Rasim Özdenören'le Yalnızlık ve Yazmak Üzerine Sohbet

07 Kasım 2022

Sayın Özdenören, hayatı seviyor musunuz, diye sorarak başlayalım söyleşimize. 

Hayatı seviyorum mu diyelim yoksa yaşamayı seviyorum mu diyelim? Birincisi soyut bir kavrama göndermede bulunuyor. Oysa ben doğrudan kendi nefes alıp vermemden, kalbimin attığını hissetmemin hâsıl ettiği sevinçten söz açmak isterim. Hayata belki saygı duyduğumu söylemem daha doğru olurdu. Ama ben yaşamayı sevdiğimi [bu vesileyle] ilan etmek isterim. 

Kendi hayatını sevmemeyi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Kendi hayatımızı sevmeyi başaramamışsak ya da bunu becerememişsek, aslında onu bir gaye uğruna feda etmeye hazır olduğumuzu söylememizin nasıl bir değeri olduğunu, kendi kendimize bir daha sormalıyız. Fedakârlık ve feragat, ancak feda ve ferağ edilen nesnelere bir değer yüklendiğinde anlam kazanır. Yoksa feda ve ferağ edilmiş olan şeyle neden vazgeçilmiş oluyor? 

Zaaflarınızı dile getirmekten çekinmeyen birisiniz. Değil mi?

Image

Evet, son zamanlarda sanki durmadan zaaflarımı sayıp döküyorum. Bundan keyif mi alıyorum? Dilim söylemeye varmıyor ama yaşlandım mı? Kimilerini biliyorum, daha yirmisindeyken kendisinden yaşlı biriymiş gibi söz eder. Gene kimilerini bilirim ki her sözün başında “Bu yaşımda...” diye başlayan cümleleriyle ahkâm kesmeye bayılırlar. Ben o kümede yer alanlardan değilim. Hiçbir zaman kendimi yaşlı başlı biri olarak görmedim. Bu yaşımda da kendimi öyle yaşını başını almış biri gibi görmüyorum. Kendimi hep acemi hissettim. Yalnızca yazı yazmanın değil, hayatın da acemisi hissettim. 

Birileri vaktiyle benim ürkek biri olduğumu söylemişti. Doğrudur. Hayattan ürküyorum. Yazmaktan ürküyorum. Hata yapmaktan ürküyorum. Bütün bunlar kendimi acemi hissetmek değilse, nedir? Hayattan ürken birisi hayatın acemisidir. Yazmaktan ürken birisi yazmanın! Hata yapmaktan ürken biriyse, uzman görünememenin kaygısını taşır. Bütün bunlarsa benim zaafımdır. 

Kendimi hiçbir zaman yaşını başını almış biri diye görmüyorsam, bu, belki de gizlice genç insanın hatasının affedilebilir bir şey olduğunun, yaşlı birinin hatasınınsa affa müstahak olmadığının düşünüldüğüne dair kanaatimden ileri gelmektedir. İşte, fark edilmesi zor olan bir zaafım daha.

Dostoyevski, insanın fıtratındaki zaafları çok başarılı bir şekilde ortaya çıkaran bir yazar. Onun bu yönünü nasıl değerlendiriyorsunuz?

Doğru. Dostoyevski, insanın fıtratında meknuz olan zaafları ortaya çıkartmanın dehasına sahip bir romancı. Yer Altından Notlar’ın kahramanı, insanın zaaflarını kendi kişiliğinde acımasızca sayıp döken biri olarak karşımıza çıkartılıyor. O, kendisini kötü saydığı zaman onun kötülüğüne, iyi saydığı zaman da iyiliğine inanıyoruz. O anlatının her satırı insanın iç çelişkileriyle, zaaflarıyla dolu. İnsan, ona acımalı mı, kızmalı mı, kestiremiyor. Ve sonunda, işte ben buyum, demekten kendini alamıyor. 

Adam hasta olduğunu sezinliyor, fakat tedaviden kaçınıyor. Tıbba saygı duyduğunu söylüyor, fakat hemen tıbba saygının bir boş inanç olduğu yargısına ulaşıyor. Ama ardından, kendisi gibi tahsilli bir adamın böyle bir inanca sahip olmasının yersiz olduğunu, tedaviden kaçınmasının doktorlara azizlik etmek istediğinden ileri geldiğini ileri sürüyor, ama bundan da vazgeçip tedaviden kaçınmasının inadından ileri geldiğini belirtiyor. Ama sonuçta ne olduğu anlaşılmadan kalıyor.

