Milleti değişmeyen bir sabite, bir olgu olarak ele almak tarihi, sosyolojik gerçeklerle bağdaşmayacaktır. Millet olmanın imkanı zamana, coğrafyaya, sosyal, kültürel ve siyasal şartlara bağlı şekilde değişir, değişime uğrar. Kültür gibi, medeniyet gibi milletler de varlığını devam ettirmek için kendilerini yenilemek zorundadırlar. Süreklilik daima taze kalmakla mümkün. Buysa milletin siyasal bir birliktelik olmaktan öteye ontolojik bir varlık, bir organizma olarak anlaşılmasını gerektirir. Daha açıkçası, ontolojik bütünleşmeyi sağlayamamış bir millet olgusu dağılmanın eşiğindedir diyebiliriz. Bu bütünleşmeyi sağlayacak şartlar -dediğimiz gibi- değişkenlik gösterirler. Siyaset denen zor zanaat tam da aslında bu değişkenlerin farkında olmak ve umumun selametini temin edecek düzenlemeleri gerçekleştirmek suretiyle işlevini doğru bir şekilde yerine getirebilmektedir. Siyasetin başarısı konjonktürel göstergelerle değerlendirilemeyeceği gibi popülariteyle de sınırlandırılamaz. Önemli olan günü kurtarmak değil, belli bir gelecek tasavvuru ve öngörüsüyle ‘tarih yapmayı’ başarmaktır. Tarih yapmanın bu anlamda belki de en birinci şartı ontolojik birlikteliği ve şuuru sağlamaktır diyebiliriz. Ontolojik birlik tesis edilemediği takdirde güvenilir bir siyasal birlikten söz etmemiz pek mümkün olmaz.
Türkiye’nin millet olma hikayesi ve sorunları söz konusu olduğunda bu mütalaanın çok daha geçerlilik kazandığını belirtmek gerek. Gerçekten de siyasal bütünlüğü açısından Türkiye, ontolojik motivasyonun son derece belirleyici nitelikte olduğu bir jeopolitiğe sahip. Ayrıştırıcı unsurlarla birleştirici unsurlar arasındaki denge, en azından gelinen nokta itibariyle bakıldığında adeta bıçak sırtı bir hal almış gözüküyor. Sorunu ne ertelemek ne de ciddiye almamak gibi bir lükse sahibiz. Her halükarda sorunla yüzleşme çabalarımızı devam ettirmek mecburiyetindeyiz. Tarihi süreç hiç şüphesiz sosyolojiyi değiştirdiği gibi sorunun muhtevasını da değiştirmektedir. Ancak tarihi köklere ve arka plana bakmadan sorunu doğru, gerçekçi bir şekilde anlama imkanımız olamaz. Bilhassa düşünce adamları, siyasetçiler ve kanaat önderlerinin hamasete prim vermeyecek bir tutum, bir bakış açısı ortaya koymaları önemli. İşimiz popülizm değil tarih yapmak olmalı. Bunun içinse başta tarihimizi bilmek, sorunu tarihi süreç ve birikimden hiçbir şekilde izole edemeyeceğimizi kabul etmek gerekiyor. Yine de tarihin yakına doğru geldikçe daha belirleyici ve realiteyle daha doğrudan örtüşür bir düzeye geldiğini bilhassa dikkate almak zorundayız. Sorunun zaman içinde muhteva ve anlam değişikliğine uğraması derken kastettiğimiz de budur.
