GEÇMİŞ ZAMAN SÖYLEŞİLERİ
Gerçek bir yazarın toprağa sırlanması, bir tohumun toprağa atılmasına benzer. Onun gidişi bir yok oluş değil, bilakis diriliştir. Yazıp çizdikleri ne zaman gerçek bir okura ulaşacak olsa, yazar bir daha dirilir. Yeniden ve defalarca dirilir... Ölüm geldiğinde herkesin söz hakkı bitse de bir yazarın söz hakkı ve konuşma süresi hiç bir zaman bitmez. Hayattayken söyledikleri kürsüye geçer ve sahibine vekâleten onlar konuşmaya başlar. Sözü daha da bereketlenir. Ebedîleşir. Yeşerir. Bire bin verir. Geçmiş Zaman Söyleşileri, bu bereketin tecessüm etmiş hâlidir. Ardında eserler bırakan yazarların, hayattayken yazıp çizdiklerini büyük bir titizlikle ve dikkatle okuyarak müstesna fikirleri ve altı çizilen satırları yeniden gün yüzüne çıkarmak ve onları hayalî bir söyleşi ikliminde okura yeniden sunmaktır. Bundan murad, kıymetli söz’e ve o sözü söyleyene bir vefa borcudur. Sözün sahibini hayırla anmak ve onun sadaka-i câriyesi olmaktır.
1916’da, bir Anadolu kasabasında doğdunuz. Bir konuşmanızda, babanızın sizin doğum tarihinizi bir Kur’an kapağına 13 Kanunuevvel 1332 olarak kaydettiğini söylemiştiniz. Biraz ailenizden, biraz da çocukluğunuzdan bahsederek başlayalım dilerseniz söyleşimize.
Sekiz yaşına kadarki hayatım bulanık, başsız sonsuz bir hatıralar yığını... Ailem Dimetoka’dan göçmüş. Babam, çeşitli nikbetler yüzünden hayata küsmüş eski bir yargıç. Az konuşan, çatık kaşlı, hareketlerine akıl erdiremediğim bir insan. Annem, bu yabancı dünyada âşinası olmayan hasta bir kadıncağız, silik, mızmız...
Sonra hayal gibi belirip kaybolan bir amca, iki abla. Ve kitaplar: Türk Sazı, Musavver Tarih-i Harb-i Yunan. Ötesini hatırlamıyorum. Sonra Reyhaniye. Çerkez mahallesindeki ev. Bahçe, dere, ağaçlar ve mektep. Babamı yine akşamları görebiliyorum. Ablam Antakya’da okuyor. Ben yalnızım. Kasabanın çocukları hep korkunç. Bol bol dayak yiyor, her çeşit hakarete uğruyorum. Şikâyet edeceğim kimse yok. Mektep bahçesinde çocuklar oynuyor. Ben yine yalnızım ve yabancıyım. Yabancı yani düşman. Dilim başka ve gözlüklerim var. Kendimden utanıyorum. [Böyle bir çocukluk].
Bu yüzden mi kitaplara kaçtınız?
Düşman bir çevrede ister istemez kitaplara kaçtım. Yani düşünceye ve edebiyata hür bir tercih sonunda yönelmedim. Yaşamak için kendime bir dünya inşa etmek zorundaydım. Böyle bir kaçışı kolaylaştıran tesadüfler de var tabiî. Babam akşamları aileyi toplayıp kitap okurdu mesela. Ablam fenn-i terbiye ve ruhiyat gibi konularla uğraşırdı. Amcam Hamid Bey’in kitapları, genç tecessüsümü alevlendiren bir hazineydi. Zalim ve kıyıcı bir gerçekten kurtulmanın tek çaresi, reel dünyadan kitaplar dünyasına sığınmaktı.
Kitap bir limandı benim için. Kitaplarda yaşadım. Ve kitaptaki insanları sokaktakilerden daha çok sevdim. Kitap benim has bahçemdi. Hayat yolculuğumun sınır taşlarıydı.
[Aman] ben putperest değilim, kitaba tapmıyorum; içindeki ses, içindeki ışık, içindeki sevgi, içindeki ruh, içindeki çile, içindeki gözyaşı, içindeki tecrübe çekiyor beni.
Şahsiyetinizin teşekkülünde etkisi olan hocalarınız kimlerdi?
