Kendi içinde uyumlu, sağlıklı, barışık kısaca mutlu bir toplumun inşası için, toplumu oluşturan tüm kesimlerin herkesin kabul alanına giren evrensel ilkelerin esas alındığı ortak değerler zemininde hareket etmelerinin yanında; bu zeminin sağlanabilmesi için üst yönetim mekanizmalarının toplumu bu ilkeler üzerinden organize edip, yönlendirmesi de beklenir. Bu organizasyon yine evrensel ilkelerin esas alındığı dinamik bir eğitim sisteminin kurulmasının yanında, eğitim sistemiyle eşgüdüm içinde yürüyecek toplumsal aktörlerinde devreye girmesini zorunlu kılar. Sağlıklı toplum derken aslında yaşamla barışık, kendini tanıyan, çevresini tanıyan, ilgi, istidat ve kabiliyetlerinin farkında olan ve bu farkındalığın gerektirdiği donanımları kazanmış, sosyal duyarlılığı gelişmiş, benlik-kişilik krizleri yaşamayan, varoluşsal meselelerini kendi irade ve tercihleriyle özgür olarak çözüme kavuşturmuş, kişilikli bireylerden bahsedilmektedir. Böyle bir eğitim sisteminin etkili yürütebilmesi için öncelikle makul, mantıklı ve bilimsel verilerin esas alındığı bir müfredat(Program), bu programı etkin bir biçimde işlerliğe sokabilecek nitelikli öğretmen ve tüm bu sistemi(üst-ara-alt) yine bilimsel ve rasyonel ilkeler üzerinden yönetebilecek liyakat esasıyla belirlenmiş yöneticilere ihtiyaç vardır. Bu bileşenlerden birinin olmaması sistemin tökezlemesini sağlayacak ve hedeflere hiçbir zaman ulaşılamayacaktır. Bu çalışmalar içerisinde, insanın ontolojik sorgulamalarına cevap bulabilmesini sağlayacak din eğitiminin de hesaba katılması elbette gerekir. Din eğitiminin metodu her zaman tartışma konusu olmuştur. Bu kritik alana dikkat çekme adına, ana hatlarıyla konuyu ele almaya çalışalım.
Modern Devlet ve Eğitim:
İlk ve orta çağ dönemlerinde var olan toplumsal yapıların homojen gruplar olması nedeniyle, bir kabile ya da feodal sosyoloji formu içinde yaşamak kaçınılmaz bir durumdu. Bu mensubiyete ait olanların eğitilme biçimi, o toplumun benimsediği düşünce ve inançlar esas alınarak sürdürülegelmiştir. Düşünce ve inanç olarak benzeşen yapılarda bu durum oldukça normaldir. Aydınlanma dönemiyle birlikte gündeme gelen modern devlet aygıtı, eğitim sistemini kendi soyut kimliği üzerinden inşa etmeye çalışmıştır. Modern devlette, heterojen grupların bir arada problemsiz olarak yaşayabilmeleri, evrensel ilkeler esas alınarak oluşturulan (ortak sözleşme) yasaların etkin yürütülmesine bağlıdır. Yasaların oluşum sürecinde tüm kesimlerin ortak payda ve hassasiyetleri dikkate alınır. Din eğitimi hususunda da bireylere özgürlük alanları tanındığı gibi, devletin her din ve buna bağlı yönelimlere eşit mesafede olması da bir kural olarak kabul edilir. Bu yapıda hedeflenen kimlik “vatandaşlık” bilincidir. Sosyal yapıyı kültürel ögelerin şekillendirmesi olağandır ve aynı zamanda gereklidir. Lakin, devlet mekanizması içerisinde hiçbir zümre ve sınıf imtiyazlı olmayıp; devletin her kesime eşit mesafede durması gerekir. Bu durum, sosyal barış, bütünlük, güven ve sağlıklı bir toplumsal yapı için teminattır. İslam’ın Medine dönemi, bu noktada örnek teşkil edebilecek nitelikte bir uygulamayı (Medine Sözleşmesini) gündeme getirmiştir. Bu uygulama daha sonraki dönemlerde ne yazık ki güncellenememiştir. Yaşadığımız bu çağ içerisinde aynı tarihi geçmişe sahip, aynı coğrafyada yaşayan toplumlar, kültürel kodlarını benzer referanslardan alsa da, hiçbir zaman eski homojenliğini devam ettirememektedir. “Din bir ihtiyaçtır ve bu ihtiyaç nasıl ve hangi yöntemle giderilmeli, sağlıklı bir din öğretimi nasıl olmalı, din eğitimine hangi yaşa aralığında başlamalı ve bu hususta nasıl bir politika oluşturulmalı, din ile kamu düzeni arasında nasıl bir ilişki/denge olmalı,” gibi zor sorular, gündemimizden çıkmayan ve farklı cevapları olan konular olarak bizi sürekli meşgul edecek gibi görünmektedir.