Bunlar çok kimsenin kendinden bile gizlediği insanî gerçeklikler. Kimilerinin, fıtratlarının bir parçası olan bu gerçeklikleri kabul etmek istemeyişleri bile, farklı bir düzlemde bir zaafın ortaya çıkmasından başka bir anlama gelir mi?

İnsanın kahramanlığı da onun zaaflarının içinde yatıyor. Eğer zaaflarımız olmasaydı biz nasıl kahraman olabilirdik? Neye göre olurduk? Eğer zaaflarımız olmasaydı kahramanlığımızın değeri mi olurdu? Hiçbir şeyden korkamayan birinin davranışına kahramanlık denebilir mi? Elini ateşe uzatan bir çocuğun yaptığı iş kahramanlık mıdır? Ama ateşin ne olduğunu bilen birinin gerektiği yerde kendini ateşe atmaktan kaçınmaması kahramanlık sayılır. Çünkü o korkmasına rağmen -ki korku insanın zaafıdır- ateşe atılabilmektedir. Ateş ister elle tutulabilir olsun ister manevî yaşantı alanına ait bir konumda bulunsun...

Korku insanın zaafıdır, dediniz. Korku bir zaaf mı gerçekten?

Evet, korku bütünüyle insana mahsus bir zaaf. İsterseniz duygu diyerek yumuşatabilirsiniz bu özelliği. Ama insanın öteki zaafları gibi bu da kendi kudretini bağrında taşıyor. Çünkü insan korkudan masun olsa, onun meydana getirdiği kültür ve uygarlık ürünlerinden hiçbiri ortaya çıkmış olmazdı. İçinde yaşadığımız barınaktan, üstümüzü örtmek için kullandığımız örtülere, baltalarımızdan ateşli silahlarımıza kadar ne varsa, başka ihtiyaçlarımızın yanında, biraz da korkuya karşı kullanılan bir kalkan yani bir silah olarak icat edilmiş değil midir?

Şimdi biraz da korkularım yüzünden kendimi insan olarak algılamaya hak kazanmış olduğumu hissediyorum. Çünkü insanlar korkar, hayvanlar korkmaz. 

Korkunun da bir meziyet olduğuna karar verdikten sonra, insanın korktuğunu itiraf etmesinde korkacak ne var? Bütün mesele belki onu nasıl dışarıda tutabileceğimizin sırrını keşfedebilmekte toplanıyor. 

İlk korkunuzu hatırlıyor musunuz?

İlk kez bilinçli bir şekilde korktuğumda dört yaşındaydım. Uzak akrabalarımızdan öğretmen okulunda okuyan ve o tarihte 15 yaşlarında olduğu söylenen kız çocuk veremden ölmüştü. Onun sözü ediliyordu. Kız çocuğun ninesi, uzun uzun, onun bahtsızlığından bahsetti. Ev içi sıkıntılarından, doğduğundan beri geçirdiği hastalıklardan, annesiyle babasının kavgalarından... Bir yandan bunları anlatıyor, bir yandan da ağlıyordu. İşte o sırada torununun, mezarda ve öbür dünyada rahat etmesi için Allah’a niyaz etti. Onun, kabir azabına uğramamasını istedi. 

Ben can kulağıyla onu dinliyordum. O ana kadar, ölen ablaya gözyaşlarıyla karışık bir acıma duygusu taşıyorken, ona yapılan bu dualar birden içimi ürpertti. Kabir neydi? Azap neydi? Kabir azabı neyin nesiydi? Ve Şahadil kelimesi... Bu kelimeyi ilk kez bütün harfleriyle o sırada işittim. O da ürperdi verici bir kelimeydi. Mistik, korkutucu, tuhaf bir kelime. Çok sonraları bu kelimenin Şeyh Adil’den galat olarak ve o zatın adına telmihen Maraş kabristanına verilen isim olduğunu öğrendim. Daha sonra da o zatın Allah dostlarından biri olduğunu. Fakat bütün bunlar o sırada, dört yaşında olan çocuğun meçhulü idi.

Bütün bunları işittiğim ana kadar, annemle ve uzak akrabamızdan o nineyle birlikte oturmakta olduğumuz divandan ayaklarımı sarkıtmış sallandırıyordum. O karışık sözler kafamda nasıl vehimler uyandırdıysa, ilkin ayaklarımı sallandırmaktan vazgeçtim, sonra da onları yukarıya çekip dizlerimi karnımın içine topladım. Çünkü sarkıttığım ayaklarımı divanın altından çekip benimle birlikte götüreceklerdi! Bilmiyorum, artık Şahadil’e mi, ölüm azabının çekildiği bir yerlere mi? Korkmayıp ne yapacaktım, nerelere kaçacaktım, nereye sığınacaktım?

