Simmel’in, “Bridge and Door” adlı yazısında, evrende yer alan her canlının, diğer canlı varlıklarla aynı boşluğu paylaşmak istemediği kayıtlıdır. Bu demektir ki bütün canlı varlıklar, rekabet içerisinde yaşamlarını sürdürmek zorundadır. Simmel’e göre bu rekabeti, kapı metaforu simgelemektedir. Her canlı, kendine tahsis ettiği yaşam alanını ya da uzay içindeki boşluğu, kapı dolayımıyla parselleyerek, rekabet yarışında kendisine rota takdir ve tayin etmektedir. Yaklaşık beş sayfalık oldukça konsantre olan bu yazısıyla Simmel, esasında, özel ve kamusal alanın nasıl teşekkül ettiğini kapı ve köprü alegorisi üzerinden izah etmeye kalkışmaktadır. Esasında, metinde yer alan ifadeler, canlı varlıkların, bilhassa insan varlığının karakterine dair önemli ipuçları sunmaktadır.
Kapatır Kapıyı Kollarım Kendimi
Doğası itibariyle insan varlığı da Simmel’in söylediği gibi kendi alanını başkalarıyla paylaşmak istemez. Bunun için de zaman zaman canı pahasına bir rekabetin içerisinde bulur kendini. Kapıyı kapatıp özel alanına çekildiğinde biraz olsun güvenliğini sağlama almış olur; fakat dışarıda bunu söylemek pek mümkün değildir. Dışarısı herkese aittir. Dışarıyı genelde güç regüle eder. Sadece gücü olanlar yaşam şansı bulabilmektedir dışarıda. En güçlü olan tek başına kalana kadar da rekabet ve savaşım hiçbir biçimde bitmemektedir.
Peki durum böyleyse nasıl olup da insanlar bugün huzur ve barış içerisinde (mevcut dünya düzenini göz önünde bulundurmadan insanın toplum içerisinde nasıl yaşayabildiğini kastediyorum) yaşayabiliyorlar? Nasıl olup da insanlar doğalarında bulunan rekabeti aşarak birlik olabiliyorlar? Nasıl bir güç, güçlünün sağ çıktığı bir düzeni ikame edebiliyor? Bu ve benzeri daha birçok soru sorulabilir. Fakat cevabı uzaklarda aramaya gerek yok. İnsanın kurtlar sofrasında yaşam şansı bulmasını sağlayan ve bütün ümitlerini yüklediği “ADALET”tir. Aslında insanın diğer insanlarla olan ilişkisinde hakem rolünü üstlenen devlettir; ancak devlet hakemlik rolünü ifa ederken “ADALET”i yine bir araç (instrument anlamında) olarak kullanmaktadır. Nitekim “ADALET; “kişilerin çatışan çıkarları arasında hakka uygun dengeyi devletin sağlaması” olarak tarif edilmektedir.
Adaletin Terazisi Ne Tartar
Tartışılması gereken can alıcı soru, terazinin ölçü birimi olarak neyi esas alması gerektiği sorunsalıdır. Böyle bir soru, ADALET olgusunun epistemolojik bir zeminde tartışılmasını zorunlu kılar ki tarih boyunca birçok filozof adaletin ne olduğunu (kendi perspektiflerinde mündemiç değerlendirmeleriyle ne olması gerektiğini) izah etmeye soyunmuştur. Sokrates’ten Platon’a, Platon’dan Aristoteles’e ve daha nice düşünür ilgili sorunun cevabını vermeye kalkışmıştır. Devlet adaleti nasıl dağıtmalı?
Bu soruya verilen cevaplar ansiklopedi serileri oluşturabilir. Tek bir nosyon üzerinde bu kadar farklı ve çok cevabın olması ise inancın çeşitliliğiyle ilgilidir. Çünkü inanç ve adalet arasında sıkı bir ilişki bulunmaktadır ve bu sıkı ilişki adalet nosyonu üzerindeki mutabıklığı ortadan kaldırarak kavramın evrensel bir kimlik kazanmasının önüne geçmektedir. Gerçi adalet nosyonu halen evrensel bir kavram olarak değerlendirilmektedir. Fakat düşünüldüğü gibi adaletin uygulanma pratiğine baktığımızda böyle bir evrensellikten söz etmek mümkün değildir. Zira toplumu var eden “adalet” eğer pratikte tek tip bir uygulamaya sahip olsaydı, toplumsal örüntü de tek tip olurdu. Ancak bugün görüyoruz ki toplum tipleri ciddi manada birbirinden farklılık göstermekte. Adalet anlayışındaki farklılıklara bağlı olarak ideolojik ayrışmalar ortaya çıkmakta ve dünya düzeni bu ideolojik ayrışmalar ekseninde şekillenmekte.
