Deizm, Sekülerizm ve Modernizm Kıskacında

06 Nisan 2018

Modern insan ağır bir stres altında yaşamını sürdürmektedir. Benlik duygusu, asgari bir kimlik edinmek için mücadele etmektedir. Bu gergin insanlar şunu seziyor: Kimselerin beğenmediği o 'standart' kimliği terk eden kişi eninde sonunda yiter! Bu yaklaşım yanlış değil. Ancak kimliğin her zaman iki çılgınlık arasında bir noktaya yerleştiğini aklımızda tutmalıyız; onlara azami kimlik ve sıfır kimlik diyoruz. İlkinde birey şahsıyla bütünleşir. Örneğin; Napolyon kendini Napolyon sanan bir çılgındı! Sıfır kimlik durumunda, birey şahsiyetsizleşir ve neticede kim ya da ne olduğunu bilmez...

19.yüzyılın ikinci yarısında - evrim teorisinin etkisi altında - 'muasır medeniyet' ülküsü derin bir sarsıntı geçirdi. Dini fikirlerin değişmez, canlı türlerinin, Plato'nun arketiplerine benzer şekilde, dayanıklı varlıklar olmadıkları, aksine bir sürükleniş içinde bulundukları anlaşıldı. İnsanların, büyük ölçekte neler olduğunu, yani büyük resmi görmeleri için ömürleri yetmez. Başka bir deyişle, yeryüzündeki istikrar, insan ömrünün yarattığı bir yanılsamadan ibarettir. Bilişsel rahatlık yüzünden yakın zamana kadar dünya nizamının tüm zamanlar için geçerli olduğunu sandık. Böyle bir sabit düzen mevcut değil(di). Bu algıyı benimsemek hiçte kolay olmadı. Darwin, Türlerin Kökeni (1859) kitabını tamamladıktan sonra, kendini bir cani gibi hissettiğini belirtir. Kant, Aydınlanma nedir (1784) sorusuna cevap ararken 6 milyon Afrikalı kölenin Amerika kıtasına gemilerle taşındığından haberdardır. Nietzsche, 1882’de 'Tanrı öldü' çığlığı atar. Benzer bir şey 'halklar' ile gerçekleşir. Halklar denilince, bir coğrafyanın sakinlerini ortak değerlerde buluşturan, ana ögeyi unutmamalıyız.

Bugün bu halklar, belirli tarihsel koşullar altında sembolik ve somut topluluklara bürünen, büyük ve küçük, öz ve yabancı parçalardan oluşan bir dönüşüm içerisindedir. Bu ikinci sürükleniş 20. yüzyılın ilk başında yaşandı ancak günümüz insanını hala rahatsız etmiyor değil. Toplumlar ve kültürlerinde, değişim ilkin yüzeyde gerçekleşir, olaylar 'tarihsel' bir zaman diliminde cereyan eder, onu çıplak gözle izleyebilirsiniz. Bu süreçte gözlenen yavaşlık artık kimseyi teselli etmemektedir. Geçmişten miras kalan değerler bir özsavunma içine girerken, güçlü bir şekilde dipten gelen ve eskidiği için tekrar giden yenilikler hayatımıza girmiştir. Toplumların - sanal - çözülmeleri, pek çok insanı elbette derinden yaralıyor, sahip oldukları 'imajın' ya da 'kimliğin' zedelendiğini fark ediyorlar. Beni Türk yapan şey Türklük değilse, nedir? sorusu karşılarına çıkıyor.

Ben kimim o zaman? Kendini Avrupalı gören bir çılgın mı?

19.yüzyıl ortasına dek bu tür soru(n)lar insanların yaşam öykülerini kapsamıyordu. Her yenilik uzun bir zaman dilimine yayılmıştı. Çoğu insan değişimi hissetmiyor, hatta umursamıyordu bile. 20.yüzyılda bu süreç hızlandı. Dünya görüşlerini veya din anlayışlarını çağlar boyu istikrarlı kılan 'sonsuzluk filtresi' yavaş yavaş yok oldu. Ve bu durum kuşkusuz modern bir olgudur: Değişimler o kadar hızlandı ki, kişilerin yaşam öyküsüne yansımaya başladı. Bireyin öyküsü ile toplumun tarihi birbirine iyice yaklaştı. Teknolojik yenilikler sayesinde dünyanın nasıl değiştiğini insanlar bizzat kendi gözleriyle gördüler.

