Türk dili, sekizinci yüzyıldan itibaren hem sözlü, hem yazılı olarak kullanılmaya devam edilmektedir. Bu uzun tarihi boyunca edebiyatçılarımız, gerek manzum, gerek mensur sayılamayacak kadar çok edebiyat eseri vücuda getirmişlerdir. Onların adlarını ve konularını Türk edebiyatı tarihlerini yüzyıl yüzyıl takip ederek görmek mümkündür. Edebiyat tarihlerimizde sanat değeri taşıyan eserlerimizin çokluğuna karşılık, kabul etmeliyiz ki, edebiyat nazariyesi/kuramı kitaplarımız çok azdır.
Edebiyat nazariyesi/kuramı kitaplarıyla başta edebiyat bilimi olmak üzere güzel sanatlara dair kuramsal bilgiler veren eserleri kastediyoruz. Bu eserlerde edebiyatın ve sanatın ne olduğu, güzel bir edebiyat veya sanat eserinin güzelliğini sağlayan unsurların neler olduğu örneklere ve uygulamalara dayalı olarak anlatılır.
Bir dilin dilbilgisi kurallarını öğrenen bir kimse, o dille duygu ve düşüncelerini doğru bir şekilde anlatabilir; fakat o dili fasih bir şekilde kullanabilmesi, daha doğrusu hikâye, roman ve şiir gibi edebiyat türlerinde sanat değeri taşıyan eserler yazabilmesi için o dilin dilbilgisinin devamında belâgatini de öğrenmesi gerekir. Bu disiplin bize güzel bir eserin özelliklerini öğrettiği gibi, bir adım daha ileri giderek edebiyatın ve sanatın ne olduğuna, insanın hayatında nasıl bir yer tuttuğuna edebiyat ile ahlak arasında nasıl bir münasebet bulunduğuna dair kuramsal bilgiler de verir.
Belâgati ve içerdiği alt disiplinleri şöyle gösterebiliriz:
Belâgat
Maânî Beyan Bedî’
Osmanlı döneminin yükseköğretim kurumları olan medreselerde edebiyat nazariyesi/kuramı ihtiyacını belagat kitapları karşılıyordu. Medresede öğretim dili Arapça olduğu için belâgat kitapları da doğal olarak Arapça yazılıyordu. Osmanlı medreselerinde şu üç kitap yaygın bir şekilde okutuluyordu:
1)Sekkâkî, Miftâhu’l- Ulûm, 13. yy.,
2)Kazvinî, Telhîsü’l – Miftâh, 14. yy.,
3)Teftâzânî, Mutavvel, 14. yy.
Buna göre edebiyatçılarımız medresede başta edebiyat olmak üzere maânî, beyan ve bedî’ gibi edebiyat bilimine ait kuramsal konuları, önce Arapça aslından okuyup bu kitaplardan öğreniyor, sonra da şiir yazarken onları Türkçe’ye uyguluyorlardı.
Bu durum genel olarak on dokuzuncu yüzyıla kadar devam etmiştir. Bu yüzyılda Türkler, bu sefer Batı edebiyatı, kültür ve medeniyetiyle yakın münasebetler kurmaya başlamışlardır. Bu münasebetlerin doğurduğu yeni eğitim kurumlarında öğretim dilinin Türkçe olması, Fransızca ve İngilizce’nin öğretim programlarına girmesi, zamanla Arapça’yı gözden düşürmüş, Türkçe belâgat ve edebiyat nazariyesi kitaplarının yazılmasına ihtiyaç duyulmuştur.
Edebiyat tarihimizde bu ihtiyacı ilk duyan şahsiyet, Recaizade Mahmut Ekrem olmuştur. Recaizade Mahmut Ekrem, yazdığı Talim-i Edebiyat adlı eserinde, bir dilin dilbilgisi kurallarının o dille yazılmış eserlerden çıkarılması gibi, edebiyat bilgi ve nazariyelerinin de kendi edebiyat eserlerinden çıkarılması gerektiği düşüncesini dile getirmiştir. Bu düşünceyle kaleme aldığı Talim-i Edebiyat, bizde yerli eserlere dayalı bir edebiyat nazariyesi oluşturma çabalarının ilkidir. Recaizade’nin açtığı bu yolda sonraki yıllarda da eseler verilmeye devam edilmiştir. Milli edebiyat dönemine geldiğimizde bu yoldaki ihtiyacın en yüksek noktaya çıktığını görüyoruz.