Ali İlmî Efendi [vardı]. Feleğin çemberinden geçmiş, rindmeşrep bir Osmanlı’ydı. Birinci Dünya Savaşı’ndan önce Dar’ul-Fünûn’da metin şerhliği hocalığı yapmış. Siyaset, bu sesiz sedasız, bu zevkperest şairi vatanından uzaklaştırmış. Niçin, nasıl, hiçbir zaman anlayamadım. Farsçası mazbut, aruza hâkim, babacan, ârif bir divan şairi. Hasbelkader edebiyat muallimi olmuş. Hissî ve fikrî hayatıma büyük katkıları olan bir hoca, hatta bir dosttu. Şiir dünyasına onun rehberliğinde girdim.
Memduh Selim [vardı bir de]. Mülkiye’den mezundu. Fransızca, Ermenice ve Kürtçe biliyordu. Abdullah Cevdet’in rahle-i tedrisinden geçmişti. Metin, çetin ve lüzumundan fazla ciddi bir adamdı. İlk kompozisyon dergisinde kâğıda mürekkep damlattığım için numaramı bir hayli kırmıştı. Laubalilikten hiç hoşlanmazdı. Noktalama, satır başlarına dikkat etme gibi yazı yazmanın işçilik diyebileceğim yönleri üzerinde ne kadar titiz davranmak gerektiğini usanmadan ihtar ederdi. Daha sonra tercüme hocamız oldu. Chateaubriand’ın “Son İbn-i Saraç’ın Maceraları” adlı eserini onun sınıfında Türkçeye çevirdik. [Aslında] Memduh Selim için ayrı bir jurnal yazmalıyım.
Yazdıklarınıza dair aldığınız ilk ciddi eleştiriyi bizimle paylaşmak ister misiniz?
Lise üçte Bazantay adında bir Fransızca hocamız vardı. Bazantay, edebiyat fakültesi mezunu ve edebiyat doktoru idi. Bir ara müdür oldu liseye. Yazı hayatımda ilk gurur darbesini ondan yedim. Tarihle ilgili bir kompozisyon söz konusuydu, konuyu çok iyi hatırlamıyorum. Kendimden emin, on beş yirmi sayfa karalayıp takdim ettim. Kâğıtlar geri verildi, yine en iyi numarayı ben almıştım: Yirmi üzerine yedi. Yazdıklarımın dörtte üçü silinmiş, kenarına “gevezelik, konu ile alakası yok, uyuyor musunuz” gibi iltifatlar döktürülmüştü. Dayak yemekten çok daha ağır bir hakaretti bu. Ama ilk ciddi yazı dersi idi. Anladım ki aklına geleni yazmak, yazmak değildir.
Söz ilklerden açılmışken, size tesir eden ilk edebiyatçıları da konuşalım.
Nazif, hayatımın ilk mukaddes isimlerinden. Benim için edebiyat şiir demekti. Nabi’ye, Fuzûli’ye, Nedim’e âşıktım. Benim için nesir sanatının gerçek temsilcisi Refik Halit’ti. Halep’te yayımlanan “Vahdet” ve “Doğru Yol” gazetelerini günü gününe okuyordum. Refik Halit, hecenin en usta şairleri kadar âhenkli yazıyordu, tazeydi, samimiydi ve mükemmeldi. Nesrin de edebiyatın gür ve ihtişamlı bir kolu olduğunu Refik Halit’ten öğrendim.
1930’larda Tarık Mümtaz’ı tanıdım. Refik Halit bir kaynaktan fışkıran su kadar berraktı. Tarık Mümtaz, seller kadar bulanık ve köpüklü. Biri sanattı, öteki tasannu... Evet, Refik Halit’i çok beğeniyordum ama onun gibi yazmak, bayağılığa düşmeden tabiî olmak, o yaştaki bir insan için erişilmesi güç bir hayaldi.
İlk yayınlanan kitabınız hakkında ilk yazıyı da Refik Halit yazdı yanılmıyorsak.
