Halkın bir siyasetsizlik sorunu yaşadığını söylemek, bulunduğumuz konjonktürden bakınca hakkaniyete pek uyan bir iddia sayılamaz. Ama böyle bir sorunun olmadığını söylemek de kabul edilebilir değildir. Halkın siyasetteki varlık ve etkisinin mevcut iktidar döneminde gözle görülür bir gelişme gösterdiği şüphesiz. Devlette taşlar görece bile olsa büyük çoğunluğun lehine olacak şekilde yeniden dizayn edilmiş, askeri, bürokratik elitizmin beli iyiden iyiye kırılmıştır. Bu anlamda devlet teşkilatındaki değişim sürecinin “sessiz devrim” olarak nitelenmesini mübalağalı, hamasi bir değerlendirme diye göremeyiz.
Çizdiğimiz bu tablo bizi hakikaten cezbediyor olabilir. Ancak siyasetin ve/veya devletin halka kazandırdığı belirli itibar ve güç, halkın ne tamamen ne de gerçek anlamıyla hakim bir konuma geldiğini göstermiyor. Bir bakıma evet ama yetmez denebilecek bir duruma dikkat çekmek durumundayız. Elbette neye evet dediğimiz kadar, neye talip olduğumuzun da daha açık edilmesi, anlaşılır duruma getirilmesi gerekiyor. Bu çerçevede halkı doğrudan referans alan üç ayrı siyaset tarzını birbirinden tefrik etmeye ihtiyaç var. Birincisi, cumhuriyet modernleşmesiyle tebarüz ettirilen “halk için” siyasettir. Halkı büyük ölçüde nesneleştirmekle karakterize olan bu siyasetin ömrünü doldurduğu, fikri, ideolojik gücünü kaybettiği bilinen bir gerçek. İkincisi yani “halka dayanan” siyasetin ise cari siyaset yapma biçiminin hakim dokusunu oluşturduğunu söyleyebiliriz. Halk burada bir referans kaynağı olmaktan daha fazlasına sahiptir. Siyaset gücünü esas itibariyle halkın desteğinden almakta, hakla birlikte hareket etme kabiliyetini göstermektedir. Fakat halkla siyasal aktörler arasındaki temsil mekanizmasının görece pek çok manipülasyona açık olduğu yadsınamaz. Temsil sorunu her zaman olduğu gibi bugün de siyasetin çıkmazlarından birisi olmaya devam etmektedir. Temsil edilenle eden arasındaki tabiyet sorunu (sınırlama ve yönlendirme ilişkileri) liberal demokrasilerin handiyse altından kalkamayacağı nispette karmaşık bir nitelik arz etmekte. Haliyle bu manzara, halkın iyiliğini ve ikbalini esas alan, bilhassa da halkçılık iddiasına sahip bakış açılarıyla sorunsallaştırmayı gerektiriyor. Özü itibariyle burada manipülatif siyasete karşı bir yol arayışından; üçüncü bir yol arayışı olarak siyasetin inşasından söz etmekteyiz.
Üçüncü tarz siyaseti “halkın davasını güden” siyaset olarak ifade etmek mümkün. Bu siyaset bizzat “halktan beslenen”, halkla her türlü organik ilişkilere sahip, hatta bir yere kadar “halkın yürüttüğü” siyaset olma iddiasıyla ayırt edici hüviyetini kazanır. Elbette realitenin ötesine taşan, bir iddia ve tahayyül olmaktan öteye tam anlamıyla geçememiş bir tarz-ı siyasetten dem vuruyoruz. Buna varla yok arası bir siyaset de denilebilir. Üç tarz-ı siyasetle ilgili teorik planda yaptığımız kategorileştirmenin pratikle tamamen mütecanis olduğunu söylemekse gayet tabii zor. Tarz-ı siyasetler arasında kısmi geçişlilikler olayın tabiatı icabı kaçınılmaz bir nitelik taşıyor. Bilhassa ikinci ve üçüncüsü arasında bu geçişliliklerin daha yoğun olma ihtimali fazlasıyla var. Meseleyi de zaten tam burada aramak, söylemlerle realite (pratik) arasındaki mesafeyi hem samimiyet hem de muharrik/referans değerler açısından muhasebe etmek gerekiyor. Ama hepsinden önemlisi, sorun, ortak bir gelecek tahayyülünün var olup olmadığında. Meselenin karmaşıklığı buradan gelmektedir. Siyasetin aldığı pozisyonla halkın pozisyonu arasındaki cari bağların nasıl bir gelecek tahayyülüne tekabül ettiği, bu tekabüliyetin siyasetin istikametini tayin edip etmediği sorusu bir mihenk taşı kabilindedir. Reel anlamda bir gelecek tahayyülünden bahsedebilir miyiz, bu da elbette ayrıca sorulmalı. Ama eğer bir gelecek tahayyülümüz olmalıysa bir siyaset tahayyülümüz de olmak zorunda. Siyasetsiz bir gelecek tahayyülünde realiteyle olan bağlarımız yok sayılmış ya da ihmal edilmiş demektir. Ranciere’in ifadesiyle “O zaman sorun sadece “siyasal bir sorun”la yüzleşmek değildir. Sorun siyaseti yeniden icat etmektir” (2007, 78). Buradan bakıldığında halkçılık sadece bir meşruiyet sorunu ve kavgası değil, aynı zamanda halkı siyasette egemen kılmanın imkanını keşfetme mücadelesidir.