Yalnızlığı neyle ilintilendiriyorsunuz?

Yalnızlık denen o feci duygunun, insanın bir geçmişinin olmasıyla bağlantısı olacağını düşünüyorum. Geçmişi olmayanın geleceği olmaz;

Image

 bunu herkes biliyor. Fakat ben geçmişi olmayanın şimdisi de olmayacağını düşünüyorum. Bir kurbağanın, bir tırtılın, bir kirpinin, ne bileyim bir kedinin yaşantısını tahayyül ettiğim gibi kendi yaşantımı da tahayyül ettiğimde, böyle bir yaşantıda yalnızlığın yerinin olmayacağı düşüncesine ulaşıyorum. Çünkü yalnızlık, yalnızlığın, yani yalnızlık olgusunun ve kendi varlığının farkına varılmasıyla mümkün olabilecek bir duygu. Hayvanın, böceğin, bunun farkına varmasının sağlayacak ne duyuları ne de duyguları var. O zaten kendi mutlak yalnızlığının dünyasına gömülmüş olarak ve kendi zatının da bilincinde olmadan hayatını sürdürür. Çokça söylendiği gibi sürekli bir şimdinin içinde yaşar. Bir kedinin, kendi mutlak yalnızlığının içinde yaşaması, onun yalnızlığı bilmemesiyle eşanlam taşır. 

Oysa insan, hiçbir zaman yalnız değildir. Yalnızlık onun için eğer hastalıkla eşleşmiş bir duydu değilse, istisnai bir haldir. Çünkü o sürekli biçimde kendi tarihiyle birlikte yaşar: Yani can sıkıntısı, bıkkınlık, usanmışlık gibi duygular onun kendi kişisel tarihinin içinden çıkıp gelir. Daha önce paylaşma imkânını elinde bulunduran kişinin bu imkânı yitirmiş olması, onun yalnızlığa yuvarlanması için yeterlidir. Paylaşma, kelimeleri ve cümleleri paylaşmaktan mülkiyeti paylaşmaya değin bir sürü şeyi kapsar. 

Gerçek yalnızlık bu mudur?

Gerçek yalnızlık, hem umutsuzdur hem umarsız. Bu aynı zamanda gideceği yeri olmamaya eşanlam taşır. Yani mutlak anlamda yalnızlığın, insanın sadece gideceği bir kimsenin bulunmayışı değil, aynı zamanda böyle bir umuttan mahrum bulunuşu anlamını taşıdığını da söylemiş olalım. Yalnızlık, insanın iradesiyle ve özgürce seçtiği bir durum olamaz.

İnsanın kendi özgür iradesiyle seçtiği ve içine girdiği yalnızlığı, şimdi üzerinde konuştuğumuz türdeki yalnızlıktan (mutlak yalnızlıktan) ayırmamız gerekiyor. İnsanın kendi seçimiyle yaşamak istediği yalnızlık eğitici, öğretici, verimli bir yalnızlıktır. Dağ başlarında inzivaya çekilenler, hücrelerinde itikâfa çekilenler ya da kalabalık içinde halvet yaşayanlar, kendi iradeleri dışında içine fırlatılmış oldukları bir durumu değil, fakat kendi özgür seçimlerinin sonucunu yaşarlar. Kaldı ki bu durum, kendini yalnızlığa çeken insan bakımından umutsuz ve umarsız bir yaşantıyı dile getirmez. O, başlarıyla iletişim kurmaktan mahrum olduğu için değil, kendisi öyle istediği için yalnızlığı yaşamaktadır. 

Bu durum, mahvedici, kahredici, helak edici duyguların yaşanmasını değil, fakat insanın kendi içinde kendisini çoğaltmasını, insanlarla daha sıkı ilişki kurabilmesini elde etmenin yolunu açar. İnsan böyle bir yalnızlığı seçmez, nefsini eğitme amacına yönelik olarak denemek ister. 

Bir Müslüman, mutlak bir yalnızlık içine düşer mi?