Din Nedir, Neyi Amaçlar?
Yapılan arkeolojik kazılar sonucu ortaya çıkan bulgular göstermiştir ki, topluluk haline gelmiş insanlar, kendi yaşam merkezlerini oluştururken kendilerine öncelikle ibadet yerlerini inşa etmişlerdir. Bunun en belirgin örneği Şanlıurfa Göbeklitepe kalıntılarıdır. Arkeologlar bu yerleşim yerinin bir tapınak olabileceği hipotezini gündeme getirmişlerdi. Aydınlanma dönemiyle birlikte dinin fonksiyonlarında belli değişiklik yaşanmış olmasına rağmen, ülkelerin politik tavır belirlemelerinde ve bireylerin varoluşsal sorunlarına cevap verecek tek olgu olarak din olgusu her daim varlığını devam ettirmektedir. Genel anlamda dinin/dinlerin amacı, “insanın yaşadığı zaman ve mekân içerisinde, varoluşsal sorularına cevap vermek ve buna bağlı olarak, insanın dünya ve umut ettiği öte dünya mutluluğunu temin için insanı Tanrı'yla, kendisiyle, diğer insanlarla ve tabiatla tanışık ve barışık olarak yaşamasını sağlamak,” şeklinde özetlenebilir. Özel anlamda, İslam inancına göre İslam’ın tanımı, din bilginlerince şu şekilde ifade edilmiştir: “Din akıl sahibi insanları kendi tercihleriyle bizzat hayırlı olan şeylere götüren ilâhî bir kanundur.” Bu tanımdan hareketle dinin amacının, “insanın kendisiyle ve yeryüzünde temas içerisinde olduğu varlıklarla sağlıklı ilişkiler kurarak, kendi türü içerisinde “ortak iyiler” zemininde yaşanabilir bir dünya imar etmek suretiyle, yaratıcısına karşı sorumluluğunu yerine getirme çabası” şeklinde ifade edilebilir.
Dinin Esası ve Özgürlük/Sorumluluk:
İslam inanç sisteminin arkaik döneminin (Mekke) ilke/söylem/iddiasına baktığımızda protest bir duruş hemen fark edilir. İmtiyazlı, sermayedar sınıfların halkı sömürdüğü, kölelik düzenin hâkim olduğu ve yoksul ve garibanın hiçe sayıldığı, tanrıya vasıtalar kılınarak (putlar) toplumun dizayn edilmeye çalışıldığı bir sosyal yapıya “la” emriyle müdahale etmiştir. İnsan olmanın onuru ve sorumluluğu, Allah’tan başka hiç kimse ve zümreye boyun eğilmemesi gerektiği üzerinde farkındalık oluşturmaya çalışmıştır. Bu serüven topluca ve bir anlık manifesto gibi gündeme gelmemiştir. Tavsiye ve emirler üzerinde farklı tevil çalışmaları olsa da, yaratıcının emirlerini akıl sahiplerine gönderdiği açıklaması pozitif anlamda aklı esas alan bir yaklaşım olarak görülmelidir. Yaratıcı muhatap aldığı insanın hayatı, olayları ve öğretilerini doğru anlayabilmesi için “düşünmez misiniz?” gibi uyarıları sürekli olarak vurgulamaktadır. Yaratıcı, insanlığa mistik bir yaşamı emretmediği, insanın yaşamla doğrudan irtibat kurarak bir imar çabası içinde olması gerektiğini tembihler. Yeryüzünü imar etmenin yollarının ne olduğu tekil düzeyde açıklamaz; lakin bunu ona bahşettiği akıl/düşünce ile yapması tavsiye edilir ve bu noktada insan sorumlu tutulur. Bu hususla ilgili kutsal metinde onlarca referans bulmak mümkündür.