Kısaca; eski anlayışlar ve algılar yavaş ilerleyen devirler için geçerliydi, bir devirden ötekine geçiş sorunsuz atlatılıyordu. Yeni anlayışlar ve algılar ise modern çağın hızlı dönüşümü ile başa çıkmak zorundalar. Bu üçüncü sürükleniş insan hayatının her alanına sirayet etti. Dünyanın hiçbir yerinde hiç kimse teknolojinin hayatına getireceği yarar veya zarardan korunamıyor. Bu gerçeğin farkına vardıkça huzursuzluk artıyor.

İnsan, fırtınaya yakalanmış bir gemide nasıl tutunabileceği bir direk ya da kendini emin hissedebileceği bir kabin arıyorsa, değişimin varlığında pay sahibi olduğunda ancak 'kayıplara' katlanabiliyor. Veya değişim sürecinde sığınabileceği bir ölçü/değer bulursa gelişmeleri olumlu karşılıyor. Onu bu serüvende sakinleştirecek bir 'kılavuz' mutlaka olmalıdır.

Çağ 'atladığımız' Özal yıllarını hatırlayalım: Dünyada olup biteni anlamakta zorlanıyorduk. Aynı zamanda değişimin ruhunu yakalamaya çalışıyorduk. Çünkü insan değişimden hem korkar hem de sever. İnsan kendini bir dönüşüm aracı olarak gördüğü ve bu dönüşümünün takipçisi olduğu sürece, ona sıcak bakıyor. En azından değişimden kazançlı çıkacağını düşünüyor. Ama kendini o değişimin kurbanı olarak görürse tepki göstermeye başlıyor. Hoşnut olmanın yerini huzursuzluk alıyor. Freud, kültürdeki bu huzursuzluğu, dürtü doyumundan vazgeçmek olarak açıkladı. Ancak bana öyle geliyor ki, huzursuzluk, taraftarın/takipçinin ayrıcalığını kaybetmesiyle ilgili bir durumdur. Yandaşlıktan mağdur konuma düşenler çoğaldıkça aykırı sesler yükselecektir. 

Fukuyama, Tarihin Sonu (1992) tezinde önemli bir noktayı atlamamış: Refah bakımından yarı doygun toplumlarda hoşnutsuzluk azalmıyor, aksine 'hızla' artıyor. Kendilerinin aciz olmadığını düşünen bireyler ateşli birer seçmene dönüşüyorlar ki toplumsal tepkilerin biçimi de değişiyor. Tam bu aşamada şimdiye dek gizli kalmış bir 'diyalektik' ortaya çıkıyor: Toplumun refah düzeyi göreceli şekilde artıkça, alt ve orta sınıfa mensup gençler arasında umutsuzluk yayılıyor. Görünüşte tatmin olmuş bir toplumda, herkes farkında olmadan kendini başkalarıyla karşılaştırır. Başka bir deyişle, mevcut imkanlarla/araçlarla giderilmesi mümkün olmayacak yeni bir hoşnutsuzluk dalgası yayılır. Bu duygu selini yatıştırmak oldukça zordur.