Evet, ilk yazıyı Refik Halit yazdı. 19 Mayıs 1943’te, Tan Gazetesi’nde. Birkaç yıl sonra tanıştık. [Maalesef] küstah, nobran, ciddiyetsiz ve cahil bir insanla karşılaştım. Saygım, hayal kırıklığına inkılâp etti. Bu arada “Yezidin Kızı” ve “Anahtar”ı okudum. Balzac’tan sonra ikisi de çok yavan geldi. “Daima para kazanmak için yazdım, edebiyat benim için yalnız bir vasıta olmuştur.” diyen romancıya ne kadar hayranlık duyulabilirdi?
Peki düşünce hayatınıza tesir eden ilk isimler kimler?
Balzac edebiyatta ilk aşkımdır. Düşünce dünyasına onunla girdim. Fikrî gelişmemi en çok etkileyen yazarlar Paul Bourget ve Taine.
Niçin?
Belki biraz onlara çekmişim de ondan. Düşünce dünyamı en çok etkileyen kitap Doktor Buchner’in Madde ve Kuvvet’i. Zira bu kitap materyalist felsefenin en mükemmel eseri. Düşünce hayatıma yön veren öteki ustalar: Rousseau ile İbn Haldun. Rousseau’dan Nietszch’ye, Nietzche’den Hegel’e ve şakirtlerine geçiş.
Kitap demişken, kitaplarınız hakkında da konuşalım biraz. Bu Ülke, Umrandan Uygarlığa, Mağaradakiler, Kırk Ambar, Işık Doğu’dan Gelir... Bizler için sizin kitaplarınızın her biri düşünce dünyamızı aydınlatan birer kandil, elimizi tutan birer rehber. Peki müellifi nasıl tarif ediyor kitaplarını?
Evet... “Bu Ülke” yarım asırlık bir tetebbuun, bir sanatçı mizacından süzülen usaresidir. Bir mesaj, daha doğrusu bir çığlıktır; kesif, dertli, derbeder. “Umrandan Uygarlığa”, “Bu Ülke”nin devamıdır. Zamanla çiçekleşen tomurcuk düşünceler[den ibarettir]. Zirvelerle uçurumlar arasında bir diyalog. Büyük acıların ve büyük ümitlerin kitabı. Bir devrin, daha doğrusu bir medeniyetin muhakemesi. Asya’nın Avrupa ile hesaplaşması. “Mağaradakiler” çarpık, güdük ve yerine oturmamış düşüncemizin kurşunkalemle çizilmiş bir taslağıdır. Belki sevimli değil ama dürüst bir kitaptır. “Kırk Ambar” bir mefhumlar kamusudur. Derbeder ve dağınık bir ansiklopedi. Başka deyişle, kurmak istediğim büyük âbidenin birkaç sütunuyla birkaç odası... Bataklığa fırlatılan bir kaya parçası, kurbağaların bile barınmadığı bu ölü sularda en küçük bir ses çıkmadı. “Işık Doğu’dan Gelir” büyük âbideye birkaç sütun, birkaç oda daha ekliyor.
Edebiyata nasıl başladınız? Edebiyat yolculuğunuzda edindiğiniz kanaatler nelerdir?
Kitaplarımı okuduğunuza göre edebiyata nazımla başladığımı biliyorsunuz. Bu, hem edebiyatımız hem de dünya edebiyatı açısında çok tabiî. Hayatı kelimeler dünyasında geçmiş bir insan olarak yazılarımda hep “güzel”i aradım. Önce bütün divanları -bulabildiklerimi kastediyorum- tarayarak başladım işe. Bu yolculuklardan edindiğim kanaati birkaç cümleyle hülâsa edeyim.
Nazmın en mükemmel örnekleri aruzla yazılmıştır. Aruzun musikisinden mahrum bir nazım, klasik vasfına layık değildir. Şiir, önce musiki olduğuna göre nazmın âhenginden kolay kolay vazgeçemez. Hececiler de hiçbir zaman aruz şairlerinin ulaştıkları irtifaı bulamadılar.
Muhtevaya gelince... Mükemmel bir nazmın gerçekten şiir olabilmesi için geniş bir irfan, zengin bir kelime hazinesi vazgeçilmez şartlardır. Samimiyet, yani söylenenlerin gönülden fışkırması da icap eder.
Kimi genç yazarlar nesri nazma, kimi genç şairler de nazmı nesre yaklaştırıyorlar. Aradaki sınır sanki bulanıklaşıyor. İkisini birbirinden ayrı tutmak için bu genç şair ve yazarlara ne tavsiye edersiniz?
