Türkiye 20. yüzyılı büyük ölçüde kendi kendisiyle kavga ederek geçirdi. Tek parti döneminde milletin rızası umursanmadan girişilen tepeden inmeci modernleştirme gayretlerine tanık olduk. Milletin sosyolojik-tarihi-kültürel dokusuyla uyuşmayan reformlar, muhalefeti susturmalar, rakipleri yok etme çabaları, bastırılan özgürlükler… 1950’li yıllarda başlayan açılımlar da uzun ömürlü olamadı. Demokrasiye geçişle birlikte gündeme gelen devletin milletle barışma çabaları 1960’tan itibaren başlayan darbe dönemiyle kesintiye uğradı.
1980’lerde rahmetli Özal’la Türkiye kabuk değiştirmeye, asırlık sorunlarıyla yüzleşmeye, devletin millet iradesine daha saygılı olduğu, tekellerin kırıldığı, dünyaya açılan, daha demokratik, piyasa ekonomisine dayalı bir düzen kurmaya gayret etti. Ama 1990’lı yıllarda bu çabalar da kesintiye uğradı. Devletin karanlık yüzünün baskın olduğu, tek parti dönemi özlemlerinin dışa vurulduğu, faili meçhul cinayetlerin “vak’ayı adiye” olduğu, özgürlüklerin budandığı, Kemalist rejimin dayatmalarıyla barışık olmayan toplum kesimlerinin itilip kakıldığı, ötekileştirildiği, sürekli iç ve dış düşmanların yaratıldığı, sermayenin renklere ayrıldığı, perde gerisinde hukuksuz rant dağıtımının yapıldığı, sermayenin piyasa dışı yollardan el değiştirdiği, makro-ekonomik göstergelerin inanılmaz derecede bozulduğu yıllar oldu 1990’lar. Sonunda kaçınılmaz olan gerçekleşti, ekonomi dibe vurdu, 2001 yılında tarihimizin en ağır iktisadi krizine sürüklendik; siyaset de, ekonomi de tıkandı, gemi karaya oturdu, gidecek yer kalmadı.
Bu darboğazdan ancak ciddi bir silkinişle, yön ve yaklaşım değişikliğiyle çıkabilirdik. İşte Erdoğan ve Ak Parti hükümetleri bunu sağladı. Anadolu’nun hor-hakir görülen sessiz yığınlarını arkasına alan Erdoğan’la birlikte çevre merkeze yürüdü. Özal’ın çabalarıyla doğup gelişen dindar-muhafazakâr orta sınıflar bu dönemde Erdoğan ve Ak Parti’nin arkasında çok sağlam durdular. Bu sayede üst üste seçim başarıları geldi. Bu başarılarla beraber yakalanan siyasi ve ekonomik istikrar sayesinde, hükümetin mali disiplini önemseyen, özgürlüklerin önünü açan, ülkeyi komşularıyla ve dünya ile barıştırmak isteyen, AB ödevlerini ciddiye alan, reformcu, değişimci ve özgürlükçü yaklaşımları ve politikaları sayesinde, 2000’li yıllarda Türkiye çok büyük bir sıçrama yaptı. Makro-ekonomik göstergelerimiz hızla iyileşti; milli gelirimiz, kişi başına ortalama gelirimiz, reel büyüme hızımız, ihracatımız, döviz rezervlerimiz artarken, enflasyon ve faizler düştü, bütçe açığımız azaldı, iç ve dış borcumuz milli gelire oran olarak düştü. Türkiye iktisadi bakımdan önemli bir başarı hikâyesine imza attı.
Ancak son 3 yıldır ekonomi patinaj yapmaya başladı; kişi başına milli gelir 10 bin doları yukarıya çıkamıyor, büyüme hızı %3’ün altına geriledi. Ekonomik hedefler sürekli aşağı doğru yenileniyor. Ekonomistlerin “Orta gelir tuzağı” dedikleri kısır döngüye girmiş görünüyoruz. Yeniden bir silkinişe, atılıma ihtiyacımız var. Bunun için teknolojik sıçrama, yenilik, AR-GE şart; ama bunlar için de siyasi istikrar şart, iç barış ve huzurun sağlanması şart. Bunun için de, karşı karşıya olduğumuz terör gibi, Kürt sorunu gibi, Alevi sorunu gibi toplumsal-siyasal sorunlarımızı siyasi reformlarla, hukuk devletini tesis ederek, demokratikleşme atılımları şart. Bütün bu sorunların gelip düğümlendiği nokta ise, anayasa. Bu anlamda Türkiye'nin yeni bir anayasaya acilen ihtiyacı var. O kadar ki, terör sorunu başta olmak üzere, karşı karşıya olduğumuz toplumsal sorunları barışçı yollardan aşma amacıyla atılacak her ciddi adım bundan sonra anayasa engeline takılabilir. O halde yeni bir anayasa bizim için çok acil, öncelikli ve önemli bir mesele.
