Batı'nın iç sorunlarından «insanlık davası» çıkarmak
«Duygusal ve hissiyat olarak “doğulu”, evrensel değerlere bağlılığım ve eleştirel bakışımla da “batılı” hissediyorum kendimi»
Darius Sheyagan
Anlaşılan Shayegan bağlı olduğu evrensel değerlerin gökten zembille indiğini düşünüyor. Öyleyle - onun deyimiyle - kurbanı olduğumuz tarihsel çatlamaları bir kez de 'anlamak' için okuyalım!
Doğru; sözkonusu değerler Aydınlanma'nın ürünü, ama 'koşulsuz' bir ortamda mı zuhur etti? kimse merak edip sormuyor. Alamet-i farikası; 'aklı kullanmak ve yetkileri sorgulamak' olan yerel bir talep pervasızca tüm insanlıkla ilişkilendiriliyor. Tanımlarsak; siyasi irade ya da dini otoriteden bağımsız, ama akılla uyumlu yasalara kök salmış bir bilincin adıdır Aydınlanma. Tartışma kültürü ve düşünce özgürlüğü kurumsal çerçevesini; din ve devlet işlerinin ayrışması da muhtevasını oluşturur. Ve bu yapı toplumsal bir «nizam» vazetmeyen bir dinin bağrında doğmuştur. Yani Kilise'nin Ortaçağ'da - Hıristiyan Hukuku'na - dönüştürdüğü Roma Hukuku üzerine bina edilmiştir.
Kilise fakihleri, doğru ve yanlış ayrımını kolaylaştıran doğal hukuk sayesinde, eski hukuk anlayışını irdeleyerek «ius naturale» ulaşmış; onu, ayrımcı ve akıldışı unsurlardan(Cermen örfü) ayıklayarak 'insan hakları' ülküsüne yelken açmıştır. Kilise; engel çıkarmasına rağmen, açtığı çeşitli üniversiteler ile modern bilimin kapısını aralamıştır.
Avrupa'da her ilerleme Kilise ile çatışarak gerçekleşmedi. Mesela; Kopernikus'a asıl karşı çıkan, hatta onunla alay eden Kilise değil, Kilise'ye başkaldıran Luther olmuştur. Luther, İncil'in lafzı yorumuna ters düştüğü gerekçesiyle Copernicus teorisine, yani dünyanın evrenin merkezi olmadığı ve güneşin çevresinde döndüğü görüşüne şiddetle muhalefet etmiştir. Tamam; çoğu kimse Galile örneğini veriyor, ama yargının ondan delil getirmesini istediğini unutuyor. Ki modern bilimle çatışan, selefi anlayışa temel oluşturan «sola scriptura» ilkesi, Kilise'nin kendi bünyesinde kurduğu yüksek okullarda yetişen alimler, yani tenkit müessesesi sayesinde aşılabilmiştir. Medrese müfredatından; - matematik ve astronomi alanında gösterilen üstün başarılara rağmen - fizikle ilgili konular çıkarılırken, Kilise okullarında 'Doğa Felsefesi'ne duyulan ilgi hızla artıyordu. O nedenledir ki Newton başyapıtının ismini ''Doğa Felsefesinin Matematiksel İlkeleri'' olarak bilinçli seçmiştir.
Yine Ortaçağ'da dikkatten kaçan başka bir yasal gelişme mevcut. Kilise; Krallıkların kutsallığını ilga ederek «dünyevi-uhrevi» ayrımını pekiştirmiştir. Tüm insanların Tanrı önünde eşit ve herkesin kendi davranışından sorumlu olduğu ilan edilirken 'bireyin hakları ve özgürlükleri' meselesi de gündeme gelmiş oldu.* Bu çabalar teoloji alanıyla sınırlı değildir. Aynı zamanda 'modernlik' denilen olgunun ortak köklerini de oluşturur. Örneğin; Aydınlanma şairi Giacomo Leopardi laik karakterinden değil, aksine dini temelinden ötürü bu girişimi 'aklın ilizyonu' olarak niteler. Sekülerizme; dinden beslenen bir zeminde yeşerdiği için karşı çıkar. Öyle ki modern hukuk devletinin temel kavramları Hıristiyanlıktan - dünyevileştirilerek - ödünç alınmıştır. Bu gelişmenin en olgun meyvesi de Aydınlanma'dır. Din ve Devlet ittifakının toplumda doğurduğu ağır tahribata haklı bir isyandır. Ancak bu ittifak 1618-1648 yılları arasında cereyan eden Mezhep Savaşlarını durdurmak için - siyasal nedenlerle - gerçekleşmiş zoraki bir evliliktir.
