeyle romanın serüveni de böyle. Hep belli bir aralıkta, birbirlerini gözlerler.

Bir Stendhal’ın, bir Tolstoy’un, bir Dostoyevski’nin, bir Faulkner’in, bir Sartre’ın, bir James Joyce’un, bir İvo Andriç’in hikâyeleriyle romanları arasında böyle kopmaz bir bağ vardır. bir yazarda böyle olduğu gibi bir toplumun, bir çağın romanıyla hikâyesi arasında da durum aynıdır. Roman nereye doğru gidiyorsa, hemen yanı başında, hikâye de aynı doğru ilerler. Roman sürrealistse genel olarak, hikâye realist değildir. Hikâye romantizmi yaşıyorsa, roman haydi haydi o sulardadır. Roman metafiziği özlüyorsa, hikâye, tabiatüstünün ilk tepelerini aşmış, doğan güne karşı, bir kertenkele örneği bir kayanın üstünde solumaktadır. Roman tarih içindeyse, öbürü de içindedir. Birlikte göğerir, birlikte filizlenirler. Nasıl bir romanın geldiğini hikâyeden çıkarabilirsiniz. Hikâye çeviktir, manevra yeteneği üstündür ve çok defa önden gider. Roman, arkadan ağır ağır ilerler.

Bugünkü Türk romanı ve hikâyesi arasındaki durum bundan farklı mı?

Roman ve hikâye alanımıza atılacak en kısa bir bakış bile, romanımızla hikâyemiz arasında bir uçurum bulunduğunu yakalayabilir. Hikâyeyle şiir arasındaki farktan çok daha büyük bir fark. Romanla hikâye, şiirle piyes arasında bir yakınlaşma olacağına, edebiyat yapımız, çapraz bir kaynaşma, çarpık bir oluş gösteriyor: Şiirle hikâye, piyesle roman birbirine yaklaşmış. Türk romanı, bugün ziraî proleterliği tek konu olarak işleyen, tam anlamıyla güdümlü bir edebiyat serüvenindedir.

Ziraî proleterlik, roman konusu olmamalı mı demek istiyorsunuz?

Değil elbet. Fakat bu konuda öbür konular gibi sadece bir konudur, bir yöndür ve bunun dışında, romanın daha birçok yönü vardır. Fakat bugünkü Türk romanı, bunun dışındaki konulara pek el atmadığı gibi bunun dışında bir konu yokmuşçasına kurulmaktadır. Bu ikinci yanı, birinci yanından daha kötü. Tek tük çıkışlar yok değil. Fakat bunlar da ziraî işçi edebiyatının gürültüsü içinde ezilmekte, erimekte ve emilmektedir. Bu roman türü, tezli edebiyat bile diyemeyeceğimiz bir kalitededir. Tezli bir edebiyat değil, güdümlü bir edebiyattır bu.

Daha ileri gidilerek denilebilir ki bu eserler, bütün iddialarına rağmen realist bile değildir. Bir nevi soyutlanmış, temelinden kaydırılmış bir röportaj, bir realizm ifrazatı haline gelmişlerdir. Çok sığ, hiçbir insan meselesine dokunmayan, göz yaşartayım derken güldüren gazete romantizmine bulaşmış bir üslup taşırlar. Realizmin ve natüralizmin çizgilerini koruyamadan, hatta bir röportajın realizmine bile ulaşamadan, bir doktrin hesabına köklü bir yapı tutturacak bir kültür ve estetik gücünden de mahrum olarak, “güdülen bir edebiyat” bataklığının içinde dönüp dururlar.

Efendim bir de Allah vergisi yeteneğe sahip olup da bu yeteneğini ortaya çıkaracak bir çevreye, değerlendirecek bir ortama rastlamayan insanlar hiçbir şey yapamadan yok olup gider mi?

Bundan mahrum olan bir yeteneğin hiçbir şey yapamayacağını söylememek lazım. Bir şeyler yapacaktır mutlaka. Ama boyut, hacim ve çap bakımından imkânların yeteneğe, dehaya kazandırdığını yitirerek.

Sanatta, edebiyatta ve düşüncede “öncü”ler vardır, bir de “zirve”ler vardır. Belki “zirve” olacak bir yetenek, ona uygun bir ortama denk gelmemesi yüzünden “öncü” durumda kalabilir. Gerçi onun onuru ve değeri de “zirve”nin onur ve değerinden aşağı değildir.

“İmkân” derken rahatlığı, kolaylığı kastetmiyorum. Sanatçı, her şartta ve imkânda yine de bir çilenin adamıdır. Çilesini çekmeyen ve doldurmayan deha, deha değildir. Benim üzerinde durduğum imkân, sanatçının günlük yaşantısı, geçimi için ona sağlanan imkân değil, daha çok, “ibda” zamanı gereksindiği imkânın ona verilmesidir.

Bu imkân her zaman için maddî bir imkân da olmayabilir. Kimi özgürlüğe, kimi araştırmaya, kimi maddî imkâna ihtiyaç duyabilir. Ya da dönem dönem şuna ve buna.

Demek istiyorum ki, ipek böceğinin kozasını örmesi çin dutluk lazımdır. Dutlukları yok ederseniz ipek böceği de, iplikçilik de zamanla kaybolur gider... Ya da bugün olduğu gibi sentetiğe, suni iplikçiliğe döner.

Sizin kastettiğiniz anlamda “imkân ve yeteneğin bir araya gelmesine tesadüf diyemeyiz o zaman.  

