Toplumsal Barış, Güven ve Şikâyet Kültürü

10 Temmuz 2025

Kendiyle Meşgul Olmak…

Son dönemlerde katılım sağladığım, takip ettiğim, izlediğim tüm akademik/bilimsel/felsefi etkinliklerde aforizma haline gelmiş sıkça tekrarlanan bir söz var. Bu sözü, azıcık düşünen, kaygı duyan ve ülke adına bir şeylerin iyileşmesini yürekten arzulayan hemen hemen herkesten duydum. Bu söz aynı zamanda bir hüzün taşındığının ifadesi… Türk edebiyatının tepe değerlerinden (bazılarına göre en tepesi) Ahmet Hamdi Tanpınar’ın sözüdür.  

Image
Ahmet Hamdi Tanpınar

“Türkiye evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olmak imkânını vermiyor” 

Bir insan, bir toplum, bir ülke neden kendiyle meşgul olur. Kendiyle meşgul olma halinin kişilik, benlik, toplumsal ve duygu durumu olarak nasıl tanımlamak gerek. Toplum ve birey olarak yüzyıllara varan, bir türlü aşılamayan ve aynı temel sorunlar ile meşgul olma halini politik, sosyolojik, felsefi, psikolojik hangi zeminde analiz etmek gerekir. Paylaşılamayan nedir? Kadim ve insanı merkeze koyan bir uygarlığın çocukları olduğumuzun sıklıkla hatırlatılmasına rağmen bir arpa boyu yol gidemeyişimizi nasıl izah etmek gerekir. Dilde söylenen ile gönülde eğleşen şeyler neden bir arada yürütülemez. Dilde söylenenler, gönülde yer bulamıyorsa sanırım bakış açısını değiştirmek ve belki de daha temelli sorgulamalar yapmak gerekecektir. 

Sürekli kendiyle meşgul olan toplumlar ne kendilerine, ne de başkalarına huzur verir. Bir kısır döngünün içinde yaşamlarını tamamlar. Ve bu toplumlar ortak-uzlaşık-barışık bir yaşam formu kuramayacakları için, geleceğe dönük sahici hayaller de kuramazlar. Ne geçmişi tam anlayabilir; ne şimdiyi doğru okuyup, yaşama/insana dönük ortak hedefler üzerinde yol kat edebiler. Oysa tarih, kendiyle meşgul olanları, ilk durakta indirerek tarihin nesnesi haline getirir.  

Meseleyi daha dar ve günlük yaşam üzerinden değerlendirmeye çalışalım. 

 

Problem Çözme Becerisi: 

Genel anlamda yaşamak bir problemin içine doğmaktır. İnsanın yazgısıdır doğumundan ölümüne kadar problemlerle boğuşmak. İnsan için problemlerin çözümü bir araya gelip bir dayanışma içinde olmakla mümkün. İnsanın toplu halde hareket etmesi, beraberinde toplu olarak yaşamaya bağlı problemlerin ortaya çıkmasına da sebep olur. Toplu halde yaşamaya dair bir bilinç ve ortak ilkelerin belirlenmemesi durumunda, kendiyle cedelleşen ve kendi enerjisini kendini yok etmeye harcayan bir noktaya gelmek kaçınılmaz olur. Toplum haline geçme, esasında kamusal bilinç oluşturmayı gerektirir. Toplum vasfı kazanan yapılar, kendi aralarında oluşan problemleri anlayış, hoşgörü, etkin ve sıkı bir iletişimle çözme yeteneğine sahiptirler. Burada en başat kavramlar, hak, hukuk, empati, eşitlik ve diyalog olarak sıralanabilir. Bir sonraki aşama ise bu yapının hukuki zemine taşınmasıdır. Bu hukuki zemin herkesi kuşatan ve herkesi eşit değerde gören, ortak bir sözleşme etrafında organize eden, evrensel hukuki çerçevede teminat altına alan üst yönetim yani devlet organizasyonuyla kemale erer. Geriye kalan şey ise, toplumun kendi içindeki problemleri etkin ve çok yönlü bir iletişimle çözerken, bağlı olduğu yasal-hukuki organizasyona sıkı sıkıya bağlı kalarak, her aşamada kendini güncelleyerek daha özgür, daha güvenli, daha yaşanabilir sosyal yapı oluşturmaktır. Bunlar elbette olması gereken şartlardır. 