Ben buna ihtimal vermiyorum. Çünkü Müslüman kültürü buna müsaade etmez. Bu anlamda yalnızlık, Batı kültürünün, Batılı insanın başına musallat ettiği marazî bir haldir. Batılı insan, yalnızlığıyla başa çıkmanın yıllarını arıyor. Ancak bulduğu yollar yapay ve düzmece görünüyor. Yalnızlıkla başa çıkmanın yolu başkalarıyla iletişim kurmaktan geçiyorsa, şimdiki Batı kültüründe bu iletişimin araçsallaşmış olduğunu söylemeliyiz. 

Araçsallaşmış iletişimde paylaşım, daha doğrusu tek taraflı veriş, sürekli, insandan makineye doğru yönelmiştir. İnsandan televizyona, sinemaya, kitaba doğru olan yöneliş, yalnızlığın aldatıcı bir telafisinden başka bir şey değildir. 

Neden aldatıcıdır?

Aldatıcıdır çünkü gerçek bir tatmin sağlamaz. Üstelik farklı bir düzlemde yeni bağımlılıkların, farklı yalnızlıkların yolunu açarak, insanın kendi yalnızlığının labirentinde oyalanıp kalmasına yol açar. 

Peki yalnızlıkla yazmak arasında bir ilişki bulunuyor mu sizce?

Benim kendi öznel tecrübem açısından bulunuyor. Bu yalnızlık, insanlardan uzaklaşma anlamında gelmiyor her zaman. Tasavvuftaki halvet der encümen halinin yaşanmasını çağrıştıran bir durumla karşı karşıyayız: Kalabalık içinde yalnız bulunmak. Kalabalık içindeyken bile hakikatle bağlantılı olmak. 

Ölüm, mutlak bir yalnızlıktır, diyebilir miyiz?

Evet. İnsan yalnız yaşamasa da yalnız ölüyor. Çoğu insanın belki çoktan ulaşmış olduğu bu gerçeği yeni bir şey söylüyormuşum edasıyla söylediğime bakarak beni kınayabileceğinizi aklımdan geçirmiyor değilim. Buna rağmen, ben geç kalarak ulaşmış olsam bile, ulaştığı gerçek, “benim” gerçeğimdir. Bana ait olan bir gerçekliktir. Ve sırf bu yüzden başkalarına aktarılmaya değer sayılmalıdır. Çünkü ben herkesin “kendi Amerika’sını” yeniden keşfetmesi gerektiğine dair köklü bir kanaatin de sahibiyim. 

Ölüm insanı niçin hüsrana uğratır?

Image

Aslında bizi hüsrana uğratan, sadece yakınlarımızın, bildiklerimizin, tanıdıklarımızın ölümüdür. Bilmediğimiz insanların ölümünü öğrenmekle hüsrana uğramayız. Böyle ölümlerden belki ibret alırız ama hüsrana uğramayız. Bir insanın ölümünden hüsrana uğramamız için onu tanımış olmamız gerekiyor. Ancak o takdirde onun ölümü bizim için “beklenen” olmaktan çıkar ve “beklenmeyen” bir niteliğe dönüşür. Ve istisnalar dışında bütün tanıdıklarımızın ölümleri, daima beklenmedik biçimde vuku bulur. İşte o zaman kendi kendimize sorarız: Dünyada yaşayan beş milyar kişinin içinde niçin ölen o oldu? Oysa o başkası için herhangi biridir, bir başkasıdır ve ölmesi tabiidir. Ama bizim tanıdığımız olan kişinin ölmesi, ölümünü zaman zaman tekrarlaması tabii değildir. O, ölmekle bizim hayatımızın düzenli akışını aksatmış olmaktadır. Biz herhangi bir insanın ve mesela kendimizin öleceğini bildiğimiz gibi onun öleceğini de biliriz, ama beklemeyiz. Bu yüzden hüsrana uğrarız. 

Bir yazınızda, aylaklık yapmanın bilinçli bir karar olduğunu söylemişsiniz. Bu manada siz de “aylaklık” yapar mısınız?

Genel manada aylaklık işsizlikse, yapacak bir işi olmamaksa bu anlamıyla insanın mutlak olarak aylak kalması imkân dışı görünüyor. Çünkü ben -az evvel sizin de belirttiğiniz gibi- aylaklık yapmaya “karar vererek” bu durumun içine girmeye teşebbüs etmişsem, adı “aylaklık” olan bir işi ifa etme niyetini taşıyorum demektir. Burada önemli olan “karar verme” fiilidir. 