Nazım, imkânlarını araştıran bir düşüncedir. Hatalarını bağışlatmak için musikinin yardımına muhtaçtır. Musikinin, yani veznin, kafiyenin. Nazım, ifadenin çocukluğudur: Sevimli ve serkeş. Nesir, bütün nazımları kucaklayan bir orkestradır: Girift ve kâmil. Kur’an mensurdur. Yedi Askı şairlerini secdeye kapandıran bir mensur.
Büyük nâzımların çoğu nesirde de büyüktürler. Namık Kemal ve Haşim gibi. Genç nâsirler, nazmın tezhibinden geçseler şüphesiz ki üslupları daha derli toplu, daha tantan, daha ölçülü olur.
Peki bugünkü nesir, edebiyatın neresinde?
Bugünkü “düz yazı”nın ne edebiyatla münasebeti var ne haysiyetle: Bed, cıvık, yüzsüz. Kelimeler ibarenin içinde, tımarhaneden fırlayan akıl hastaları gibi koşuşuyor. Hepsinin sırtında aynı urba, bakışlarında aynı mânâsızlık. Nesir yok artık. Nazım var mı ki?
Edebiyatta yenilik ne demek?
Her kemal yenidir, her bayağı fersûde. Şiirden şuuru kovan ve nesri, bir saralı tümceler tımarhanesine çeviren bu yeni, ne bir cüceler edebiyatı ne bir mikro-edebiyat: Rüştünü idrak etmeden kocayan nesillerin kendi kendini tahrip insiyakı. [Başka bir şey değil].
Bir kitabı okurken “Ne güzel kitap!” diyoruz. “Yazar da tıpkı benim gibi düşünmüş.” diyoruz. Okurun bu heyecanı, yazarla aynı frekansta buluştuğunu, yazarın söylemek istediklerini anladığını mı gösterir sizce?
Yanlış, şöyle dememiz gerekir: “Bunu daha önce hiç düşünmemiştim, ama galiba doğru.” Yahut, “Belki şimdi anlayamıyorum, birkaç gün sonra anlarım.” Önce teslimiyet, anlamak cehdi. Yazarın gerçekten değeri varsa, bir hamlede kavrayamazsınız. Söylemek istediklerini bütünü ile söyleyemez yazar, söylemek de istemez. Gizler, istiarelere başvurur.
Derin bir düşünceyi anlamak, o düşünceyi kavradığımız anda derin bir düşünceye sahip olmaktır. Kendi içine, kendi kalbine inmektir. Nesneleri bulutlar arkasından görürüz. Düşünmek, bu sisleri yırtarak aydınlığa varmaktır.
Yazar, düşüncesini yardım olsun diye sunmaz. Bir mükâfattır bu. Lâyık mısınız, değil misiniz? Anlamak ister. Tabiat da öyle değil mi? Altın neden toprağın derinliklerinde? Okurken araştırmaya çıkacağınız maden: Yazarın düşüncesi veya niyeti. Araçlarınız: Zekâ ve bilgi. Kayayı kıracak, madeni eriteceksiniz. Önce kelimeyi fethedeceksiniz, sonra heceleri, harfleri.
Bazen kitap okurken sadece ilham alıyoruz, kafamız ise dilediği gibi çalışıyor. Suallerimize cevap bulamıyoruz. Sadece bir takım arzularımız uyanıyor, iştiyaklarımız alevleniyor. Sizce neden böyle oluyor?
Kitap her sualimizi karşılayamaz, doğru. Ama hangi sohbetten doyarak çıkarız? Bu kanma bilmeyen susuzluk, insanın alınyazısı değil mi? Şüphelerimizi, tereddütlerimizi arzın ve zamanın bütün büyük zekâları çözemezse, dar bir coğrafyanın ve hasis tesadüflerin karşımıza çıkardığı bir insan nasıl çözebilir? Kitap denen uçsuz bucaksız okyanusta daima yeni keşifler yapmak kabildir. Hangimizin irfanı o sonsuz “belki”yle boy ölçüşebilir?
Psikolog bir romancı, Revue Philosophique’de “Okuma Hastalığı” adlı bir makale yayımlamış. Biz okumayı şifa veren, iyileştiren bir iksir olarak düşünürken okumanın da bir hastalık türü olabileceğini duymak bizi epey şaşırttı. Sizce haklılık payı var mı bu teşhisin?