Yaratıcı kendi emirlerine uyup uymama hususunda insanı özgür bırakmış olup, verilen sorumluluğun neticesinde hesaplaşma işini kendi katına bırakmıştır. Ancak, bu noktada ince bir ayrıntıyı fark etmek gerekir. İnanan bireyin en temel sorumluluğu yeryüzünü imar etmektir. Yaratıcı, yeryüzündeki haksızlığa ve zulme kendisi müdahil olmayıp, sınavın gereği olarak, haksızlık, hukuksuzluk, zulüm gibi tüm kötülükleri yeryüzünden kaldırma görevini insana yüklemiştir.
Bu söylemlerde bir tevildir. Aynı inanç esasları üzerinde şekillenen aynı mezhebin onlarca kolunun, onlarca meşrep üzerinden onlarca yorumu bulunmaktadır. Yani inancın içinde en dar çerçevede bile müşterek bir algı/tasavvur beklemek mümkün olamayacağına göre, dini inancın kesinlikle sezgisel/öznel kabul olduğunu ve bu kabulün herkeste farklı olabileceğini anlamadan din eğitimi üzerine yapılan her şey sonuçsuz kalmasının yanında, inançlar insanlar için hep bir ayrışma/ötekileştirme noktası olacaktır. Bu tespitin yanında çözüme katkı sunması açısından kritik bir öneriyi düşünmekte fayda olacaktır. Din eğitimi özellikle başlangıç aşamasında “tümel” bir bakış açısı üzerinden verilmesi gerekir. Din adına verilen her detay/ayrıntı, ana maksadın ıskalanmasını sağlayacak ve insanlara ayrıntılar üzerinden birbirleriyle sürekli cebelleşme alanı içinde bulacaklardır. Yaşanan acı gerçekler bunun ispatıdır.
Din Eğitimi Üzerine:
Tüm zamanlarda olduğu gibi, günümüzde de din eğitimi en çok tartışılan, konuşulan konuların başında gelir. Aydınlanma sonrası gelişen felsefi düşünceler (pozitivizm, natüralizm, determinizm vs.), deneysel araştırmalar ve pozitif bilimlerdeki gelişmeler sonrasında, bireyin yaşamında ve toplum ilişkilerinde dinin etkisinin azalacağı düşünülse de bireyin ontolojik sorunlarına hiçbir zaman tatmin edici cevaplar bulamamasından dolayı din, tüm zamanlarda gerekliliğini hep hissettirmeye devam etmiştir. Bunun yanında Avrupa toplumlarında sanayi inkılabı ve aydınlanma düşüncesiyle birlikte bireyin özgürleşmesi ve özne olması, devlet/kamu ilişkilerinde kilisenin etkisinin devre dışı kalmasını sağlamış, oluşan yeni durum, dinin yerini/niteliğini yeniden tanımlayarak kamu düzeninde seküler dönemin başlamasını sağlamıştır. Avrupa’nın kilise/din merkezli skolastik yapısı hiçbir değişime izin verilmemiş, toplum dogmaların cenderesinde tutulmuştur. 19. Yüzyıl sonrası Avrupa toplumu, kamu ilişkilerinde kilise ile bağını azaltmış olsa da genel anlamda, günlük yaşamında Hristiyan kültürünü devam ettirmiş ve okullarında vatandaşların isteğine bağlı olarak din eğitimini sağlamıştır. Ancak, seküler toplum, kendi aralarında yüzyıllarca süren cebelleşme sonrasında, bireysel ve kamusal ilişkilerini inanç tercihleri üzerinden değil de devlet yapısı içerisinde, normatif hukuk çerçevesinde yürütmeyi başarmışlardır.
Türk modernleşme serüveninden sonra, genel anlamda eğitim, özel anlamda din eğitimi, belli aşamalardan geçmiştir. Cumhuriyet sonrası değişen paradigma ile sürecin kendi doğası ve yöntemiyle ilgili problemlerden kaynaklı modern eğitim ve din eğitimi ile ilgili karmaşa ve belirsizlik sorun olmaya hâlen devam etmektedir.