Ben bir şey yapmaya veya yapmamaya karar veriyorsam, bir eylem üzerinde bulunuyorumdur. Bir şey yapmamaya karar vermek de en azından bir tavır takınmaktır, bu da bir eylemdir. Çünkü işin içine irade girmektedir. İradem, beni bir şey yapmak veya yapmayı ihmal etmek suretiyle bir eylem üzerinde bulundurmaktadır. Bu durumda ancak irade dışında maruz kalınan ataleti aylaklık sayabileceğimiz anlaşılıyor. Başka bir söyleyişle, insan, ihtiyarı dışında düştüğü işsizlik halinde aylak kalmış olur. Aksi takdirde, yani bile isteye insanın kendisini işten alıkoyması aylaklık sayılmaz, sayılmamalıdır da. Böylece aylaklığın insan için arızî bir durum olduğunu söyleyebilirim sanıyorum. Arızî ve irade dışı içine düşülen bir durum. 

Acaba ben gerçekten aylaklık yapıyor muyum? Yoksa kendimi mi kandırıyorum. Aylaklık nasıl yapılır? Raskolnikov, o harika cinayetini işleyip de kendisiyle baş başa kalıp bir zihin muhasebesine daldığı sıralarda uzun bir süre evden dışarı çıkmamıştı. Onun bu durumunu fark eden hizmetçisi merak dip artık çalışmayı bırakıp bırakmadığını sorunca, Raskolnikov halen çalışmakta olduğunu söylemişti. Hizmetçi de onun çalıştığını görmediğini ileri sürünce, “Çalışıyorum, çalışmaz olur muyum! Düşünüyorum.” cevabını vermişti. Hizmetçi anlamadığı bu cevabı şaka sanarak gülüp geçmişti. 

Peki Raskolnikov aylak sayılır mı? Elbette hayır. Çünkü o düşünüyordu. Düşünmek, iştir. Oysa aylaklık daima işsizlikle müterafık bir haldir. Acaba Orhan Veli’nin Dalgacı Mahmut’u aylak mıydı? Bana kalırsa o da gerçek anlamıyla aylak sayılmamalı. Çünkü onun da işi var: Göğü maviye boyayacak. 

Dostlukla aşk arasındaki farkı nasıl açıklarsınız?

Biz dostluğun iki kişi arasında kurulan bir ilişki olduğunu, oysa aşkın sevenden sevilene doğru gerçekleştirilen tek yönlü bir ilgi olduğunu söylemiştik. Dostluk karşılıklı bir alış veriş eylemiyken, aşk sevenden sevilene doğru yönelmiş bir verme eylemidir. Eğer aşkta da iki taraf olmuşsa, her iki taraftan da karşı tarafa doğru yönelmiş bir verme eylemi gerçekleştirilmiş olmaktadır. Bunun anlamı şudur: Aşk, muhatabından zorunlu bir karşılık beklemez. Aşk, karşılık beklemeden sürekli bir verme halidir. Aksi takdirde gıyabi aşkları açıklamak mümkün olmazdı. 

Aşk, dostluk gibi değildir. Dostluk, karşılık görmediği anda biter. Onu tek taraflı olarak sürdürmenin imkânı yoktur. Oysa aşk, daha başlangıçta, karşılıksız olarak doğar. Aşkın karşılığını bulması sadece mutlu bir tevafuk sayılmalıdır. Aşk biterse bunun sebebi, dostlukta olduğu gibi karşılığını görememeye atfedilmeli; ancak kendi özgül sebepleri içinde bir açıklamaya başvurulmalıdır.

Aşkın tek taraflı bir verme eylemi olduğunu ileri sürmek, söylenmeden de bilineceği gibi onun muhatabı olmadığı anlamına gelmiyor elbette. Aşkın elbette bir muhatabı vardır. Ortada sevilen yoksa, sevgi nasıl hâsıl olur? Ve sevilen kendini “sevdirmezse” seven onu nasıl sevebilir? Ancak bütün bu söylediklerimiz gene de bir karışıklığa yol açmamalıdır. Sevenin kendisini sevdirmesi başka, onun kendisini seveni sevmesi gene başka bir olaydır. Şimdi belirttiğimiz gibi eğer iki taraf da birbirini seviyorsa, her iki taraftan öbür tarafa doğru yönelmiş birer verme eylemi gerçekleştirilmektedir. Bu bir alış veriş değildir. Yani sen beni seversen ben de sana sevgimi veririm, ilişkisi değildir bu. Bu, muhatabından hiçbir bedel, hiçbir karşılık beklemeden gerçekleştirilen bir verme eylemidir.