Bütün medenî ülkeler, okumuyoruz, diye şikâyet ediyor. Kitaplar çoğaldıkça okuma sevgisi azalıyor. Ama yine de birçokları için okuma bir hastalık, [doğru]. Böyleleri incelemek, düşünmek, dinlemek, eğlenmek için okumaz; okumak için okur. Ne sanat heyecanı ararlar ne zekâlarını geliştirme emelindedirler. Çok okurlar, ellerine geçeni okurlar. Sabırsızdırlar, sırtlarından bir yük atmak isterler sanki. Okuduklarını reddetmek veya tartışmak ihtiyacını duymazlar. Kitap kapanır kapanmaz, içindekiler unutulur. En büyük zevkleri kitap değiştirmektir. Her matbuaya saldırırlar. Kimi yarısını okur kitabın, kimi yalnız sonuna bakar. Kimi de bir baştan bir başa okur. Okur gibi yapanlar da cabası. Hepsi de rüya görür gibi okur.
Bu tiryakilik tembelliğin marazî bir şeklidir. Okuma delisi, birçok şeyleri anladığını vehmeder. Başkalarının sözleriyle yetinmek, her konuda başkasının anlayışına, başkasının fikirlerine başvurmak, alışkanlıkların en kötüsüdür. “Kitapta okudum, gazete yazıyor.” gibi sözler iradenin ve kişiliğin yokluğunu gösterir. Aşırı ve düzensiz okuma hafızayı ve düşünce mekanizmasını bozar. Hasta gündelik hayattan kopar, çevresinde olup bitenleri göremez, anlayamaz. Marazî okumaların belirtilerinden biri hafıza zayıflamasıdır. Hasta, gerçek hadiseleri unutur, okuduklarını hatırlar, kitaptaki olaylara bağlanır. Kendi başına muhakeme edemez olur.
[Ayrıca dikkat ettiyseniz] o makalede yazar söylediklerini şöyle hülâsa eder: “Okuduğunu tahlil etmeyen, daha önce okuduklarıyla karşılaştırmayan, her an kendi kafasını kullanmayan zekâsını mahveder. Okumak, sayfanın bütününü, cümleleri, kelimeleri anlamaktır. Dikkat gevşeyince gölge düşünceler kalır kafada. Çabuk okuyan dikkatini teksif edemez.”
“Okumak, bir dostluk kurmaktır.” diyor Proust. Diğer dostluklardan farkı nedir bu okumanın?
Diğer dostluklardan farkı samimiyetinde. Konusu bir ölü, bir uzaktaki. Bunun için de hasbî ve iç açıcı. Çirkinliğinden sıyrılmış bir dostluk. Saygı, şükran, bağlılık dediğimiz ve o kadar yalanla karıştırdığımız bütün o merasimler, bütün o nezaket gösterileri kısır ve yorucu. Dostluklarımız çok defa tesadüfün eseri. Bir sempati başlangıcı, düşünülmeden söylenmiş bir söz, yanlış anlaşılan bir iltifat, yazdığımız ilk mektuplar müebbeden çözemeyeceğimiz bir alışkanlıklar ağının ilk düğümleri. Okuma, dostluğun ilk saf hâlini irca eder. Kitaplarda merasime ihtiyaç yok. İstersek akşamı onlarla geçiririz. Çok defa istemeyerek ayrılırız. “Hakkımızda ne düşünecekler? Acaba bir patavatsızlık yaptık mı? Hoşlandılar mı bizden? Falanı görünce bizi unutacaklar mı?” gibi saf ve sakin bir dostluk.
Ne alâyişe lüzum var ne gevezeliğe. Sükût içinde bir kaynaşma. Kendi kendimizle baş başa kalış. Sükût, söz gibi kusurlarımızın, sırıtışlarımızın izini taşımaz. Yazarın düşüncesi ile kendi düşüncemiz arasına egoizmleri sokmaz, konuşmayı yabancı unsurlarla zehirlemez. Kitap, sahiden kitapsa dili saftır. Yazar, yabancı cisimleri ayıklamış, düşüncesini olduğu gibi sunmuştur bize. Her cümlesi bir sonrakine benzer. Aynı ses, aynı perde. Yazarı aksettiren bir ayna.