[Tabii]. Mimar Sinan’ın, Bâki’nin, Kanuni devrine rastlamasını tesadüf olarak kabul etmek mümkün değildir. Goethe’ye Weimar’da sağlanan imkânların da Faust’un özünde olmasa bile ortaya çıkışında bir payı vardır. Firdevsi’ye de Gazneli Mahmud, sarayda bir pavyon vermiş ve ülkenin tüm kütüphanelerini emrine tahsis etmişti. Kanuni, başka hiçbir zafer, başarı ve işle değil, sadece Bakî’yi keşfedip değerlendirmekle, Mimar Sinan’ın kendi çağında yaşamasıyla övünüyordu. Hüseyin Baykara da Ali Şir Nevai ve daha nicelerini değerlendiren bir hükümdardı.

Sanatçı, her şartta ve imkânda yine de bir çilenin adamıdır, dediniz. O halde bu imkânların ona sağlanmasını umursamaz, hatta bu imkânlardan hoşnut bile olmaz, diyebilir miyiz?

[Tabii, mesela] Firdevsi saraydan sıkılıp kaçtı. Goethe onca saygı ve sevgiye rağmen, çevresince anlaşılmadığını söyledi ve sık sık İtalya’ya indi, İtalya serazatlığını anıp durdu. Ve rivayete göre Sinan, bazen ortadan kayboldu. Ve Bakî, koca hükümdarın onu el üstünde tutmasına rağmen “Minnet Hudâ’ya, devlet-i dünya fenâ bulur/ Bâki kalır sahife-i âlemde adımız” dedi.

Deha taştan, topraktan, tabiattan ve toplumun kürek kemiğinden bir şeyler koparan güçtür. Elbet, zaman zaman kendine dönüp kendi kendinden de bir şeyler koparacaktır. Her ibda büyük bir tüketime dayalıdır. Eğer tüketecek bir şey bulamazsa, deha kendini tüketir. Hem de kimsenin ve hiçbir şeyin tüketemeyeceği şekilde ve kadar.

Efendim, birçok kavram birbirine karıştırılmış, hatta sizin bir yazınızda ifade ettiğiniz şekliyle “arapsaçına dönmüş, önü ardı alınmaz kavgalar” haline gelmiş. Bunlardan biri de “Osmanlıca” üzerindeki kargaşa. Siz bu konuda ne dersiniz?

Önce şunu belirtelim, Osmanlıca diye bir dil yoktur, sadece ve sadece Türkçe vardır. Osmanlı dönemi, Türkçenin en zengin bir kültür ve medeniyet haline geldiği bir dönemdir. Atalarımızın verdikleri eserler, kurdukları edebiyat ve düşünce düzeni, yaşadıkları kültür hayatı, Türkçeyi, İslâm medeniyetinin, Arapça ve Farsça gibi bir kültür ve medeniyet dili haline getirmiştir.

Osmanlı dönemindedir ki Türkçe, İslâm medeniyetinin ana dillerinden biri olma özelliğini kazanmıştır. Bu konuda yazılacak çok şey vardır. Ancak bu belki ayrı bir [söyleşinin] konusu olacak kadar geniş bir konudur. Şu kadarını belirteyim ki, Selçuk saraylarında resmî dil Türkçe değil Farsçaydı. Karamanoğlu Mehmed Bey’in emri, pratik bir ömrü olmayan, kâğıt üstünde kalmış bir sözden ibarettir. Asıl Osmanlı Türkleridir ki Arapçayı ve Farsçayı da yadsımadan kendi dillerini hem resmî dil hem halkın dili hem edebiyat dili olarak geliştirmesini ve yaşatmasını bilmişlerdir.

Özet olarak söylemek gerekirse Türkçeyi, Rumca ve Farsça arasında ezilip boğulmaktan kurtaran atalarımız olmuştur. Bunu ırkçı düşüncelerle yapmış değillerdir. Kendi ana dilini korumak, insanın en tabiî hakkıdır.

Osmanlı döneminde ırk olarak Türklerin, önemli ve merkezî bir rol oynamasına rağmen ırkçı bir millet anlayışı gütmemelerinin altını çiziyorsunuz.

Evet. Ve İslâm medeniyeti içinde, tüm insanı hedef alan bir toplum fikrine ulaştılar. Yüce ideallere inanmış, onun medeniyetini kurmuş bir milleti gerçekleştirdiler. Bu da ayrı bir [söyleşi] konusu olduğundan, daha uzatmak istemiyorum. Özet olarak söylenecek olan, bizim yirminci yüzyılda, yeni yeni bir millet olduğumuz değil, bin yıldan daha da artık zamandan beri bir millet olduğumuz ve çok ileri ve yüksek dönemler yaşamış bir millet olduğumuz gerçeğidir.

Edebiyatımız ve şiirimizin şimdiki zamanını ve geleceğini düşünürken bu gerçek gözden kaçırılırsa, içinden çıkılmaz, boş, bilim bakımından temelsiz, indî bir takım laflar kalabalığından öteye geçemeyen yazılar enflasyonuyla karşı karşıya kalınır. Bugün olduğu gibi.

Bugün için ve bu kıymetli söyleşi için çok teşekkür ederiz. [1]

 

 

 

 

 

 

 

 


[1] Bu söyleşi, Üstad Sezai Karakoç’un “Edebiyat Yazıları-I”, “Edebiyat Yazıları-II”, “Edebiyat Yazıları-III”, “Ruhun Dirilişi” ve “Diriliş Neslinin Amentüsü” kitaplarından iktibas yapılarak hazırlanmıştır.

Yeni yorum ekle

Plain text

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.

İstatistikler

Bugün Toplam Toplam
0 kez görüntülendi. 567 kez görüntülendi. 0 yorum yapıldı.