Mecnun’un Leyla’ya hitaben, sen sen isen ben neyin nesiyim, yok eğer ben ben isem sen neyin nesisin, anlamına gelen beyti söylemesiyle onun aşkını farklı bir düzleme kaydırmış olduğunu anlıyoruz. Mecnun’un bir ifrattan başka bir tefrite mi düştüğü sorusu geliyor aklımıza. Aşk böyle bir olguyu kaldırabilir mi?

Mecnun, Fuzuli’nin çeşitlemesindeki ünlü beytiyle şunu söylüyor: Aslında sen varsan ben yokum, ben varsam sen yoksun; yani ikimiz aynı şeyiz. Özdeşleşmişiz. İkimiz bir “bir”i oluşturmuş haldeyiz. Seninle ben aynı şeyiz; biriz. Sen diye bir şey yoktur, ben diye bir şey yoktur; başkası yoktur. Varlığın birliği vardır. Ben ve sen ayrı ayrı değil, fakat ikimiz bir olarak o varlığı oluşturuyoruz.

Fuzuli’nin kullandığı diyalektikte de Mecnun hem olumlu hem de olumsuz anlatımları kapsayacak biçimde vahdeti vücut anlayışına uygun bir mantık düzleminde konuşmaktadır. O, Leyla’sını bulmuştur. Fakat bu Leyla artık Beni Amir kabilesinin kızlarından olan Leyla değildir. Daha doğrusu hem odur hem değildir; hem odur hem Tanrı’dır. Hem odur hem Mecnun’un kendisidir. Böylece bizim bizzat Mecnun’un kendisini som sevgi haline dönüşmüş olarak düşünebilmemiz imkân dâhiline girmektedir. Leyla tensel olarak düşünüldüğünde Mecnun’un sevgisini “Leylalar” arasında bölüştürebilmesi mümkündü. Fakat son durumda, yani Mecnun’un kendisinin sevgiye dönüşmüş olması halinde, sevginin bölüştürülebilmesi imkânı ortadan kalkmaktadır. O, som sevgi olarak varlığın, var olanın tümünü kapsayabilecek bir niteliğe kavuşmuştur veya varlığın kendisi olmuştur. 

Söyleşimizin sonlarına doğru biraz da edebiyat ve yazı üzerine konuşalım. Siz yazıyla hangi sanatı birbirine benzetiyorsunuz? Müzik, resim, heykel...

Yazı, bir veçhesiyle fotoğrafa benziyor. Düşüncemizin bir enstantenede dondurulması olarak bakabiliriz yazıya. Bir fotoğrafın okunması ne denli çeşitlemeye açıksa, bir yazının okunması da o denli çeşitlemeyi içerir. Bu demektir ki bir düşüncenin yazıyla bir enstantene halinde sabitleştirilmesi, onun tek boyuta indirgenmesine değil, bilakis çeşitlenmesine yol açar. Gelip geçici olan bir düşünce, bir anın içinde sabitleştirildiğinde, onun o sabitleştirilmiş çerçevesi içinde durup düşünme imkânını ve fırsatını ele geçirmiş oluruz. Aksi takdirde o düşünce zihnimizden ve belleğimizden kayıp gitmiş ve üzerinde bir daha durmak ve düşünmek fırsatımız da ebediyen yitmiş olurdu. 

M. Duras “Yazmak, insan yazsaydı ne yazardı, bunu öğrenme çabasıdır.” diyor. Siz bu sözü nasıl anlıyorsunuz?

Ben bunu şöyle anlıyorum: Yazmadan önce yazar, ne yazacağını bilmez. Yazmak işi yazarın ne yazacağını öğrenme çabasıdır. İnsan ne yazacağını önceden bilseydi zaten yazmasına gerek kalmazdı ve yazma işi zahmete değer bir iş olmaktan çıkardı. 

Peki siz bunu kabul ediyor musunuz?

Tam tamına değil. Çünkü yazmaya başlamadan önce insanın yazacağı şey hakkında hiçbir şey bilmediği ve onu yazıyı yazıp bitirdikten sonra öğrendiği faraziyesi, gerçek olanla tam örtüşmüyor. İnsan yazmaya tümüyle boş bir kafayla başlamıyor. Zihin, yazmaya başlamadan önce yazacağı hakkında tümüyle boş bir plak halinde bulunmuyor. Hatta bunun tam tersini düşünmek, akla ve gerçeğe daha uygun düşüyor. İnsan, ne yazacağını önceden biliyor ve onu yazmak üzere eline kalemi alıyor diyebiliriz. 