Konuyu biraz değiştirelim, ailenizden bahsedelim. Eşiniz Fevziye Hanım’la nasıl evlendiniz? Daha doğrusu severek mi evlendiniz?
Hayır, severek evlenmedim. Hayatımı bir zebanî ile birleştirecek kadar yalnızdım. Yalnız ve yabancıydım. Bir kadın ilk defa olarak adımı taşımaya razı oldu. Bir kurtuluştu bu, paryalıktan kurutuluş, cehennemden kurtuluş... Bilmediğimiz ülkelere yelken açan bir gemiye atlar gibi el ele hayata atladık. Ben onu tanıdıktan sonra yaşamaya başladım. Bunları söylemekten korkuyorum. Yirmi iki sene gelişen, kökleşen bir sevgi bu. Hayatımız daima güzel miydi? Hayır. Ama mevsimleri vardı, hâlâ da var. O benim vatanım. Kokladığım hava, içtiğim su. Ben şımarık ve yaramaz bir çocuk oldum zaman zaman ama o hep aynı kalmasını bildi.
Ne kadar güzel. Fakat genel olarak değişken bir karakteriniz var sanki. Hiçbir şey sizi mutlu etmeye yetmiyor; her şeyin etkisi kısa sürüyor gibi. Bu iniş çıkışların sebebi nedir?
Ruh dünyamda âni iklim değişlikleri oluyor, evet. Eşya hüviyetini değiştiriyor. Çevrem Sibiryalaşıyor birden. Bu tünele girişleri yalnız karaciğere bağlamak kabil mi? Sebeple netice arasında münasebet yok. Her günkü hayatımı yaşarken değişiveriyorum. Belki haklıyım, belki bu şartlara Zaloğlu Rüstem’in granit vücudu [bile] dayanmazdı.
[Sizin de sorduğunuz gibi] bu iniş çıkışlar niçin? Bir gün önce hoş karşıladığım cevaplar, bir gün sonra beni çılgına döndürebiliyor. Beşir Fuat, delirmekten müthiş korkarmış. Annesi hastaymış galiba. Bu korku yüzünden kıymış canına. Ve tabiî birçok mucip sebepler bulmuş kendince. Ben de babam gibi olmaktan korkuyorum. Yataktan çıkmak istemiyorum bazen. Uyumak değil bu. Hiç kimseyi görmek istemiyorum. Bir şizofreni başlangıcı mı? Bilemem ki.
Kitapla, okumakla bu kadar içli dışlı biri olan Cemil Meriç, gözlerini kaybettikten sonra nasıl biri oldu? Neler değişti hayatında?
Bazen kuyuya benziyor hayat; kör, pis, zehirli bir kuyuya. Boğuluyorum, ölüme koşacak mecalim kalmıyor, kimseyi görmüyor gözüm. Sevdiklerim yabancılaşıyor. Kitaplar tuğla oluveriyor birden. Dostlarımın sesini tanımıyorum. Varlığım bir tele asılıyor. Bir kâbus bu, bir hastalık. Gözlerimi kaybettikten sonra bu kuyuya sık sık düştüm. İstediğini yapamamak, sakatlığımdan doğan bir aciz. Acıları dev aynasında büyüten rezil bir hassasiyetim var. Aczime tahammül edemiyorum.
[Bir adam düşünün]. Bir elinde bavul, ötekinde baston. Bavulunda acıları, korkuları, ümitsizlikleri, bavulunda mazisi. Ve tek desteği Mahmutpaşa’dan iki buçuk lira mukabilinde alınan baston.
Tekrar yayınlara dönelim dilerseniz. Mesela biraz dergilerden konuşalım. Derginin sizdeki tedaîleri nelerdir?
Dergi, bir şehrin iç sokakları gibi mahrem ve samimidir. Devrin çehresini makyajsız olarak onda bulursunuz. [Mesela] kitap fazla ciddi, gazete fazla sorumsuzdur. [Ama] dergi, hür tefekkürün kalesidir. Belki serseri ama taze ve sıcak bir tefekkür. Bir neslin vasiyetnamesidir dergi; vasiyetnamesi, daha doğrusu mesajı.
Ya kapanan bir dergi?