Gerçekçi ama temelli, kalıcı bir çözümden bahsetmek istediğimizde sorunu yakın tarihten (mevcut durumdan) hareketle ele almak ama mutlaka geriye doğru bir okumayla derinliğine tahlil etmek gerekir. Adını daha açıkça koyarak söylemek gerekirse, Kürt sorununu terör sorunuyla çerçeveleyen bir yaklaşım biçimi her şeyden evvel tarihi arka planı göz ardı etmekle maluldür. Konuyu terör sorunundan ibaret saymakla insanların geçmişlerini, hatıralarını, dahası süregelen sosyal, ekonomik ilişkiler ağını yok saymış oluyoruz. Değilse, burada devletin (resmi ideolojinin) 80 yıldır süregelen tahakkümcü anlayış ve siyasetinden başka bir şeyin olmadığı aşikar hale gelir. Kürt sorununun belli mihraklar tarafından suni olarak yaratıldığını iddia etmek için ya tarihe bigane kalmak ya da Kürt halkının siyasete/iktidara yönelik ortaya koyduğu tavır ve reaksiyonları tamamen irrasyonel gerekçelere bağlamak icap eder. Buysa aslında faşizan, ceberrut yönetim anlayışlarını ele veren bir bakış açısının işaretidir. Buradan gidildiğinde varacağımız yer faşizmdir; diğer adıyla ontolojik tahakkümdür. Resmi ideolojinin empoze ettiği kimlik siyasetiyle ontolojik bütünleşmenin sağlanamadığı kabul edelim ki tarihi bir realite sayılır. İstesek de istemesek de hakikat budur: Kimlikleri ve farklılıkları stabilize etmeye dayalı her türlü çözüm formülü ne yaparsak yapalım artık abesle iştigaldir. Tarihi tecrübeden çıkarmamız gereken bir ders varsa o da buradaki sosyolojik realitenin (yapının) kimlik probleminden azade kılınamayacağıdır. Geçmişte bu belki mümkün olabilirdi; ama bugün için öyle değil. Kimlik sorunu bugün her zamankinden çok daha ciddi, çok daha büyük bir önem kazanmış bulunuyor. Türkiye’nin içine düştüğü milliyetçilik girdabı sorunu çözmek yerine yazık ki azdırıp derinleştirmekten başka bir işe yaramayacaktır; yaramayacak gibi gözüküyor. Ontolojik bölünmenin giderek siyasal bölünmeyi işaret eden bir tehlikeye doğru evrilmesi, sonuçta devletin olduğu kadar toplumun da kimyasını değiştiren bir dalgalanmaya sebep olmaktadır. Çözüm sürecinin rölantiye alınarak vatan sathı müdafaasının başka deyişle güvenlik konusunun zorunlu öncelik haline gelmesi nereden bakılırsa bakılsın ontolojik bir zarurettir. Milli mücadele savaşı neyse bu da nihayetinde odur ve olayın elbette şakaya gelir yanı yoktur. Konjonktürel süreç ve bölgedeki gelişmeler Türkiye’yi hem müdafaaya hem de bir taarruza mecbur kılmıştır. Çözüm süreci ve güvenlik ikilemiyle karşı karşıya gelen devlet açısından rasyonel, doğru bir tercihte bulunmanın başka imkanı yazık ki kalmamıştır. Çözüm süreciyle ilgili komplocu birtakım spekülasyonların ise tamamen bir saçmalık olduğunu belirtmek isterim. Kimi zafiyetlerin komplo senaryolarıyla izah edilmeye çalışılması ne gerçekçi ne de bilimseldir. Nitekim iktidarın gerek ideolojik parametrelerinden gerekse ortaya koyduğu açılım çabalarından hareketle bakılacak olduğunda olan biteni tamamen ontolojik zaruretlerle açıklamakta hiçbir anlaşılmazlığın olmadığını görürüz. İktidar partisinin ideolojik açıdan eklektik kodlara sahip oluşu belli siyasal marjları kaçınılmaz kılmaktadır. Dolayısıyla çözüm sürecinde siyaseten yaşanan bu kırılmayı makul görmek icap eder. Önemli olan sorunun mahiyeti ve çözümü konusunda doğru bir algı, bir bakış açısı orta koymaktır. Siyasal iktidar, geçen zaman zarfında geliştirdiği açılım siyasetiyle bunun işaretlerini ciddi düzeyde verdi. Fakat Türkiye, yaşanan gelişmeler sebebiyle çözüm sürecini aşan kritik bir eşik çizgisiyle karşı karşıya geldi. Aslında tam da bu çizgiye gelinmemesi için başlatılmış (amaç tabii ki bundan ibaret olmamalı ve insani gerekçeler önemsenmeli) son derece rasyonel bir girişim olan açılım süreci, Kürt siyaseti ve güçlerinin bir bakıma kadirbilmezliği sonucu berhava edildi. Oysa meselenin bir eşitlik