Günümüzün en sıcak gündemini oluşturan din ve dindarlık kavramları çerçevesinde din eğitimi nasıl olmalı? Sorusunun üzerinde durmak, en azından bazı soru/sorunları gündeme getirmek sağlıklı bir toplum inşası için hayati önem taşımaktadır. Zira verilen onca dini eğitime ve sürekli gündemden düşmeyen dindarlaşma taleplerine karşın İslam toplumlarının görüntüsü pek iç açıcı gözükmemektedir. Bu noktada bunca çabaya rağmen İslam toplumlarındaki kendi iç dinamikleri ile bireysel olarak inandığı değerler arasında oluşan bu çelişkinin çözüme kavuşması için, bilimsel ölçütler üzerinden gerçekçi tespitlerin ve bu tespitlere yönelik, bilimsel çözümlerin bulunması gerekmektedir. Meselelere bilimsel perspektiften bakılması bile bazı (hatta genel kabul gören) dini yorumlar/sosyolojiler için problem teşkil etmeye devam etmektedir.
Dini Eğitim ve Pedagoji:
Meseleye İslam inanç sistemi üzerinden bakıldığında, Hz. Peygamber bir hadisinde, “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim” diyerek, o dönem Arap toplumunda ıskalanan ahlak ve vicdanın yeniden harekete geçmesini hedeflendiği söylemek sanırım yanlış olmaz. Bu hadisin referansı olabilecek şu ayete bakmakta fayda vardır. “Şüphesiz sen, büyük bir ahlak üzerindesin.” (Kalem, 68/4) Bu noktada İslam Dini, öncelikle insanda varoluşsal olarak bilinçaltında olan vicdanı harekete geçirme ve bunun nasıl şekilleneceğini, hangi yöntemlerle bu işin uygulanabileceğinin yollarını göstermekte olduğu söylenebilir. Geleneksel referans alanları bir bütün olarak değerlendirildiğinde, dinin anlatımında insana ve onun psikolojisine uygun yöntemlerin olması gerektiği belirtilmektedir. Kur’an, ona tebliğ konusunda şu öneride bulunmuştur: “Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et…” (Nahl/125) Ayette geçen “hikmet” kavramı, çeşitli anlamlara gelmektedir. Hikmet, sözde ve fiilde doğruyu tutturmak, varlıkların özündeki manaları ve yaratanın emrini anlamak, varlık düzenindeki her şeyi yerli yerine koymak, doğru ve güzel işlere yönelmek, şeklinde özetlenebilir. Günümüz kavramlarıyla dini eğitim metodunu düşündüğümüzde doğal olarak “pedagoji” bilimi akla gelir.
Kelimenin aslı, Yunanca (Paid=çocuk, ago=yönetmek), dolayısıyla "çocuk yönetmek" anlamına gelir. Bu kelimenin Türkçe’de kısaca "çocuk eğitimi" olarak karşılık bulur. Çocuğun zihinsel, cinsel, ahlaksal ve sosyal beceriler ile kişilik gelişimini nasıl sağlayacağı üzerinden gelişim psikolojisi gibi yan dalların araştırma ve bulgularından yararlanır. Çocuğun, çevreye ve kendi doğasına uygun olarak pozitif yönde nasıl gelişeceğinin yolları üzerinde durur. Yani, çocuğun inşa sürecinde ve özel anlamda din eğitimi ile ilgili olarak, çocuğa hangi aşamada hangi değer ve davranışları, hangi usullerle kazandıracağımızın yöntem ve tekniklerini bu bilim sayesinde öğreniriz ve uygularız. Din eğitimiyle ilgili olarak, öncelikle dinin ana esasları ile bu esasların öğrenilmesi ve davranışa geçirilmesi sürecinde yapılan hataların bedeli ne yazık ki ağır olmaktadır. Bununla ilgili olarak her gün olumsuz örnekleri gündemden düşmemektedir.