Birde olan durum var. Olan durumla olması gereken durum arasında makas ne kadar açıksa, orada kaos ve çürüme kaçınılmaz olur. 

Bir devlet yönetimi içinde iki tür problem alanı ve buna yönelik çözüm yolları(yöntemleri) vardır. 

İlkin yukarıda da kısaca belirtildiği üzere yasal (doğrudan hukuki yaptırım dışında)  olanın dışında toplumun kendi iç dinamiği ve ilişkileri içinde(informal)  gündeme gelen problemlerdir. Bunlar toplum hayatının olağan akışı içinde olan ve olması muhtemel problemler ki, bu problemleri bireyler kendi aralarındaki iletişim ve güven ilişiklerine dayalı olarak çözerler. Daha doğrusu toplum kendi içinde öylesine bir güvenlik ve dayanışma içinde olmalı ki, yani birbirinin hak/hukuka riayet etmeli, birbirinin özel yaşam ve tercihlerine saygı duymalı ve en nihayetinde kendi dışında bir hukuki/yasal mekanizmadan(devlet/yargı/denetim) destek alma(şikayet) lüzumuna gerek kalmasın. Bu ideal bir temenni. Lakin toplumlar bu ideale ne kadar yakınsa o denli huzur ve barış içinde yaşarlar. Bu aynı zamanda medeni olmanın bir göstergesidir. 

Diğer bir problem çözme yöntemi ise, bireyler kendi aralarında çözemedikleri problemleri, yitirilen ve gasp edilen haklarını alabilmek için devletin yargı ve denetim mekanizmalarına başvurmalarıdır. Burada yasa koyucu tarafından belirlenen kurallara uyulup uyulmadığı, uyulmadı ise zorunlu yaptırımların olduğu bir yöntem devreye girer. Devletin en asli görevi ve varlık nedeni zaten yasal güvenceyi (hakkı/hukuku/adaleti) tesis etmesidir. Toplum ve bireyler yasal güvencenin tesis edileceğinden emin oldukları oranda devletlerine güvenir ve bu güven içinde problemlerini mümkün oldukça kendi aralarında çözmeye çalışırlar ve hatta devletin eninde sonunda hakkı/hukuku ve adaleti tesis edeceği inancıyla işlerini zaten hakka hukuka uygun yaparak, adli ve denetim mekanizmalarını meşgul etmezler. 

Problemlerin yasal zeminde çözülme yöntemi de kendi içinde adli ve idari olarak ikiye ayrılır. İdari alan, devletin halka hizmet adına yürüttüğü faaliyetler ile bu faaliyetler yürütülürken bu işi yürüten kamu görevlilerinin işlerini mevzuat hükümlerine göre yapıp yapmadıkları ve kamu hizmetinin etkin ve verimli yapılıp yapılmadığını kapsar. Adli alan ise, ceza yasası kapsamındaki işlenen suçlarla ilgili olarak mahkemelerce yürütülen davaları kapsar. 

Vatandaşlar haklarını elde etmek ya da kendine yönelik işlenen suçlarla ilgili olarak adaletin tecelli etmesi için şikâyet merkezleri ve mahkemelere başvuru yaparlar. Bu alanla ilgili olarak her yurttaş ve hemen hemen tüm kamu görevlileri bir şekilde tüm bu süreçlere tanık ve müdahil olması nedeniyle örnek vermeye gerek duymadım. 

Varmak istediğim kritik nokta şurası. 

Yazı içeriğinde de dolaylı olarak anlatmaya çalıştığım gibi, şikâyet-denetim ve yargı müesseselerine başvuru istenilen bir durum olmamalı. Bu temenni elbette ütopiktir. Lakin bir toplum, hayatın olağan akışı içinde iletişim kopukluklarına bağlı problemleri kendi aralarında diyalogla çözebileceği halde, yasal/hukuki zeminlere (şikâyet) aktarıyor, hukuk/ceza yasası kapsamına hakkının ihlal edildiğini iddia ederek adli mercilere başvuruyor ve bu başvuru sayıları olağan üstü düzeyde ise orada durup düşünmek gerekecektir. 