“Halka dayanan” siyasetin Türk siyasi hayatındaki başat aktörü muhafazakar-sağ partiler olagelmiştir. Muhafazakarlık, elitist, jakoben siyasete karşı daha çok kültürel kimliğe dayalı bir reaksiyonun ifadesiydi. Bu sebeple, bir tarafıyla halka dayanan ama diğer tarafıyla sermayenin ve yükselen hakim sınıfların çıkarlarıyla bütünleşen pragmatik siyasetin taşıyıcılığını yapmaktaydı. Muhafazakar siyaset, bütün boyutlarıyla bu paradoksu somutlaştırdığı kadar, doğal olarak ondan beslenmenin avantajlarını da elinde tuta geldi. Buna iki yüzlü siyaset demenin pek de yanlış olmayacağı kanaatindeyim. Halka bir gelecek tahayyülü sunmak yerine popülist bir şakşakçılığı yeğlemesi muhafazakarlığın bir bakıma mecburiyeti, hatta handikapı olagelmiştir. Tahayyülsüzlük reel planda muhafazakarlığın temel karakteridir. Böylelikle taşıdığı paradoksların normalleşmesine, genel geçer bir gerçeklik olarak algılanmasına imkan sağlayabilmiştir. İdeolojik bir nikotin gibi kolektif bilinci uyuşturmakta, halkın çıkarlarıyla egemen güçlerin çıkarları arasındaki uzlaşmazlıkları, siyasetteki muhafazakar motifler ve yanılsamalarla kamufle etmektedir. Muhafazakar siyaset, tabir caizse var olan çıkarlar hiyerarşisini kültürel muhafazakarlık üzerinden tahkim veya tadil etmesiyle ön almaktadır. Ancak kültürel muhafazakarlık, genel anlamıyla muhafazakar siyasetin sadece bir veçhesine işaret eder. Makro bir bakışla bakılacak olduğunda, kültürel kimlikleri araçsallaştırarak sosyo-ekonomik yapıyı var olan dengeleri ve hiyerarşisi içinde sürdürmekle nitelik kazandığı görülür. Bu anlamda “halk simsarlığı” veya popülizm muhafazakar siyasetin en önemli nirengi noktalarındandır. Halka dayanma kriteri, bir amaçtan çok araçtır; belli çıkar gruplarının egemenlik mekanizmasını işletebilmek veya yeniden biçimlendirmek için ihtiyaç duydukları bir yanılsama malzemesidir. Bu yüzden “halka dayanma” söyleminin, foyası ortaya çıkması gereken bir aldatmacaya yataklık ettiğini artık tespit ve teşhir etmemiz lazım gelmektedir. Muhafazakar siyasetin, gerçek anlamda halkı devletin efendisi haline getirip getiremeyeceği, böyle bir niyet ve tahayyülünün olup olmadığı ilk elde sorulmalı. Bu sorunun muhafazakarlar için belki bir kıymet-i harbiyesi olmayabilir, ancak halkçılık iddiası ve mefkuresine sahip kimseler açısından elzem olduğu yadsınamaz. Halk eğer bir dava meselesiyse, esas soru budur. Tabii burada sadece niyetler daha doğrusu söylemler değil, ortaya konulan tutarlılık en önemli noktayı teşkil ediyor. Muhasebenin pratikteki tutarlılık ve gelişme seyri üzerinden yapılması asgari şart diye kabul edilmeli.