ve demokrasi meselesi olduğu hem iktidar cephesi hem de kamuoyu tarafından kabul ve takdir edilmeye başlanmıştı. İktidarın, toplumun ekseriyetine kıyasla daha ileride bir siyaset yaptığı ise aşikardı. O yüzden de çözüm işini paket olarak değil bir süreç şeklinde düşünmek gerekiyordu. Toplumsal destekten yoksun bir siyaset izlemek doğru olmayacağı gibi, bölge halkının talep ve beklentileri süreç içerisinde böylece daha somut, rasyonel bir muhteva kazanabilecekti. Zira iktidarın siyasi, ideolojik parametreleri, Kürt halkının taleplerine cevap verecek potansiyel bir vasatı içeriyor, bu sayede desteğini güçlü bir şekilde arkasına alıyordu. Kürt halkının siyasete sadece dindarlık kriterleriyle bakmadığı, sözkonusu milliyetçi ‘kırılma’ya karşı 2015 seçimlerinde verilen tepkilerle daha da netleşti. Dindar, muhafazakar Kürtler, sağ partiler için çantada keklik değillerdi; devletin kimlik siyasetinden vazgeçmemesi halinde marjinal alternatiflere doğru yönelmekten çekinmeyeceklerini göstermişlerdi . Cumhuriyetin ilk yıllarında şeriat için ayaklanan, denebilir ki henüz başka bir derdi olmayan Kürtler şimdi daha başka bir perspektiften dünyaya bakıyorlardı. Kürt sorunu bu bakışı, başka ifadeyle değişen yeni sosyolojiyi görmezden gelerek anlaşılabilecek değildir. Din elbette yine etkiliydi; dini değerlerle örtüşen bir siyaset yine belirleyiciliğini koruyor, hatta dinin en belirleyici düzeyde olduğu kesim olarak Kürt halkının ezici çoğunluğu farklılığını göstermeye devam ediyordu; aksi takdirde ontolojik bölünmenin önüne geçme imkanı kolay kolay temin edilemeyecek gibiydi. Ama din de ancak bir yere kadar etkili olmaktaydı. Eşitlik, demokrasi, özgürlük ve itibarlı bir hayat beklentisi etrafında tarihi ve konjonktürel dinamikler sonucu oluşan halet-i ruhiye ve yeni bakış açısı (sosyoloji), Kürt halkını tarihi olduğu kadar trajik de denebilecek bir karar sürecine doğru sürüklemekteydi. Etnik milliyetçilik rüzgarıyla muhtemel bir bağımsız Kürt devletine doğru giden sürecin Türkiye’deki Kürt halkı üzerinde etkili olmaması düşünülemez. Ancak meselenin o kadar basit olmadığını, mevcut Kürt sosyolojisinin ortaya koyduğu ontolojik yapının epeyce esnek, hatta muğlak bir dokuya sahip olduğunu burada ifade etmek lazım. Muğlaklığı sebebiyle Kürt sorununa derinliğine ve gerçekçi şekilde nüfuz etme kabiliyeti gösterecek bir siyaset yaklaşımı şart hale gelmektedir. Muğlak derken, Kürt realitesinin iki uçlu özelliğine; bir ucuyla risklere açık, diğer ucuyla birleştirici bağlardan müteşekkil sosyolojik karakterine işaret ediyoruz.
Nitekim ontolojik açıdan bakıldığında; Türkiye’deki Kürt halkının, Kürt etnisitesine kıyasla Türk halkıyla çok daha fazla bütünleşmiş olduğu doğrulanabilir bir gerçektir. Türkler ve Kürtler bu topraklarda birbirlerine hiçbir zaman yabancı gözüyle bakmış değillerdir. Cumhuriyet tarihi boyunca kader birliği yapma ve bunu tek millet olma yönünde bir kaynaşmaya dönüştürme yolunda sergilenen siyasi irade, özü itibariyle her zaman Türk-Kürt kardeşliğinden hareket etmiştir. Türk de Kürt de Türkiye’nin asli unsuru, ev sahipleridir. Ne ki devletin resmi ideolojisi özle biçim (hukuki haklar) arasında gereken uygunluğu sağlamaya mani olmuş, devleti bir bakıma körleştirmiştir. Eğer bugün bir ontolojik bütünleşme daha doğrusu bir bölünme sorunsalı ortaya çıkmışsa bunun sebebi yapılagelen siyasi hatalardır. Şu halde milliyetçi retoriklerle bu durumun sürdürülebilir olacağını düşünmek başını kuma gömmekten başka bir anlam taşımayacaktır. Kürt sorunu bugün, böyle bir yanılsamayı kaldıramayacak kadar hassas bir zeminde durmaktadır.
Sorunun hassasiyetini Kürt halkının ontolojik realitesi ve hikayesi çerçevesinde yeterince kavrayabilmek için yüz yıllık tarihi arka plana daha yakından bakmak gerekiyor. Bunu ayrı bir yazıyla ele alalım istiyorum.