Doğada var olan her şeyin ontolojik bir gerçekliği bulunmaktadır. Bu ontolojik gerçekliğin ise matter ve substance olmak üzere iki boyutu vardır. Matter; varlığın görünen yüzünü yansıtan ve eklentileri de olabilen bir tür surete işaret etmektedir. Substance ise varlığın özünü, yani Descartes’ın deyimiyle cogito’yu, Hegel’in nosyonuyla geist’i, Kant’ınkiyle numeni ve Leibniz’in ifadesiyle monad’ı tarif etmektedir. Bu dört kavram arasında ufak tefek nüanslar olmakla birlikte; hepsi varlığın içkin alanını, başka bir deyişle magma’sını işaret etmektedirler. Substance (varlığın magması) iki temel niteliği kendinde barındırmaktadır. Her varlığın özünde belli bir dinamizm (dynamism) ve potansiyel (potentiality) bulunmaktadır. Varlığın özündeki dinamizm varlığın her an harekete geçebileceği konusunda muktedir olduğuna; potansiyel ise varlığın hareket alanının genişliğine işaret etmektedir. Varlığın görüntüsüne ilişkin matter alanının da iki temel özelliği bulunmaktadır. Varlığın özünde yer alan dinamizm ve potansiyel dışarıya belli bir enerji (energy) ve eylem (action) olarak yansımaktadır. Enerji eylemin ortaya konulması noktasında bir tür önceleyen; eylem ise varlığın kendini gerçekleştirmek üzere ortaya koyduğu bir tür işaret olarak tebarüz etmektedir. Varlığın suretine ilişkin olan bu iki temel özellik, varlığın anlaşılabilmesi noktasında bilimin konusu olmuştur. Nitekim hala, varlığa ilişkin müktesebat, varlığın matter alanının incelenmesi üzerinden oluşturulmaya çalışılmaktadır.
Ontolojik Alanı Kavramaktaki Güçlük
Ontolojik alanın anlaşılmaya çalışılması noktasında varlığın substance alanına inilememesi, bu sıcak alana inildiğinde varlığın özünde bulunan sıcaklığa dayanacak kadar dirayetli bir bilimsel kostümün var olmaması ontolojik gerçekliklerin bir biçimde eksik ve yanlış anlaşılmasına sebep olmaktadır. Ancak ontolojik alana ilişkin ne olup bittiğini anlamaya ve ontolojik alanı değiştirmeye, ona müdahale etmeye çalışan bilim insanları epistemolojik alanı var ederek varlık alanının derinliklerine inmeye çalışmıştır. Başka bir ifadeyle var olanın alanı ona ilişkin başka bir alanın var edilmesi ile anlaşılmaya çalışılmıştır ve hala da bu şekilde anlaşılmaya çalışılmaktadır. Fakat daha önce de belirtildiği üzere varlığın alanına ilişkin var edilen gerçeklikler sadece varlığın yüzeyini anlamaya ve algılamaya olanak tanımaktadır. Varlığın özünü yani substance’ını anlamak, var edilen bilimsel teçhizatla pek mümkün görünmemektedir. Varlığın gerçek anlamda anlaşılması bilime misyon yüklemeyenlerin ifade ettiği üzere varlığın bu konuda istekli olmasına bağlı olarak gerçekleşebilecek bir hakikat olarak varlığını korumaktadır. Dolayısıyla varlığın anlaşılmasına yönelik icra edilen bütün çabalar beyhude birer icraat olarak kalmaktadır. Bilim insanları varlık alanını anlamaya ilişkin ne kadar temayül gösterirlerse göstersinler; bu konuda en mükemmel epistemeyi oluştursalar dahi varlığın ilgi gösterene katılma isteğinin olmaması durumunda olumsuzluğun olumsuzlanması (negativite negatrise) ve buna bağlı olarak varlık alanına ait sahih bilginin elde edilmesi pek mümkün görünmemektedir. Bunun yanı sıra epistemolojik gerçeklik alanı (ki insan varlığının en önemli ve en başat epistemolojik gerçekliği dildir) aynı dile dilbilgisi kurallarının getirilmesinden sonra özgür düşüncenin ortadan kalkması gibi varlık alanının anlaşılması noktasında birtakım sınırlılıklar da getirmiştir. Başka bir ifadeyle ontolojik gerçekliklere anlam vermek üzere kurgulanmış olan epistemolojik gerçeklikler hem ontolojik gerçeklikleri anlamaktan ve anlatmaktan aciz bir gerçeklik alanı hem de ontolojik gerçeklikleri anlamak üzere ulaşılması gerekli aşkınlığı yakalamanın önünde engel bir pranga olarak zuhur etmektedir.