2002’den bu yana Türkiye’de ne olup bittiğine bakarken bu çerçeveden yapılacak bir değerlendirme muhtemelen geleceğimiz açısından belirleyici nitelikte olacaktır. Güç siyasetiyle hak siyaseti arasındaki gerilim hattı üzerinde siyasetin nasıl dizayn edileceğine karar verirken, ortaya koyacağımız gelecek tahayyülü en büyük referans ve güç kaynağımızdır. Yaşadığımız 15 Temmuz gerçeğine rağmen, ordunun siyasal irade üzerinde kurduğu baskı rejimi hükmünü artık yitirmiştir. Darbe kalkışmasına karşı halkın verdiği reaksiyon siyasal iktidarla arasındaki bağın nasıl bir ruh beraberliğine taalluk ettiğini göstermiştir. Halkın sandıktaki kararlı desteği ise bu beraberliği en müşahhas haliyle zaten ortaya koymaktadır. Dolayısıyla halka dayanan siyasetten halkın davasını güden siyasete doğru bir evrilmeyi bu tabloya bakarak tespit etmemiz yanlış olmaz. Kuşkuyla da olsa bugün böyle bir evrilme sürecinden bahsetmek mümkün. Fakat nereye kadar? Demokrasinin kurallarına göre elde edilmiş hükümet etme biçimiyle halk dediğimiz kesimler arasındaki ontolojik, siyasal ilişki ne ölçüde kurulabilmiştir? Halktan gücünü alan siyasal iktidar, halkın çıkar ve istikbalini siyasetin birinci ve tartışılmaz şartı kılabilmiş midir? Bunu anlamanın yolu halkın kültürel davasıyla beraber sosyo-ekonomik realitedeki değişim göstergelerini baz almaktan geçmekte. Zira halk, sadece kültürel kimliğe ve varoluşa irca edilecek bir varlıktan ibaret sayılamaz. Sağ siyasetin kültürel muhafazakarlık üzerinden kurduğu bağlar bu açıdan derin bir sorgulamayı gerektirir. Halkın ekonomik, sınıfsal kompozisyonunda pozitif anlamda radikal bir değişmeyi sağlayamamış, dahası sermayenin rengini nispeten değiştirmekten öteye gidememiş bir iktidarın halkçılıkla tavsif ve taltif edilmesi tam anlamıyla trajikomik olmalı. İslamcılığı bilemem, ama halkçı, başka deyişle ahlaki ve toplumcu perspektif meseleye bu zaviyeden bakmayı icbar etmektedir.
Nihayetinde halk hakkındaki fikrimizle tarz-ı siyasetimiz arasındaki korelasyon işin esasını oluşturuyor. Halkı sadece liberal özgürlükler, dahası kültürel değerler açısından siyasetin meselesi yapan anlayışlarla, doğrudan bir aidiyet ve ahlak meselesi haline getiren yaklaşım tarzı arasında ciddi bir gerilimden bahsedilebilir. Bu anlamda halkın siyaseti, hem bir taraf hem de bir varoluş siyasetidir. Halkın yanında hatta içinde olmakla olmamak arasında temellenen bir siyasettir. Bu sebeple halktan, kemiyete dayalı ‘kitlesel bir varlık’ı anlamamak gerekir. Düz anlam bize artık yetmemek zorundadır.
Bugün, millet söylemini halkın siyasetiyle tekamül ettirecek yeni bir dile ihtiyaç var. Var, çünkü halkın evladı olmak gibi bir şerefe talibiz. Var, çünkü asabiyetimiz de asaletimiz de bize bunu öngörüyor. Bunun için evvel emirde halktan, “halkın davası”ndan murat ettiğimiz değer ve esasları izhar etmek gerekiyor. Yeni bir siyaset arayışında, kanaatimce önümüzdeki en güncel ve kritik mesele budur.
-------------
Ranciere, Jacgues (2007), Siyasalın Kıyısında, Çev: ziz Ufuk Kılıç, Metis Yayıncılık.