Örneğin, George Washington Üniversitesi'nden Scheherazade S. Rehman ve Hossein Askari isimli akademisyenlerin, “Ülkelerin İslamilik Endeksi” adıyla yapılan araştırmada, ülkelerin içinde bulunduğu sosyal/siyasal yapı, “İslami ekonomi, Yasal yönetim, İnsani ve politikalar haklar ve Uluslararası ilişkiler” olmak üzere dört kategoride inceleniyor. Çalışmada, ülkelerin ne kadar İslami olup olmadığını anlamak için, 12 temel kriter üzerinden değerlendiriliyor. Söz konusu araştırmaya göre, “İslamilik Endeksi” sıralamasında ilk 10’a hiçbir Müslüman ülke girememiştir. Üstelik 2013 ve 2015 sonuçlarında da bu durum değişmemiştir. Buna göre 2015 yılında listeye ilk 10 ülke şöyle sıralanmıştır. “Hollanda, İsveç, İsviçre, Yeni Zelanda, Danimarka, Finlandiya, Norveç, Lüksemburg, Avustralya, Kanada.” Görüldüğü üzere Müslümanların ağırlıkla yaşadığı ülkeler değil, diğer din ve inançların, hatta inançsızların (İsveç nüfusunun %10’unun ateist olduğu ifade edilmektedir.) yaşadığı ülkeler “İslamilik Endeksinde” ilk sıraları paylaşmıştır. Bunun anlamı şudur: İslam dininin vaat ettiklerini Müslümanlar değil Hristiyanlar diğer inanç grupları ve hatta inançsızlar yerine getiriyor! Bu vahim ve enteresan bir tablodur… Ülkemiz bu sıralamada ancak 65. sırada yer bulabilmiştir.
Günlük yaşam ve kamu ilişkilerindeki yozlaşmalara sebep olarak verilen bilindik sıradan cevaplar, tatmin edici özellik taşımamaktadır. Oysa Türk toplumunu özel ve kamusal alanda din eğitimi kadar meşgul eden başka bir husus yoktur. Çocuklar, yüz binden fazla din görevlisi, din eğitimi veren okullar, kurslar, cemaatlerin müdahalesi ve bilgi bombardımanı ile şekillenmektedir. Peki, sonuç neden böyle? Diye sorulduğunda, genellikle ilgisiz cevaplar verilmekte, buna bağlı çözüm ve analizlerden uzak öneriler ve palyatif tedbirlerden başka gerçek öneriler sunulamamaktadır. Netice olarak, problemler daha da karmaşık hale gelmekte, azalmak yerine sürekli çoğalma eğilimi göstermektedir. Bu durumda, “nerede hata yapılmakta, problem nedir ve çözüm önerileri ne olmalıdır?” Sorularına psikologlar, ilahiyatçılar, sosyologlar ve pedagoglar tarafından acilen müşterek cevaplar bulunması gerekmektedir.
Bu noktada kendi birikim ve tecrübelerimiz doğrultusunda bazı tespit ve önerileri ortaya koymaya çalışalım.
Tebliğ ve Telkin:
(Yazıda ortaya koyduğumuz yaklaşım, insan doğası eksenli müspet bir tevildir.)
İslam inanç sisteminde “tebliğ” yani davet temel bir yöntem olarak esas alınmıştır. “Öyleyse ey Muhammed! Sen bütün insanlara öğüt ver…(Tur/52) “Sen öğüt ver! Esasen sen sadece bir öğütçüsün.” (Gaşiye/21) Bu ayetlerden de anlaşılacağı üzere Yaratıcı, peygamberden sadece buyruklarını insanlara duyurmasını istemektedir. Ne yazık ki günümüzde din öğretiminde yöntem olarak telkin kullanılmaktadır. Telkin, bir duyguyu, bir düşünceyi birinin belleğine iradi olmadan dayatma, ona aşılama olarak tanımlanmaktadır ki, bu insan doğasına aykırı bir uygulamadır. Gelişim olarak, inanç esasları ile ilgili sorumluluk alma dönemini akil baliğ olma şartına bağlayan dinimizin, bireyin akil olma dönemine geçme şartındaki maksadın, tercihte bulunma özgürlüğü olarak görülebilir. Birey, ona tebliğ edilen inancı, kendisine verilen akıl yetisini kullanarak, kendi iradesiyle benimsemeli ki, inanç gerçekten benimsenmiş olsun. Aksi durumda, bireyi şartlandırmak, zorlamak suretiyle kabul edilen din, kişiyi ikiyüzlü (münafık) yapmaya zorlar. Bu durum, günümüzün en temel problemi olup, kendini Müslüman olarak tanımlayıp da davranışsal boyutta sürekli eleştirilen kesimlerin çıkmazı burada yatmaktadır. Bu noktada İslami literatürde kategorize edilen bağlantılı iki kavram olan taklit ve tahkik kavramlarına bakalım;
İmanın bir hüküm oluşu, dolayısıyla iman etmenin bir tasdik eylemi olması gerekliliği bilinen bir gerçektir. Taklit, bireyin bir inancı delillere dayanmaksızın, ana-babadan veya çevresindeki insanlardan görerek ve öğrenerek ya da çevre baskısı neticesinde gayri ihtiyari benimsemesidir. Bir nevi, kişinin İslam toplumunda doğup büyümüş olmasının tabii sonucu olarak, o kişinin İslam dinini benimsemesi bu türden bir imandır. Lakin inanılan dinin hakikaten derinliğine benimsenmesi gerekir ki, gerçekten iman olsun. Tahkiki iman ise, delillere, bilgiye, araştırmaya ve kavramaya dayalı olan iman olup, kişinin özgür iradesi ve yürekten benimsemesiyle oluşan imandır. Allah Kuran’ da “Ey iman edenler, iman edin.’ Derken, inanıldığı zannedilen dinin esaslarını derinliğine anlayıp kabul etmeyi öğütlemektedir. Asıl problem de bu noktadan sonra başlayacaktır. Dünyaya gelen bir çocuk, hangi aşama ve gelişim düzeyinde din olarak neyi öğrenmeli ve bunun metodolojisi nasıl olmalıdır?