Nitekim ideolojik ayrışmaların sembolü olan, mümessilliğini ABD’nin sürdürdüğü kapitalizm ve temsilciliğini Sovyet rejiminin yaptığı komünizm arasındaki farkı da ortaya çıkaran net bir biçimde sahip oldukları adalet felsefelerinin birbirinden farklı olmasıdır. Ki bu farkı zamanında Weber, adalet nosyonu üzerindeki yorumuyla çok net bir biçimde ortaya koymuştur.
Adalet: Hakkı Olmak Mıdır? Hak Etmiş Olmak mı?
Weber’e göre adalet “entitlement” ve “fairness” olmak üzere iki biçimde teşekkül eder. Burada tam karşılamasa da bir nebze olsun “entitlement”ı bir konuda hak sahibi olma, bir tür verilmiş hak olarak çevirebiliriz. Çünkü bu kavram altında Weber’in doğuştan gelen bir özelliği telaffuz ettiğini görebiliriz. “Fairness” sözcüğünüyse hakkaniyetlilik olarak çevirmek daha doğru gibi duruyor. Ki bu sözcüğün kapsadığı anlam itibariyle bir tür eşitsizliğin varlığı önden kabul edilmektedir. Eğer adaletin ne olduğunu “entitlement” nosyonunun kapsamı ekseninde değerlendirmeye kalkışırsak herkesin eşit olduğu ön kabulü üzerinden hareket etmemiz gerekir ki böylesi bir adalet anlayışının işlemediğini sosyalizm ve komünizm gibi ideolojilerin yaşam şansı bulamadığını görerek idrak edebiliriz. Evrimsel bakış açısıyla da herkesin cins olarak eşit olmasının dışında bir eşitliğin söz konusu olmadığını söylemek pek yanlış değil gibi. Dolayısıyla daha doğuştan farklı birtakım özellikler taşıyan ve bu özellikleri dolayısıyla birbiriyle eşit olmaktan uzaklaşan bireylere eşitlermiş gibi muamele edip adalet dağıtmaya çalışmak, adalet sistemini bunun üzerine kurmak, çözülememiş felsefi bir problem gibi duruyor.
Diğer taraftan “fairness” bağlamında bir adalet tesis etmek eşitsizliği kabul ederek kimin payına ne düşüyorsa onu dağıtmak gibi eşitsizliği daha da derinleştirecek bir adalet anlayışını barındırıyor. Eşitsizliğin daha da derinleşmesi söz konusu olduğundan bu da problemli bir adalet anlayışı tasarımı gibi. Anlaşılacağı üzere adalet dikotomik bir yapıya sahip. Nereden tutarsak tutalım biraz elimizde kalıyor gibi. Bu konuda. tarafgir olmak da pek mümkün görünmüyor. Herkesi eşit sayarak bir adalet tesis etmek kulağa çok hoş gelmekle birlikte, toplumsal bağlılığı uzun vadede büyük ihtimalle zora sokar. Veyahut “Sezar’ın hakkını Sezar’a teslim etmek” gibi bir adalet anlayışı da ilk etapta haklı gibi görünmekle birlikte uzun vadede toplumsal bir patolojiye dönüşme ihtimaline gebedir. Nitekim iki patolojik vak’a olarak soğuk savaşın iki kutbu Sovyet rejimi ve ABD arasındaki farklılık da bu iki farklı adalet anlayışının esas alınmasına dayanır. Her kulun eşit olduğu komünizm ve eşitsizliğin en derin noktalarından biri olarak kapitalizm. İkisinde de adalet mevcut.
Hasılı
İşin özü itibariyle baktığımızda her ne kadar patolojik olarak değerlendirilse bile bütün toplum tiplerinde bir biçimde adalet mevcuttur. Değişken olan, adaletin nasıl dağıtılması gerektiğine dair inançtır. Kimi toplum düzenlerinde Weber’in de söylediği gibi adaletin hakkaniyetlilik (fairness) ilkesi nezdinde tatbik edilebileceğine inanılmakta; kimisinde ise adaletli davranmak, herkese aynı hakkı tanımak (entitlement), bir nevi eşitlik olarak düşünülmektedir. Burada asıl olan şey adaletin dağıtım şekline bağlılık gösterip teslim olacak müntesipler bulmaktır. Adaletin dağıtılma yöntemine bağlılık gösterenler çoğaldıkça adalet anlayışı (aynı zamanda ideoloji de; çünkü ideolojiyi var eden de bir biçimde adaleti dağıtma biçimindeki farklılıklardır) bir değere dönüşüp toplumsal düzende hakim hale gelmektedir. Dolayısıyla adalet konusundaki paradigma farklılığı toplumun üyelerinin inanç farklılığında aranmalı; adalet hususundaki paradigma değişikliği de toplumsal inançtaki değişime endekslenmelidir.
Bu konuda anlaşılması gereken kanaatimizce; adaletin evrenselliği ilkesine sadakat değil, “ADALETİN İDEOLOJİK” olduğu gerçeğinden hareket etmenin tercih edilmesidir.
Yeni yorum ekle