Bir Cezalandırma Aracı Olarak Metodoloji
Ontolojik alanı anlamaya yönelik geliştirilen şahsına münhasır bu bilimsel dil (epistemoloji) metodoloji adını verdiği teçhizat ile bilim insanını tahakkümü altında bulundurmaktadır. Varlık alanına ilişkin çalışmalar sürdüren bütün bilim insanları epistemenin metodolojisine riayet etmek zorundadır. Bu zorunluluk metodoloji adını verdiğimiz teçhizatın kurumsal bir kimlik kazanmasından kaynaklanmaktadır. Başka bir ifadeyle metodoloji dediğimiz şey, bilim insanı sıfatıyla varlık gösteren bütün ilgi gösterenlerin bilim yapma işini şahsi inisiyatiflerden çekip çıkartarak bir tür mekanizma inşa etmektedir. Bu mekanizmayı kullanmayı bilmeyen kişiler bilim yapma işinden uzaklaştırılmakta ve aforoz edilmektedir. Bu bağlamda metodoloji aynı zamanda bir tür cezalandırma aracı olarak da işlevsel hale getirilmekte; metodik anlamda şüphe içeren bütün çalışmalar bilimsel alanın dışına sürgün edilmektedir. Muhakkak metodoloji dediğimiz bilimsel teçhizat, bilimsel iletişimin (bu kavramla ifade edilmek istenen bilimsel alandaki ortaklaşmadır) gerçekleşmesi adına kullanılan bir medium olarak meydana gelmektedir. Aynı zamanda bilimsel bilginin objektivitesi de metodolojinin sorumluluğunda tartışılmakta ve anlaşılmaktadır. Ancak epistemolojinin varlık alanını anlaşılır kılmak, açık seçik hale getirmek üzere icat ettiği bu mekanizma varlık alanının anlaşılmasının önüne geçerek asıl var oluş amacının dışında algılanarak etrafı yüksek ateşle çevrili bir çember alanı yaratarak bilim insanının icraatlarına yön vermekle birlikte bilim insanının dipsiz kuyularda varlığı aramasına da sebebiyet vermiştir. Bu sebepten ötürü epistemoloji dediğimiz bilimsel dil, bilim insanının ontolojik alana ilişkin gerçekliği ortaya çıkarmaktan öte kendi gerçekliğini yaratmış bir gerçeklik alanı (çok totolojik olabilir) ortaya çıkararak Platon’un mağara metaforunda olduğu gibi varlık alanına ilişkin sadece gölgelerin ve sınırlı yansımaların bilme alanı olarak tebarüz etmektedir. Her ne kadar bilimsel bilgininin metodolojisi varlık alanının ifşa edilmesinde yetersiz kalsa da bilim insanının sınırlarını çizmekte bir o kadar başarılı bir örnek teşkil etmektedir. Bu yönüyle episteme ve ona ait olan metodoloji bilim insanının cezalandırılıp ödüllendirilmesinde önemli bir araç olarak görülmektedir. Bu durum bilim insanının metodik korku dediğimiz halet-i ruhiyeyi deneyimlemesine sebep olmaktadır.