Çocukluk Dönemi ve Özellikleri:
Gelişim psikologları, çocuktaki kişilik gelişimi için en kritik dönemin okul öncesi dönemi olduğunu vurgulamaktadırlar. Piaget, bilişsel gelişimi dört evreye ayırmıştır. Bunlar, duyusal-hareket dönemi (0–2 yaş), işlem öncesi dönem (2–7 yaş), somut işlem dönemi (7–11yaş) ve soyut işlem dönemidir (11–12 yaş ve üstü). Örneğin, işlem öncesi dönemde çocuklar parça bütün ilişkisini kavramakta güçlük çekmektedirler. Çünkü, parça ve bütünü eş zamanlı düşünememektedir. Bu dönemdeki çocukların sıralamayla ilgili çalışmalarda bütünü parçalara bölemedikleri ve belli bir kural izleyemedikleri için sıralama ilişkisini koordine edemedikleri görülmüştür. Bu dönemde çocuk, cansız varlıklara da canlılara özgü nitelikler yükler. Çocuk, psişik dünyayı fiziki dünyadan ayıramaz ve gelişme döneminin başlangıcında kendi “ben”i ve dış dünya arasında kesin sınırlar belirleyemez.
Somut İşlemler Dönemine baktığımızda özetle, bu dönem çocukları yalnızca doğrudan kişisel deneyim yaşadıkları şeyler hakkında akıl yürütebilirler. Piaget’nin bu döneme somut işlem dönemi demesinin nedeni, çocuğun mantık yeteneklerini somut nesne ve yaşantılar üzerine uygulayabilmesidir. Soyut düşünme, daha sonraki yaşlarda gerçekleşecektir. Soyut İşlem dönemine baktığımızda; İdeolojik ve ahlaki gelişimle ilgili önemli adımlar atılır. Piaget’ye göre ergenlikte beynin olgunluğu, bu işlemleri yapmaya uygun hale gelmekle birlikte, soyut işlemleri yapabilmesi, çevreden gelen taleplere bağlıdır. Yani, ergenin soyut işlemleri başarabilmesi için, beynin olgunlaşmasının yanı sıra, soyut işlem yapmasını gerektirecek bir çevrede bulunması gereklidir.
Tüm bu kısa hatırlatmalara baktığımızda, çocukluk dönemini kapsayan bu dönemin özellikleri çerçevesinde din eğitiminin hangi içerikte ve hangi usulle verilmesi gerektiğinin ön koşullarını görebiliriz. Varlık tasavvuru oluşmayan, hayal ile gerçeğin ayırt edilemediği, bütün parça ilişkisinin kavranamadığı erken çocukluk döneminde din eğitimi olarak neler yapılması gerekir? Diğer yandan, çocukluk döneminin kişilik oluşumunun neredeyse tamamının şekillendiği dönem olması nedeniyle, bu dönemde din eğitimi adına yapılan her yanlışın, ileride dindar kimlik kaybının yanında, kişilik ve kimlik çatışması yaşayan bireylerin çoğalacağı da aşikârdır. O halde ne yapmalıdır?
Öneriler:
Bu sorunun cevabının sağlıklı verilebilmesi için, farklı düşüncelerde olan uzman, akademisyenlerin müşterek ilkeler çerçevesinde uzlaşma sağlamaları gerekir. Elbette bu ilkelerin eksenini bilimsel veriler oluşturmalıdır. Eğer toplum olarak sıkıntılarımıza çözüm bulmak istiyorsak, ortak akılla ve bilimsel ilkeler çerçevesinde çözüm yolları aramaktan başka yolun olmadığı açıktır.