Aslında toplumlar sıkıntılar ve zorluklar içinden geçerek oluşur. Yunus'un diliyle söylersek, bireyler pişerler. Ülkemiz 15 Temmuz darbe girişiminden beri bir heyecan patlaması yaşıyor. Başka siyasi, sosyal ve ekonomik sebeplerle Avrupa ülkeleri de bir gerilim içerisine girdiler. Özellikle Müslümanlara yönelik tepkilerin boyutu hepimizi şaşırtıyor: Modern çağda demokrasi kültürü işlevini yitirdi, zira demokrasiler varlığını hiçbir zaman kendisinin denetleyemeyeceği önkoşullara borçludur. Özgürlükler, bireysel haklar, hukuk devleti ilkeleri şimdi teker teker budanıyor. Batı'da şu an bunları yaşıyoruz. Demokrasi sayesinde anti-demokratik güçler zemin kazanıyorlar. Henüz bu gelişmenin analizini yapan çıkmadı. Bu bir 'neo-faşizm' olayı da değil. Demokratik düzende çoğulculuk 'kültürel ırkçılığı' teşvik etti. Milliyetçilikler birbirlerine doğal olarak rakiptir ama hiç kimse onların 'Avrupa Sağı' çatısı altında buluşabileceğini öngöremedi. Üstelik şimdi ortak düşmanları da var: İslam. İşin kötüsü ve İslami cemaatlerin bihaber olduğu mesele, Avrupa'da toplumsal sorunların aynı zamanda ulusal sorun haline dönüşmesidir. Bu tehlikenin de farkına varan yok henüz. Avrupa ülkelerinde tepkiler yalnızca 'islam' ile sınırlı değil. Sol sağa, zengin yoksula, kadın erkeğe, yerli yabancıya, yaşlı gence karşı hemen tavır almaktadır. Kimlik meselesi her zamankinden çok hayati bir sorun sayılmaktadır. Toplumu dokuyan tüm farklılıklar ayaklanmış vaziyettedir. Tüm sabit dikotomiler harekete geçtiler. Toplum içinde her şey akıyor, ama Heraklit'in vurguladığı şekilde değil. Tartışmaları tetikleyen, kargaşaları doğuran psikolojik bir mekanizmanın varlığından şüphelenmiyor değilim. Doğu'da ve Batı'da öfkelenmeden siyaset yapan bir politikacı kaldı mı? Tocqueville'nin açıklamaya çalıştığı bir ikilemin önünde duruyor insanlık: İşler yoluna girdikçe memnuniyetsizlik azalmıyor, zira değişim ya hızlı gerçekleşmiyor ya da değişimden az faydalanılıyor. Bu gelişmeler tabii en çok gençleri etkiliyor.

Bu algı ilk bakışta tutarsız gözükebilir. Ancak sunulan rakamlar, refahın hangi ölçüde ve nasıl paylaşıldığı konusunda, açıklık getirmiyor. Analizler ise yüzeysel kalıyor. Mikro düzeye indikçe dağılımın adil olmadığını tespit etmekte zorlanmıyoruz. İster Türkiye ister İngiltere ister Hindistan olsun yeryüzünde yoğun bir eşitsizlik sendromu yaşanıyor. Bu açıdan, gençlerin kendilerini 'hiç' saymaları için makul sebepleri bulunuyor. Olumsuz izlenimleri sorgularken aynı yaklaşımı din anlayışına yansıtmaları kaçınılmaz oluyor. Gençleri 'deist' olmakla suçlamaktan ziyade olayı bir bütünlük içerisinde kavramak gerekmektedir. *

Çağdaşlık radikal bir projedir ve geriye dönüşü yoktur. Onu Cumhuriyet'in ideolojisiyle sınırlamak da doğru değildir. Biz, bugün hala modernlik ile başa çıkmaya çalışıyoruz. Modernlik; geleneksel otorite kaynaklarını terk etmeyi, bireysel akıl temelinde sözleşmiş bir toplumun varlığını ve topluma umut aşılamayı gerektirir: Eşitlik ve Kardeşlik, yani hiyerarşik olarak yapılanmamış yeni bir düzen vaad eder. 19. yüzyılda Batı'da, 18. yüzyılın sosyal kavramlarında henüz hesaba katılmamış yeni bir güç devreye girmiştir: sanayi kapitalizmi. Bu tarz örgütlenen bir ekonomi anında bir hiyerarşi talep ediyor, sermaye küçük bir azınlığın elinde birikiyor. Bu durum sadece yeni bir eşitsizlik yaratmadı, aynı zamanda birçok travmatik dönüşümü beraberinde getirdi. Avrupa ülkelerinin 19. yüzyılda yaşadığı süreçten, bugün biz, modernleşmenin acı ürünlerini tadarak geçiyoruz. Millî Görüş geleneği İmam Hatipli çocuklarına hırslı olmayı öğretti hep. Artık onurlu olmaları gerektiğini de bilmeleri gerekiyor. Bu ülkenin asıl bu değişime ihtiyacı var. Önce «Progress» ile «Process» kavramlarının ayrı şeyler olduğunu kabul ederek işe başlayacaklar. Süreç; sabır, tecrübe ve derinlik ister. İlerlemek; gerçekçi bir dünya görüşü ile köklü bir bakış açısına sahip olmanızı bekler.


* 1755 Lizbon Depremi'nden sonra Rousseau ve Voltaire arasında yaşanan tartışma bu konuda ufuk açıcı olabilir.

 

İstatistikler

Bugün Toplam Toplam
0 kez görüntülendi. 490 kez görüntülendi. 0 yorum yapıldı.