TRT siyah beyaz yayın yaparken haberlerin hemen ardından verilen 'Hava Durumu'nu dikkatle izlerdim. Anlamadığım bir dille aktarılan 'yüksek basınç merkezi', 'soğuk hava dalgası' gibi kavramları çocuk aklımla yorumlamaya çalışırdım. O sırada rahmetli dedem ve ninemden sürekli duyduğum tek cümleyi hala unutamam: 'Allah'ın işine karışılmaz'.
Aradan geçen zaman zarfında bu şüphe geride kaldı; artık günlük hava tahminine teknoloji sayesinde kolayca erişiyor ve özellikle seyahate çıkarken yararlanıyoruz. Niceliğin niteliğe dönüştüğü bu ortamda aydınların tutumu da değişti. Gerçekleri farklı algılamaya başladılar. Batı düşüncesinin etkisinde kalan okur yazarlarımız, bu tür tahminlerin «simulasyona» dayandığını, «sanal» ve «inşa edilmiş» olduğunu ve bu yüzden bağlayıcı sayılamayacağını ileri sürdüler.
Kısaca geriye dönüp bir bakalım: Batılı düşünürler, ve bizdeki takipçileri hararetle neyi savunuyorlardı: 'Dil' ve 'Toplumsal Bilgi' dışında tanımlayabileceğimiz ya da açıklayabileceğimiz hiç bir gerçeklik yoktu! Yüksek makamdan okunan bu sesler şimdi kayboldu ve yerini gerçeklere bıraktı..
Peki, bu ani değişimi neye borçluyuz? İzah edelim..
Çağdaş düşünce geleneğinin dört arayüzü bulunmaktadır.
- Yeni Çağ'dan itibaren 'özne' konumuna gelen insan; dünyayı dışardan temaşa etti, onu gözlem ve eylemlerinin 'nesnesi' olarak değiştirmek istedi.
- Aydınlanma; 'ilahi vahiy' kapsamında oluşan kültürel mirası akli kriterlere göre gözden geçirmeyi ve bu birikimi insanlığa mutluluk vaat eden yeni bir biçime dönüştürmeye çalıştı.
- Yeryüzü hakkında nesnel bir görüntü elde etmeye çalışan bu iyimser yaklaşım Felsefe sahasında bir iş kazasına yol açtı. Beşeri dünya görüşlerinin gerçekliği konusunda şüphe doğdu. Örneğin Kant, dünyayı olduğu gibi algılayacağımız yönündeki umutlara çekince koydu.
- Ve bu şüphe felsefenin beşeri bilince yönelmesinin çıkış noktası oldu.
Bilinç ötesinde insanın dünyayı kavraması ve hakikate ulaşması mümkün olmadığından, mevcut yapılarla [konstruktion] yetinmesi şarttır! 20. yüzyılın son çeyreğinde Batılı ve Doğulu bilim adamlarını peşinden koşturan Derida'nın durduğu yer işte tam burasıdır. Ama onun Felsefe'ye zarar verdiği yeni anlaşılmaktadır.
Dünyaya dışardan bakarak anlamanın yanlış olduğunu söyleyen Batılı düşünürler var elbette. Mesela; dünya ile aşinalığı tekrar tesis etmek ve onu içerden okumak için Heidegger «In-der-Welt-Sein» kavramını geliştirir. Sayılarla örülen perdenin insanı doğadan uzaklaştırdığını söyler. Zanaatkarın yakın dünyasını, becerikli oluşunu ve kendini kuşatan her anlayışa karşı kayıtsız kalmasını örnek gösterir.
Aynı şekilde Wittgenstein «Sprachspiel/Dil Oyunu» kavramı ile insan ve dünyanın yüzleşmesini, düşünce ayrımının üstesinden gelecek bir boyuta gelmesini arzular.
Heidegger ya da Wittgenstein'e kulak verenler en azından mühendisler ile 'diyalog' kurmayı denediler. «Welt-Konstruieren/ Dünyayı İnşa Etmek» olgusuna yönelerek alacakaranlıktan sıyrılmak istediler. Tek dünyada varoluşun çok boyutlu olabileceğini açıklamaya çalıştılar. Metafizik değerleri ve kabulleri açığa vurmak için yola çıkan ama ağırbaşlı bir dindarlığa dönüşen 'yapıbozumcu' yöntemden uzaklaştılar.
Postmodernizm de bir bakıma konstruktivizmin(inşacılık) bir şekliydi. Ki gerçekcilik her zaman ona karşı tavır almıştır. Dünya hakkında görüş bildirmeyi imkansız bulanlar, «izmler» karşısında da söylecek bir sözü olmalıdır, demiştir. Şimdi eski ismiyle Boğaziçi, yeni ismiyle Şehitler Köprüsü'ne bakalım. Sorum şu: Şehitler Köprüsü isimli kaç nesne olabilir? Metafizik'e göre; ortada «tek nesne» vardır, ona kim nasıl bakarsa baksın sonuç değişmez. Konstuktivizm içinse «üç nesne», yani 'bana, sana ve ona' göre algılanan üç ayrı hakîkat bulunur. Gerçekcilik ise bu üç ayrı bakışa bizzat «nesne»nin kendisini de ekliyor. Çünkü gerçekcilikte yalnızca dünya yok herşey var ve «herşey» demek «sonsuz» anlamına geliyor. Kısaca kısmen örtüşen, kısmen birbirinden bağımsız sayısız dünyalar mevcut. Keza düşünceler ve algılar da olgu sayılıyor.
Hava raporlarının güvenilir olduğu bir çağda Felsefe'nin gerçeklik anlayışına geri dönmekten başka çıkış yolu yoktur. Bu sayede eski işlevine kavuşacak, özetle bireysel ve toplumsal hayatı bu çağın kavramlarıyla açıklayabilecektir. Günümüzde gerçekler o kadar acı ki, Felsefe'nin bizi kışkırtmasına gerek kalmıyor.
Ufkumuza yerleşen Yeni Türkiye yolunda hayatı anlamamızı kolaylaştırsın yeter.