Yukarıda alt başlıklar içerisinde de belirtildiği üzere, din eğitiminde hedeflenen nitelik, bireyin kendi iradesiyle oluşan ve içselleşen tercihtir. Buna İslami tanımda “tahkik” denilmektedir. Özellikle, belli ortamların neticesinde kabulü sağlanan ve taklide dayanan din algısı, ilerleyen dönemlerde problem oluşturduğu gibi, dinin hedefi olan eylem/amel noktasında yaşantıya dönüşmeyen çok kişilikli bireyler oluşturacak ve netice itibariyle bu da kendi içinde barışık ve iç huzuru tesis edemeyen toplumsal yapının oluşmasını tetikleyecektir. Bu istenilen bir durum olmamakta, doğru teşhis konulamadığı için sağlıklı bir tedavi de yapılamamaktadır.
Öncelikle bu hususta yapılması gereken şey, tarihi süreçte hurafe ve uydurma olarak dinimizin bünyesine sirayet etmiş ve dinin aslı olarak kabul görmüş fazlalıklardan arınmaktır. Dini esaslara bütüncül bakabilmek ve bunun öğretimi için doğru metotları uygulamaya koymak gerekir. İslam dünyası, dinin ana meseleleri üzerinde uzlaşıp bir medeniyet tasavvuru oluşturacağı yerde; sanki ana meseleymiş, (akait) gibi yoruma dayanan ayrıntılar üzerinde sürekli hasımlık ve düşmanlık üretmekten öte gidememektedir. Bunun çözümü için tali meseleler üzerinde oluşturulan mensubiyet/fırka/mezhep algısının ötesine geçmek ve yeni nesle dinin teolojisinden ziyade başlangıç aşamasında, çocuğun gelişimine uygun doğru usullerle dinimizin güzelliklerini bir yaşantı olarak göstermek ve benimsetmek şeklinde olmalıdır.
İnanmak, tekil bir eylemdir. Yaratan kişiden bu dünyada yaptıklarının hesabını sorarken bireysel olarak değerlendirmeye alacaktır. “…O gün kişi, kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden ve oğullarından / çocuklarından kaçacaktır…” (Abese:35) İşin esası, İslam inancında öncelikle bireysel tercih ve eylem vardır. Cemaat kavramı, dinin gereği olarak yanlışa müdahale etmek, zulmü ortadan kaldırmak, hakkı yerine teslim etmek ya da toplumda var olan problemlere müşterek çözüm yolları bulmak için duruma göre şekillenen taktiksel ve sosyolojik bir gerekliliktir. İnancımız birlikte hareket etmeyi önerir; lakin dini daha iyi yaşama için oluşturulan otonom yapılar, kendi kimliklerini oluşturarak bireyleri oluşturulan baskı kültürü çerçevesinde şekillendirip belli bir disiplin içerisinde tutarak ve yönlendirerek iddia edilen fayda sağlanamaz. Bu yapılar kişileri daha iyi dindar yapmazlar. Kendi iç disiplin ve kurallarını koyup, dış çevreden izole edilen cemaat yapıları bünyesinde bulunanlar elbette iyi niyetle bu daire içerisine girmişlerdir. Ancak bu kişilerin oluşan ve daha çok günlük yaşamı kolaylaştıran bu kültür içerisinde, her hangi bir yanlışa yönelik olarak tepki gösterip tutum geliştirme şansları yoktur. Olması durumda zaten yapı içinde barınamazlar. Bu yapıların en temel özelliği sorgulanamaz olmalarıdır. Oysa insan için inşa ettiği bilgi/birikim ve donanımla yaşanan olayları ilkesel değerlendirmesi ve buna göre davranış geliştirmesi gerekir. Kişiler bu yapılarda kendini tanımladığı kimlik dairesi içerisinde üst yönetimlerce belirlenen ve dinin gereğiymiş gibi öğretilen sanal ilkelere uymak zorundadır. Hayat içerisinde zuhur eden yanlış, haksızlık, zulüm vb. olaylara karşı ilke esaslı bireysel tepkilerde bulunma cesaretini göstermek zaten mümkün olmadığı gibi, cemaat disiplini gereği emir komuta prensibine uyarak sürekli manipülasyona maruz bırakılan ve ne yapacağı, nereye yönlendirileceği bilinemeyen yığınlar olarak varlıklarını sürdürürler. Bu açıklamaya en müşahhas örnek ülkemizin yaşadığı fetö darbesi olarak gösterilebilir. Temel sorun, bu tür yapıların toplumsal nazarda dinin akaidi bir gereğiymiş gibi algılanmasıdır. Bu noktada, devlette yaşama kültürünün iyi çözümlenmesi gerekecektir. İşin en kritik ve aslında tartışılması gereken ana noktası, dini inancın insanı davranış olarak iyilik(maruf) yönünden iyileştirmesine katkı sağlayan; yani kişilik üzerinden inşa etmesi gerekirken, kişileri hep maniple etme aparatı olarak kullanılan, sorgulamayı ve eleştirinin askıya alındığı “kimlikler” üzerinden inşa edilmesidir. Din bir kimlik değil, insanı geliştiren bir kişilik üzerinden yürütülmesi daha doğru bir yaklaşım olacaktır.