Her yazı yazan yazar mıdır? Yazar diye kime diyoruz?

Burada sözünü ettiğimiz yazar, elbette “modern zamanlarda” ortaya çıkan bir mesleğin mensubu olan bir kişiyi istihdaf ediyor. Modern zamanlardan önce de insanlar yazıyordu. Ama bugün kullanıldığı anlamda yazarlığı meslek haline getirmiş kimseler değildi onlar. Olayın ırası yazılan yazının hacmiyle de ilgili değildir. Bir İbn Arabi’nin beş yüz cilt tutan eser verdiği söyleniyor. Bir Mevlana’nın yazdıkları gene binlerce beyitle ifade ediliyor. Bir İmamı Rabbani’nin yazdıkları binlerce mektubu tutuyor. Ama bu insanlara gene de günümüzde kullanıldığı anlamda yazar diyemiyoruz. Çünkü günümüzde kullanıldığı anlamda yazarlık “yeni” bir olaydır. İşte bu yeni olan olay muvacehesinde yazar diye adlandırdığımız kişi kimdir? Her yazı yazabilen kişi yazar mıdır? Bu soruyu, yazılanın kalitesi bağlamında da sormuyorum. Yazı kaliteli olsun veya olmasın, o yazıyı yazan kişilerden hangisine yazar diyoruz, hangisini aynı adla çağırmıyoruz? 

Sanırım, en başta kişinin kendini ne olarak gördüğü öne çıkıyor. Kişi yazı yazarken kendini yazar olarak mı görüyor, yoksa yazı onun yaptığı bir işin bir uzantısı olarak mı ortaya çıkıyor? Eğer böyleyse ve mesela kişi, işi icabı yazı yazmak zorunda bulunuyorsa onun yaptığı işi yazarlık olarak görmüyoruz. Bir avukat da mesleğini icra etmek için yazı yazmak zorundadır. Veya bir müfettiş, teftişini yazıyla raporlar haline getirir. Ama biz onların yaptığı işi yazarlık olarak görmüyoruz.

Kendini yazar olarak gören kimse, kendisini yazıyla ifade etmediği zaman kendini görevini ifada ihmale düşmüş biri olarak görüyorsa, bence o kişiye yazar dememiz gerekiyor. 

Yazıda tasarının, planın rolü nedir?

Ben, yazarların dağınık ve sınırları pek iyi belirlenmemiş de olsa, belli bir taslakla, belli bir konu üzerinde iyi kötü yoğunlaşarak yazmaya başladıklarına kaniyim. Yazma esnasında daha önce öngörülmemiş bir kelimenin veya bir fikrin ortaya çıkması mümkündür. İşte o anda, yazar, kendini bu yeni fikrin mecrasına bırakıyorsa veya o anda zuhur etmiş olan kelimenin çağrışımıyla ilk tasarısını ihlal ediyorsa ve buradan önceden tasarlanmamış olan yeni bir yazının yolu açılıyorsa; bu durumun olsa olsa ilk tasarının değiştirilmesi ve yeni bir tasarının uygulanmaya konulması olduğunu söyleyebiliriz. Yani elimizde, başlangıçta bir tasarı vardı, uygularken onu değiştirdik. 

Hiç tasarlanmadan çıkan yazılar olur mu?

Olur tabii. Böyle yazılar, durduk yere işlenen cinayet gibi durduk yere ortaya çıkabilir. Bu durum bende ender olur. Ama tasarlamadan yazanlar için sanıyorum daha sık vaki olmalıdır. Önünde kâğıdı, elinde kalemi, masasında oturan bir yazar, durduk yere kâğıdına “bi şeyler” çiziktirirken, kelimelerle oynarken, bakarsınız, kendini çağrışımların seline kaptırmış gidiyor. sonunda, ortaya pek ala bir şiir ya da bir öykü veya bir denem çıkmış olabilir. Acaba gerçekten bu çiziktirmelerden elde edilen yazı büsbütün hazırlıksız mı elde edilmiştir? Asıl mesele bu. 

Tasarlamanın yanı sıra, yaşanmış olanı aktarmak, yazının başarısını etkiler mi? 