Özetlemek gerekirse; Batı'nın öyküsü, 17.yüzyılda Din Savaşları'na tepki biçiminde ve düzenli yapılar olarak kurulan 'devlet' ile başladı ve bu kurum bireylerin vicdanlarını serbestce şekillendirdikleri bir 'tarafsızlık alanı' yarattı. Aynı vicdanlar - bilinçlendikçe - varlıklarını borçlu oldukları düzenle çelişkiye düştüler. Yani, siyasi-dini çatışmanın toplumda yaratacağı tahribatı durdurmayı amaçlayan laiklik, yurtdaşların dini inanç ve görüşlerini dar kişisel alana hapseden devletin altını oymaya başladı. Yeni arayışların önü açıldı, 'kritik' 'krizi' tetikledi. Sonraki yüzyıllarda da açıkça görüleceği üzere; siyaset, ne zaman insanlığı kurtuluşa götürmek için 'din'in yerine göz dikse, özgürlükler kısıtlanmaktadır. En son 20. yüzyılda 'devlet' olgusunu putlaştıran totaliter ideolojiler insanlığı felakete sürüklediler. Eric Voegelin bu nedenle ideolojileri «siyasal dinler» olarak tanımlar. İdeolojilere «Anti-Dinler» dersek belki daha isabetli olur.
Shayegan, işte bu süreçte Batı'da doğan tüm değerleri «evrensel» kabul ediyor. Onların iç hukukla alakalı ve yalnızca Avrupalılar için geçerli olduğunu görmezden geliyor. Amerika kıtasının işgaliyle birlikte Batılı olmayanlar için ayrı bir hukuk teşekkül ettiğini, ve 'Uluslararası Hukuk' şeklinde insanlığa dayatıldığını ayrıntılı biçimde ''Batı Düşüncesinde Stratejik Perspektifler'' kitabımda geniş biçimde işledim. Bir İranlı olarak; dualizme ve o temel üzerine inşa edilmiş Batılı değerlere bağlılığını, Fars kültürüyle ilintilendirmesi daha tutarlı olurdu. Nitekim; Hıristiyanlık inancına göre; devlet ve siyaset - dinin doğası gereği - ebedi saadet hizmetinde bulunamayacağı için, dini ve siyasi düzen ikiliğine dayanan 'din ve vicdan hürriyeti', Avrupa'da kendiliğinden ve mecburiyetten ortaya çıkmıştır. Burada modern çağda karşımıza çıkan soru şu: Farklı inançlardaki insanlar sivil eşitlik temelinde ve çağdaş hukuk düzeninde birlikte yaşayabilirler mi? Bu «ethos» özünde herhangi özel bir tutum gerektirmez ama belli kurallara uyulmasını ister. Geriye kalan herşeyi 'özel hayatın gizliliği' ilkesinin güvencesi altına alır. İşin 'teorik' yönü bu minvalde açıklanabilir...
İslamiyet'in dini, fıkhi ve sosyal boyutuyla 'dualizm' ile çeliştiği gerçeğini bir yana bırakırsak; Batı ve Doğu, kendi değerler dünyasında da aykırılık sergilemektedir. Kant'ın yaşadığı devirde başat kavram[Leitbegriff] «hukuk»tu, dolayısıyla Kant önce yasalara yöneldi. Ama ondan iki bin yıl önce yaşayan Aristoteles için «erdem» herşeyin başıydı. Kâtip Çelebi ise; 1653'de yazdığı «Düstur ül-Amel fi-Islah ıl-Halel», yani «Bozuklukların Düzeltilmesi için Rehber» adlı risalesinde, Osmanlı siyasal ve toplumsal düşüncesinde geçerli başat kavramın «adalet» olduğunu belirtiyordu. Aynı kavga bir bakıma günümüzde de uluslararası düzeyde devam ediyor. Türkiye 'adalet' kavramına vurgu yaparken, Batı 'demokrasi' ve 'özgürlük' bayrağını sallıyor. Batı'da ilericilik kabul edilen birçok şey, bizde ahlaksızlık sayılabiliyor. Ve yine orada geri kalmışlık olarak onaylanmayan bir değer, bir başka ülkede ortak yaşamın temeli olabiliyor.