Diğer yandan, kamusal alandaki ilişkilerin niteliğini, kişilerin değer yargıları, inançlarından ayırmak elbette mümkün değildir. Lakin, kamusal ilişkilerde kişileri bağlayıcı olan ölçütler, müşterek benimsenen (inancın da gereği olan) kural ve kaideler ekseninde yürütülmez ise, toplum değer ve inançlar üzerinden yine sürekli olarak manipülasyona maruz kalması kaçınılmazdır. Bir kişinin kimlik beyan etmesi, o kişinin deklare ettiği kimliğe gerçekten inandığının ve o kimliğe uygun kişilik geliştirdiğini garanti edemez. Sonuçta o kişi sadece eylemleriyle/amalleriyle bilinebilir. Daha önceleri, İslami hassasiyetinden dolayı alternatif ekonomi modeli diye holdinglere paralarını kaptıran binlerce vatandaşın iyi niyeti, birilerince hep suiistimal edilmiştir. Bu noktada, devlet örgütlenmesi içinde yaşayan bireylerin aynı düşünce ve inançta olması beklenilmediği gibi, inancında ne derece samimi olduğu da hiçbir zaman bilinemeyecektir. Buradan şu noktaya varılabilir. Devlet: müşterek bir sözleşme üzerinden vatandaşların örgütlendiği, herkesin “kendini emin hissettiği”, kendi düşüncesini özgürce söyleyip savunabildiği, inancını yaşayabildiği, yaygın anlamda dini prensip gereği herkesin herkesten emin olduğu yerin adıdır. Yani, güvence yasalar üzerinden oluşturulmalıdır. Aksi taktirde, inanç ve tercihler üzerinden sürekli kargaşaya fırsat verilir. Kişiler arasındaki ilişkilerde belirleyici unsur, kişilerin samimiyet tahayyülü değil, yasalar olmalıdır ki, sağlıklı bir toplum, sağlıklı dini yaşam ve bireyler arasında güven tesis edilebilsin. Kültürel harç ve ontolojik çözümler sunan, kardeşliği tesis eden inanç sistemimizin de doğru teoloji üzerinden, doğru metodolojiyle, yani insani, insanın doğasına uygun usullerle öğretilmesi gerekir. Ve unutulmaması gerekir ki, esas itibariyle din, sosyolojik değil, bireysel bir tercihtir. Bunun için çocuklarımızın eğitiminde öncelikle, insani olmayan, dayatmacı, tahakküm edici, kişiliği baskılayan yöntemlerden uzaklaşarak, çocuğun gelişim aşamaları ve pedagojiye uygun yöntemlerin uygulamaya konulması daha doğru bir yaklaşım olacaktır. Bu sayede çocuklarımız, insana sevgiyi saygıyı, özgür düşünmeyi, eleştirel düşünmeyi, herkesin farklı olabileceğini bilerek, bu farklılıklara saygı duymayı becerebilen, olayları değerlendirirken mensubiyet algısından öte ilkesel davranabilen, şahsiyeti bütün, tutarlı, çevreye duyarlı kişiler olarak yetişecektir. Bunu sağlayamazsak, olumsuz örnekler üzerinden bir ömür boyu “biz neden böyleyiz?” sorusunu sormaya devam ederiz.
Yeni yorum ekle