Bu yaşantının sınırı belli değil elbet. İç yaşantıda olabilir, dış yaşantı da... Yeter ki yazarın yazdığı, yaşamış olduğu olsun! Kimileri bu durumu öylesine abartır ki yazar olarak kendisiyle kahramanını karıştırmaya başlar. Ya kendisini kahramanının yerine geçmiş sanır veya kahramanının kendisi haline gelmiş olduğunu düşünür. Ve böyle bir “yaşantı”dan bir roman çıkartmaya teşebbüs eder ve iyi romanın veya şiirin ancak böyle bir yaşantı sonunda elde edilebileceğini düşünür. 

Aslında burada öyle sanıyorum ki yaşama ile tanıma birbirine karıştırılmaktadır. Bir şey (bir konu) yaşanarak da tanınabilir; bu, tanıma yöntemlerinden biridir. Ama tanımanın tek yöntemi değildir. Tanıma bir zihinsel süreç ürünü olduğu için insan bu sürecin akışına yalnızca yaşayarak girme zorunluluğuyla karşı karşıya bulunmaz. Yaşama dışında başka faktörler kullanarak da insan konusuna yaklaşabilir ve onu tanıyabilir. Durum, aynıyla hekimin bir hastalığı türünde bir olaydır. Hekimin tanıdığı; teşhisini koyduğu bir hastalığı önceden yaşamış olması gerekmez. 

Düşünün, Faulkner, Ses ve Öfke romanının kahramanlarından biri olan aptal Benjamin’i nasıl yaşayabilirdi? Onun yaptığı, kahramanının ruh halini yaşamak değil, onu tanımaktır. 

Susan yazar olur mu?

Susacaksa niçin yazıyor? Böyle susmak olur mu? Eğer bunun adı susmak değil, kaçmaktır denirse, o zaman biz de, demek ki yazar, kaçarak da bir şeyi anlatmanın üstesinden gelebilirmiş deriz. Değil mi ki onun yazdıklarından ve yazmadıklarından anlam çıkartmak mümkün oluyor. 

Yıllardır yazıyorsunuz. Hiç yazmadığınız zamanlar, yazı hayatınızda kesintiler, kopmalar oldu mu?

Arada zorunlu kesintiler olsa da o kesintileri hiçbir zaman kopma olarak algılamadım. En suskun olduğum zamanlarda bile içimdeki yazma arzusu sönmedi. Çünkü bir şeyler anlatma ihtiyacını sürekli duydum. 

Anlatmak istediğiniz neydi?

Kendimce anlatılması zor olan bir izlek belirlemiştim. Bir anın içine sıkışıp kalmış bir yaşantı parçasını anlatmayı dene, diyordum kendime. Örneğin bir çehreden bir anda gelip geçen bir gülümsemeyi anlat ya da göz pınarına birikmiş bir damlanın yanaktan süzüldüğü anı hedefle ve o anı yakalamaya çalış. Bu -daha önce de sözünü ettiğimiz gibi- bir fotoğraf makinesinin bir anda tespit ettiği bir görüntünün kelimelerle ifadeye vurulması demek oluyor. 

Durum, söylendiği kadar kolay değil alında. Çünkü o bir anın içine sıkışmış yaşantı parçasını dile getirmek, bir bakıma, o anın geçmişini de halin içine çekip getirmektir. Bir insan yaşantısının hiçbir anı, kendinden önceki anlardan bağımsız oluşmuyor. Bilakis yaşana o bir tek an, bütün bir geçmişi içinde barındırdığı gibi daha da ileri gidildiğinde geleceği de kapsıyor. 

Son olarak “ilk kelime”den bahsedebilir misiniz bize biraz. İlk kelime nasıl gelir? Veya ilk kelime beraberinde neleri getirir?

Her şey o ilk kelimeden sonra sökün ediyor aslında. Bir yazıya, ne kadar tasarıya bağlı olarak başlanırsa başlansın, gene de o ilk kelimenin belirleyiciliğine inanmak gerekiyor. O ilk kelimede bir tökezleme başlarsa sonuna kadar sürüyor. Ama orada bir akıcılık varsa, zihniniz kelimelerden önce uçup gidiyorsa, mesele kalmıyor. O kelimeler nasıl olsa bir yerde yakalanır, kıskıvrak tutulur ve kâğıda geçirilir. Durum, daha çok kararlılıkla ilgili aslında. O ilk kelimenin yakalanışı bile, o kararlılıkla ilgilidir sanıyorum. 

Bu kıymetli söyleşi için çok teşekkür ederiz.

Rica ederim.

 

Yeni yorum ekle

Plain text

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.

İstatistikler

Bugün Toplam Toplam
0 kez görüntülendi. 256 kez görüntülendi. 0 yorum yapıldı.