Kapanan bir dergi, kaybedilen bir savaş, bir hezimet veya intihardır.
Bir de romanlar var. Bizde romanın mazisi çok eski değil. Divan edebiyatında niçin roman yok mesela?
Niçin olsun? Batı’nın ilk romanlarından biri Topal Şeytan. Kahraman, evlerin damını açar, bizi yatak odalarına sokar. Roman başlangıcından itibaren bir ifşâdır. Osmanlı’nın ne yaraları vardır ne de yaralarını teşhir etmek isteği. Hikâyeleri ya bir cengâveri eleştirir ya hisse alınacak bir kıssadır.
Romanın burjuvaziyle doğduğunu söylerler. Burjuvazi Avrupa’nın imtiyazı, daha doğrusu yüz karasıdır. Bir kelimeyle roman, başka bir dünyanın, başka bir ruh ikliminin, başka bir toplumun eseridir. Daha zavallı bir dünya, daha dişi manevî bir iklim, daha geveze bir toplumun...
Başka bir tabirle, bu edebî nevi bir buhranın, bir uyuşmazlığın, reelle ideal arasındaki bir nispetsizliğin çocuğu. İçtimaî bir sıhhatsizlik, hiç değilse bir tedirginlik alameti. Sınıf kavgalarıyla sahneye çıkışı bundan. İnanan bir toplumda, pürüzlerini yok etmiş bir toplumda, hayalî çözüm yolları aramaya ihtiyaç duymayan bir toplumda romanın ne işi var?
Osmanlı, Osmanlı kaldıkça Batı romanı’nı anlayamazdı. Önce uzun bir temessül, daha doğrusu tesemmüm merhalesinden geçecek, iktisadî ve içtimaî müesseseleriyle değişecekti.
Medeniyet can çekişiyor. Gök bomboş, hayat abes; roman bu kalpsiz dünyanın insanını bütünüyle sahneye koymak iddiasında. Bütünü, yani çarpık insiyakları, hayvanca iştihaları, çılgın arzuları veya arzusuzlukları ile. Bezirgân hayasızlığın üzerine bir şal attı: Cinsî bunalım. Sade, kütüphanelerin şeref misafiri, sadizm abesin ikiz kardeşi.
Voltaire, mütercimi uşağa benzetiyor. Kendini efendisinin yerine koyan bir uşağa... Hak veriyor musunuz bu benzetmeye?
Yanlış. Üstat, mütercimle tercümanı karıştırıyor. Mütercim, mutlak’ı arayan bir çılgındır. “Felsefe taşını” bulmaya çalışan bir simyagerdir. Bir Sizifos’tur belki. Bir haber taşıyıcısı değil.
Rivarol için de bir üslup temrinidir tercüme. En büyük faydası, insana kendi dilinin imkânlarını tanıtmasıdır. Belki doğru, ama hakikatin bütününü kucaklamıyor bu hüküm de.
Tercüme bir fetihtir. Yalnız dili değil, düşünce ve hassasiyetin girift dünyasını da zenginleştiren bir fetihtir.
Peki kamûs bir millet için ne ifade etmeli?
Kamûs, bir milletin hafızasıdır, yani kendisidir. Heyecanıyla, hassasiyetiyle, şuuruyla... Kamûsa uzanan el, namusa uzanmıştır. Her mukaddesi yıkan Fransız İhtilali, tek mukaddese saygı göstermiştir: Kamûs.
Eski sözlüğe kızıl bir külah geçirdiğini söyleyen Hugo, tek kelime uydurmamış. Sembolizmin üç silahşörü de öyle. Ama kullandıkları her kelime yeni. Heyhat! Batı’da cinnet bile terbiyeli.
Kamûs deyince aklıma geldi. Bazı kelimeler, belli bir anlamın dışına çıkamıyor ve belli bir dönemi çağrıştırıyor. Mesela “gerici” ve “ilerici”nin kaderi de böyle. Siz nasıl yorumluyorsunuz bu iki kelimeyi?
Gerici, bir toplumun gelişmesini sağlayacak hiçbir yeniliği istemeyen, her yönüyle eskiyi özleyen ve eski düzeni getirmeğe çalışan kimse. Meydan-Larousse böyle diyor. Tarifin tek kusuru bu ucûbenin hangi çağda, hangi ülkede yaşadığını söylememesi. Murdar bir hal’den muhteşem bir maziye kanatlanmak gericilikse, her namuslu insan gericidir.