Meseleye nasıl yaklaşırsak yaklaşalım; sorun bir 'ikilem' olarak kalmaya devam edecek. Hatta Batılı düşünürlerin bir kısmı 'ötekinin ötekiliği' konusunu kendilerine uğraşı edindiler. Derrida ile birlikte sosyal bilimler; Batı düşüncesinin, Aydınlanmacı görüşe aykırı herşeyi 'geri' saydığını ispat etme derdine düştü. Şunu da söyleyebiliriz: Evrenselliği benimsemeyen herkes 'gericilik' ile suçlanır oldu. Mesela, en özgürlükcü ve liberal bir aydın, başörtüsüne olumsuz bakıyor ve bu 'adet'in artık bırakılması gerektiğini savunuyor. Aşırı sağcı ve ırkçı hareketler de aynı şekilde Avrupa'da yaşayan ayrı milliyet ve dine mensup insanlara eşit davranılmasını şiddetle kınıyorlar. Alın size 'postmodern' bir çelişki daha...
Değerler içinde düşünmek belki ufkumuzu açabilir. Ancak su dolu bir şişenin çöldeki değeri ile şelale başındaki önemi aynı değil. Tarihi gerçekler ise çok açık: 19.yüzyıl Avrupa'sında dini, siyasi ve ahlaki kesinlikler kaybolunca, yani Tanrı'ya inançsızlık, kötülükte yarış ve siyasette güvensizlik artınca, aydınlar 'değerlere' sarıldılar: Yurtseverlik, sınıf bilinci, eşitlik vs. Kısaca, değerler birer «sıfat» olmaktan çıkıp müstakil «varlık» olmaya yüz tuttu. Toplumsal yapıların çökmesi, ahlaki anlayışın yozlaşması ve inançların yok olması değerlerin ortaya çıkmasına yol açtı. Kısaca; Shayegan'ın 'evrensel' olarak nitelediği değerleri doğuran 'yerel' önkoşullar bulunuyordu. Shayegan'ın yanılsama içinde olduğu husus işte bu. Ki aynı değerler göreceliği bir türlü üzerinden atamıyor: Başka olay ve ilkelerle ilişkilendirilip, sadece o bağlamda ve koşullar altında geçerlilik kazanıyorlar. Carl Schmitt'in «Değerler İstibdadı» olarak gördüğü, ve değerlerin beşeri varlığın tüm alanlarını sömürgeleştirildiği bir durumdan bahsediyoruz.
Modern zamanlarda evrensellik sivil bir dine dönüştü. İtiraf edelim ya da etmeyelim, çekirdekteki dini tortular yeni bir 'nass' yarattı. İncil kaynaklı eşitlik fikri; ilahi ve mutlak iradeden bağımsız bir 'ethik' ile taçlandı. Tanrı'nın yerine akıl, imanın yerine seküler vicdan geçti. Evrensel değerleri benimseme çağrısı, Shayegan'ın inandığı gibi, çağın zihniyetine veya toplumsal kısıtlamalara gerçekten bağışık mıdır, sorusu kuşkusuz hepimizi ilgilendirir. Tarih bize değerlerin sıklıkla değiştiğini, bazan bir gecede unutulduğunu öğretiyor. Vicdan ve ahlak; bedenimizdeki herhangi bir organ değil, aksine tarihi koordinatlara bağlı bir kavramdır. Ki Habermas da uzun zamandır ''çıplak akıl, etik ilkeleri tutarlı şekilde gerekçelendiremez'' vurgusuyla bu gerçeği dillendirmektedir.
Batı'nın kendi değerlerini yeryüzüne dayatmasına karşın; bu değerlerin göreceli olduğunu ve her zaman çoğul olarak ortaya çıktığını artık biliyoruz. Zira onları ne birbirine indirgeyebilir ne de birbirinden çoğaltabiliriz. Tüm değerlerin tabi olduğu bir 'üstdeğer' zaten mevcut değil. Batı'nın kültürel müktesabatında yer alan «açıklık, hoşgörü, çoğulculuk» ölçüsünün kalıtsal değil, aksine - siyasi ve iktisadi ağırlık Asya kıtasına kaydıkça - 'konjonktürel' olduğunu daha iyi kavrayacağız. Batı; düşünce krizine girdi, derken onu kastediyoruz. Eski kesinlikler ve bütünlükler kalmadığı gibi tüm insanlığı bağlayan değerler de olamaz. Çünkü çeşitlilik ve çokluk onların kaderi oldu.
*Petrus ile kapışan Pavlus'un Galatyalılar’a Mektubu: 'Artık ne Yahudi ne Grek, ne köle ne özgür, ne erkek ne dişi ayrımı var. Hepiniz Mesih İsa’da birsiniz.'' (İncil Gal.3 / 28)