Sosyal Bilimlerdeki Çıkmaz Sokak: Aynı Anda İki Şey Olmak
Buraya kadar açıklananlar her ne kadar doğa bilimleri lafı geçmese de doğa bilimleri esas alınarak ifade edilmeye çalışılmıştır. Sosyal bilimler açısından episteme ve metodolojinin etkileri daha da vahimdir. Doğa bilimleri ile bilim insanı kendi varlığının dışında bir varlık alanını açıklama gayreti içerisine düşmektedir. Sosyal bilimler açısından ise bilim insanı kendi varlık alanına ışık tutmaya, kendi varlık alanına fenomenoloji perspektifinden bakarak karanlık yerlerin ışımasına vesile olmaya çalışmaktadır. Böylesi bir gayret, Foucault’nun da Kelimeler ve Şeyler adlı kitabının dokuzuncu bölümü olan İnsan ve İkizleri’nde belirttiği gibi bilim insanının hem araştırmayı gerçekleştiren özne hem de araştırmaya konu olan nesne olma durumunu açığa çıkarmaktadır. Bu bir paradoks gibi durabilir. Nitekim bir şeyin aynı anda iki şey olması ancak paradokslarda görülebilecek bir durumdur. İnsan varlığının kendi varlığını anlamak üzere başvurduğu bir bilimsel alan olarak sosyal bilimler, insanı bir amaç uğruna kendi kendisini araçsallaştırmaya itmektedir. Varlığı gereği insan halihazırda teleolojik bir varlık olarak belli bir amaç uğruna birtakım araçlar oluşturmaya muktedirdir; fakat insanın kendi varlığını araçsallaştırmaya yönelmesi özü suretten ayırmaya; daha açık bir ifadeyle beyni yerinden çıkartıp masaya koyarak bedeni yönetmeye zorlamak gibi absürd bir durumun ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Sosyal bilimler, insanı bilginin hem öznesi hem de nesnesi, bilginin hem üreticisi hem de tüketicisi, bilgiyi hem tasarlayan hem de tasarıya taslak olan olarak tasavvur ettiği için insanı ikizleriyle birlikte var etmektedir. Bu ikili varoluş yine İnsan ve İkizleri kısmında Foucault tarafından aktarıldığı üzere bir handikap yaratmaktadır. Bu handikap ne pratikte işlerliği olan ne de teoride anlaşılabilir bir durum yaratmaktadır. Foucault’ya göre insana kendi hakkında sahip olmadığı bir bilgiyi kazandırmaya çalışan sosyal bilimler insanı bilimsel yasalar çerçevesinde sürekli olarak nesneleştirmektedir. Sosyal bilimlerin bu pratiği analiz nesnesi olarak insanı diğer özelliklerinden tenzih ederek ve insanı bilimin canlı malzemesine dönüştürerek genel geçer yasalar ortaya koymayı bilimsel bilginin nihai ölçütü olarak kabul etmektedir. Bu sosyal bilimlere yönelik pozitivist yaklaşımın “reductionism” boyutunu gözler önüne sermektedir. Diğer yandan anti-pozitivist bakış açısıyla insanın anlaşılmasına yönelik ortaya konulan yaklaşımlar bilimsellik kazanmak üzere yine pozitivist bir indirgemecilik anlayışının etkisinde kalmaktadır. Halihazırda doğa bilimleri alanında bile kendine yetemeyen bir bilim anlayışının sosyal bilimler alanına sirayet ederek açıklamalar oluşturmaya çalışması sadece insan varlığının yönlendirilmesine vesile olan bir direktifler alanı ortaya çıkarmaktadır.
Sonuç
Doğa bilimlerinin metodolojisinden farklı, sadece sosyal bilimlere ait bir episteme ve metodolojinin oluşturulması ise yine insan varlığının anlaşılmasından çok ne yapması gerektiğini tayin eden bir anlayış ortaya çıkarmaktadır. Bu yüzden Foucault’ya göre insan bilimlerine ait olduğu söylenen metodoloji belirli bir söylemden öteye gidememekte bu yönüyle de bilimsel bir kimlik kazanamamaktadır. Dolayısıyla sosyal bilimler alanında çalışan bir bilim insanının doğa bilimleri alanındaki metodik korkudan farklı olarak metodolojik bir kararlılığa sahip olamamasından ötürü yaşadığı tedirginlik kendisinde metodolojik bir korku oluşturmaktadır. Doğa bilimlerindeki metodolojinin ilgi gösterdiği varlık alanındaki karanlığı aydınlatma iddiasının altında yatan kendinden emin epistemoloji bu alandaki bütün bilim insanları üzerinde metodolojik bir tahakküm ve buna bağlı korku yaratırken; sosyal bilimler açısından kesin bir metodolojinin var olmaması, sosyal bilimler araştırıcısının kendisini yalnız hissetmesine neden olarak metodolojik bir korku uyandırmaktadır.
Yeni yorum ekle