IV. Murat’a “Süleyman devrine dön!” diye haykıran Koçi Bey’den Reşit Paşa’ya kadar Osmanlı Devleti’nin bütün ıslahatçıları gericidir. Dante, yaşadığı çağdan iğrenir. Balzac, eserini iki ezelî hakikatin ışığında yazar: Kilise ve krallık. Dostoyevski maziye âşıktır. Dante gericidir, Balzac gericidir, Dostoyevski gericidir...
Gerici, ilerici... Düşünce hürriyeti bu mülevves kelimelerin esaretinden kurtulmakla başlar. Düşünce hürriyeti ve düşünce namusu.
Sizce aydın, yani münevver olmanın yolu nedir?
Aydın olmak için önce insan olmak lazım. İnsan, mukaddesi olandır. İnsan hırlaşmaz, konuşur; maruz kalmaz, seçer.
Bazı ideolojiler dönem dönem Türkiye’nin elini kana buladı. Nice gençler yok yere hayatını kaybetti. Keşke bu ideolojiler hiç olmasaydı, diyesi geliyor insanın. Tekrar aynı hataya düşmemek için bir tavsiyeniz, öngörünüz olur mu gençlere?
İdeolojiler, uçurumları aydınlatan hırsız fenerleridir. İstemesek de onlara muhtacız. Kaosu kosmos yapan insan zekâsı, tecrübelerini ideolojilerde sergilemiş. İdeolojiye düşmanlık, tek izm’e teslimiyettir. İdeolojiler, siyaset dünyasının haritalarıdır. Haritasız denize açılınır mı? Ama harita tehlikeli bir yolculukta tek kılavuz olamaz. Pusuluya da ihtiyaç var. Pusula: Şuur. Tarih şuuru, milliyet şuuru, kişilik şuuru...
İdeolojilerin peşine takılanlar pusulasızdırlar. Gemi ya kayalara çarpar ya batağa saplanır. İdeolojilerin ışığına göz yumanları sloganlar yönetir. Karanlık kinlerin birbirine saldırttığı çılgın sürülerin savaş çığlığıdır slogan. Düşünce ile çığlık bağdaşmaz. Şuurun sesi çığlık değildir. Yabani bağırır, medenî insan konuşur. Bu çocuklar, yıllarca konuşturulmadı. Hınçlarını üç beş kelime ile suratımıza tükürüyorlar. İdeolojileri yasakladığımız için hışımlarına uğradık. Demokrasinin demopedi olduğunu kimse düşünmedi. Aczin hürriyetperverliği yalanların en namussuzu. Bahşedilen hürriyet, ölmek ve öldürmekti.
Toprak sarsılıyor! Hep birden esfel-i sâfiline yuvarlanmak istemiyorsak gözlerimizi açmalıyız. İnsanlar sloganla güdülmez. Düşünceye hürriyet, sonsuz hürriyet. Kitaptan değil, kitapsızlıktan korkmalıyız. Bütün ideolojilere kapıları açmak, hepsini tanımak ve Türkiye’nin kaderini onların aydınlığında fakat tarihimizin büyük mirasına dayanarak inşa etmek. İşte, en doğrusu bu.
Kalem sahiplerine ne gibi bir sorumluluk ya da vazife düşüyor?
Kalem sahiplerine düşen ilk vazife telaş etmemek, öfkelenmemek, kin kışkırtıcısı olmamak. Halkı okumaya, düşünmeye, sevmeye alıştırmak. Bir kılıcın kazandığı zaferi, başka bir kılıç yok edebilir. Kalemle yapılan fetihler, tarihe mal olur, tarihe, yani ebediyete [mâl olur].
Son olarak hayatınızı iki kelime ile özetlemenizi istesek.
Hayatımı iki kelime hülâsa eder: Öğrenmek ve öğretmek.
Bu güzel röportaj için çok teşekkür ederiz.[1]
[1] Bu söyleşi, merhum Cemil Meriç’in “Bu Ülke”, “Jurnal”, “Mağaradakiler” ve “Kırk Ambar” kitaplarından alıntı yapılarak hazırlanmıştır.
Yeni yorum ekle