Tıpta kan değerleri ya da hastalığa dair tetkiklerde referans aralıkları vardır. Örneğin, referans aralığı 10 ile 20 rakamları olan bir değerin 70 çıkması durumunda hekimlerin tavır ve tanılarına bir bakalım. Hiçbir hekim maksimum 20 olan bir değerin 70 çıkmasını normal görmez ve hemen daha derin tetkiklere ve tedavi yöntemlerine yönelir. Referans aralığına çok uzak değerde olan bir hasta tedavi edilmez ise muhtemelen tedrici olarak sonlanacaktır. 

Bu analojiyi birey, toplum ve yönetim/devlet mekanizmaları içinde düşünelim. Bireyler arasında meydana gelen problemler, bu problemlerin yargı ve denetim mekanizmalarına aktarımı, yargı ve denetim mekanizmalarına çözülmesi için gelen şikâyet ve dava sayıları(dosya sayıları) manidar bir aralıkta değilse o toplum kendi içinde barışık ve huzurlu olmadığı gibi, kamu kurumlarının (hizmet kurumları ve yargı) etkin verimli yürümediği aşikârdır. Burada olan şey, hizmet ve katma değer üretme yerine, sürekli problemlerle boğuşan ve bu boğuşma ile sürekli kamuyu zarara uğratan akıl dışı faaliyetten başka bir şey değildir. 

 

Somut Göstergeler: 

Yukarıda açıklanmaya çalışılan hususla ilgili çok somut göstergelere bakılabilir. Şöyle ki; 

-Kamu kurumlarında örneğin Milli Eğitim Bakanlığına bağlı bir ilde yıl içerisinde CİMER üzerinden gelen şikâyet sayısı, bu şikâyetlerin işleme konma oranı, işleme konan şikâyet konuları sonucunda teklif edilen yaptırım oranları, bu işlemlerin maliyeti ile işlem sonucunda kişi ve kurumların ne tür bir kazanım elde ettiği, 

-Ticaret Mahkemelerindeki ticari dosya sayıları, 

-Hukuk ve Ceza mahkemelerinde bir yıl içinde kaç davanın açıldığı ve bu sayıların niteliği ve nüfusa oranı, 

-Kamu kurumlarında kamu görevlilerinin (haklarının ihlal edildiği ve diğer) idari mahkemelere başvuru sayısı ve oranları, dava sonuçları ve bu sonuçlardaki haklılık oranları ve idarenin mahkeme kararına uyma durumu, uyulmaması durumunda hukuki yaptırım oranları, bizlere öncelikle ülke insanımın öncelikle kendisiyle olan, sonra yaşadığı toplum ve kurumlarla olan barış düzeyini, dürüst ve güvenilir bir ticaret hayatını, kurumların hizmet üretme kabiliyetlerini, kurumlara olan güven derecesini kabaca da olsa gösterecektir. Ortaya çıkan tablonun niteliği aynı zamanda tüm veçhesiyle toplumu tanımaya, toplumun kriz noktalarının ne ve hangi derinlikte olduğuna dair bir işarettir. 

 

Çözüm: 

Çözüm çok basit ve bir o kadar da zor. Tüm öznel kimliklerden arınmış, sadece kamusal kaygı dışında bir endişesi olmayan karar vericilerin belirleyici olduğu, liyakat esaslı bir bürokratik yapı kurmak, güncel ve işlevsel bir mevzuat düzenlemesi yapılarak tüm kararların rasyonel, yönetişim prensibine uygun olarak alınmasını sağlamak, gibi en temel ilkelerden başlanabilir. Bu temel ilkelere uyulmadan diğerlerini gündeme getirmeye sanırım gerek yok. Esen kalınız…

 

Yeni yorum ekle

Plain text

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
KONTROL
Bu soru bir bot (yazılımsal robot) değil de gerçek bir insan olup olmadığınızı anlamak ve otomatik gönderimleri engellemek için sorulmaktadır.

İstatistikler

Bugün Toplam Toplam
9 kez görüntülendi. 246 kez görüntülendi. 0 yorum yapıldı.