Edebiyat Nazariyesine/Kuramına Yerli Bir Bakış:Süleyman Fehmi’nin Edebiyat’ı
Süleyman Fehmi’ye (1872 – 1935) gelinceye kadar ortaya konulmuş kitaplarda kendi kaynaklarımıza dayalı bir nazariye/kuram oluşturulmaya çalışılmıştır. Süleyman Fehmi de bu ihtiyacın en fazla duyulduğu Milli edebiyat döneminde bu yolda bir kitap yazmıştır. Kitabını çözümlemeye geçmeden önce, kendisi hakkında birkaç cümle söylememiz uygun olur.
Süleyman Fehmi, 1872 tarihinde Delvine’de doğdu; ilk ve ortaöğrenimini Yanya’da yaptı. Mülkiye Mektebi’ni bitirdikten sonra, bir süre İstanbul’da Dahiliye Nezareti/İçişleri Bakanlığı’nda çalıştı. 1901 yılında maarife geçti. İstanbul’da Galatasaray, Vefa ve Kabataş liselerinde edebiyat öğretmenliği yaptı. İkinci Meşrutiyet’in ilan edilmesini (1908) takip eden yıllarda Edebiyat adlı eserini yazdı. Bu eser yazıldığı devirde büyük bir rağbet görmüş ve üç yıl içinde üç kez basılmıştır. Süleyman Fehmi, Birinci Dünya Savaşı’nı sona erdiren Mondros Mütarekesi’nden (1918) sonra Arnavutluk’a gitmiş ve 1935 yılında Tiran’da ölmüştür.
Süleyman Fehmi, yazdığı Edebiyat kitabını Mukaddime’den sonra dört kısım halinde düzenlemiştir:
1) Birinci Kısım: Edebiyat,
2) İkinci Kısım: Sanat-ı Tahrir ve Şeraiti,
3) Üçüncü Kısım: Mecâzât,
4) Dördüncü Kısım: Sanayi-i Lafziye.
Mukaddime’de bu kitabının “Birkaç senelik tedris ve tetebbu mahsulü olduğunu” ifade eder. Eserini edebiyata yeni başlayanlar için değil, “Kuvve-i fikriyesi oldukça vüs’at ve inbisat bulmuş” gençler için yazdığını söyler. Devamında eğitimle ilgili bir gerçeği açıklar: Kolayca yazı yazma becerisini henüz kazanamamış çocuklara, sanatın kaidelerini, edebiyatın kuramsal konularına ait bilgileri anlatmaya ve öğretmeye kalkışmak, bîçarelerin zaten sınırlı olan fikir çalışmalarını daha da sınırlayarak onları felçli bir duruma getirir. “Edebiyat kaideleri”, öğretmenin rehberliğiyle yazma yolunda oldukça yürümeye alışmış gençlere öğretilmelidir. Gençler ancak o zaman, “sanatın ruhu”na nüfuz ederek yazma kaidelerini/edebiyat nazariyelerini başarıyla uygulamaya imkân bulabilirler.
Eseri, sanat/edebiyat nazariyelerini, uygulamalı olarak gösterdiği için düşünceli gençlerin edebiyat yolunda güvenle yürümelerini temin edeceğini düşünür. Süleyman Fehmi, eğitim sistemimizde dilbilgisi öğretiminin ıslah edilerek gençlerin konuları algılama seviyelerinin yükseltilmesinin gerekli olduğunu da söyler. Yaşadığı dönemdeki eğitim sistemiyle bu gayeye ulaşmak hayaldir. Ona göre ancak idealist öğretmenler, istibdat yönetimlerinin adeti olan “ihmal ve meskeneti” bir yana bırakıp geleceğimizin umudu olan vatan evlatlarını, o ugursuz devirde düştükleri acıklı durumdan kurtarıp “pâye-i kemal”e ulaştırabilirler.
Yazar, yazma ve edebiyat nazariyelerinin/kuramlarının uygulamalardan çıktığını düşünür. Bu sebeple öğretmenlere, kitabında uygulamaların geniş yer aldığı ikinci kısmı, birincisinden önce okutmalarını önerir.