Erdoğan ve Ak Parti hükümetlerinin son 13 yılda ülkemize pek çok hayırlı hizmetleri olduğu kuşkusuz; bunları takdirle karşılıyoruz. Ama takıldıkları, yetersiz kaldıkları, yanlış yaptıkları işler de var. Bence ihmal ettikleri, yeterince gayret sarfetmedikleri, başarısız kaldıkları alanların başında yeni bir anayasanın yapılması geliyor. “Efendim zorluklar, direniş cephesi, kapatma davası, beka sorunu, vs.” birçok mazeret öne sürülebilir; ama bunların hiçbir yeterince ikna edici değildir. Zira Erdoğan ve Ak Parti hükümetleri yeri geldiğinde askeri vesayete de, e-muhtıraya da, kapatma davasına da, bütün şer güçlere de direnmeyi, dik durmayı bilmiştir; yeterince istemiş olsalar anayasayı da pekâlâ değiştirebilirlerdi. Bu bağlamda özellikle üç büyük fırsat kaçırılmıştır.
Bunlardan ilki 27 Nisan 2007 e-muhtırasına karşı meydan okuyan 22 Temmuz 2007 seçim başarısının hemen sonrasıdır. İkincisi, Anayasanın 30 maddesini değiştiren 12 Eylül 2010 referandumunun %60’la kabul edilmesinden hemen sonraki dönemdir. Üçüncüsü de, 2011 Haziran seçimlerinde %50’ye yakın bir oyla yeniden iktidara gelmelerinin hemen ertesidir. Bu tarihlerde, seçim vaatleri arasında yer alan anayasa değişikliği konusunda kamuoyu hazır ve istekliyken, direniş cephesinin beli kırılmışken, istense rahatlıkla 3 ay içinde yeni bir anayasa hazırlanır, referanduma sunulur, Türkiye 12 Eylül darbe anayasasından tamamen kurtulmuş, ülkenin önü açılmış olurdu. Esasen Ergun Özbudun ve ekibince hazırlanmış bir anayasa taslağı zaten vardı; bu taslak TBMM’de son şekli verilip kısa sürede yeni anayasaya dönüştürülebilirdi, bu yapılmadı.
Bunun yerine 2011 Haziran seçimlerinden sonra “Anayasa Uzlaşma Komisyonu” kuruldu. Uzlaşmayacakları daha baştan belli partilere, oy oranlarıyla uyumlu değil de, %50 oy almış partiyle %6.5 oy almış partiye “eşit sayıda temsilci” veren tuhaf bir mekanizmayla ülkeye zaman kaybettirildi. Sonunda sözkonusu Komisyon hiçbir ilerleme kaydedemeden dağıldı. Oysa Ak Parti hükümetleri altında elde edilen demokratik, siyasi ve ekonomik kazanımların kalıcı hale gelmesi de, bundan sonra ülkenin önünün açılması da, 2023 hedeflerinin gerçekleştirilebilmesi de, yeni bir anayasaya bağlı.
Yeni anayasa bizim kanaatimizce kısa ve öz olmalı. Temel haklar ve özgürlükleri tanımlayan, devlet kurumlarının birbiriyle ve sivil toplumla ilişkisinin çerçevesini çizen, ama ayrıntıları yasalara ve yönetmeliklere bırakan bir anayasa olmalı. Anayasanın olmazsa olmaz temel karakteristikleri şunlar olmalı: özgürlükçü, sivil, demokratik, katılımcı, adem-i merkeziyetçi, hukukun üstünlüğüne dayalı. Bu anayasada “değişmez, değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez” maddeler olmamalı; resmi ideoloji olmamalı; devleti dinler-ideolojiler-mezhepler arasında eşit mesafede duran, vatandaşlar arasında hiçbir şekilde ayrımcılık yapmayan, sınırlı-sorumlu bir hizmet aygıtı olarak tanımlamalı. Yeni anayasa “anayasal vatandaşlık” temelinde Türkiye Cumhuriyeti sınırları dâhilinde yaşayan herkesi eşit, özgür, birinci sınıf vatandaş olarak görmeli.
Bence anayasa Başkanlık sistemi kavgalarına kurban edilmemeli; Ak Parti Başkanlık sisteminden ne anladığı konusunda gayet somut bir öneriyle ortaya çıkmalı. Eğer öteki partileri ve kamuoyunu ikna edebilirse Başkanlık sistemine anayasayla birlikte geçilmesini önerebilir. Bunu yapamazsa Başkanlık sistemi önerisini bir kenara bırakıp, her hâlükârda yeni bir anayasa için gerekeni yapmalı. İdeal olan Parlamentoda temsil edilen bütün partilerin uzlaştığı bir anayasa; ama bunun olması biraz zor. Bu durumda daha tercihe değer olan, Ak Parti’nin CHP ile uzlaşı yolları araması. CHP ile uzlaşarak yapılacak bir yeni anayasanın hem “meşruiyet” krizi olmayacak, hem seçmen kitlesinin dörtte üçünün rızası alınmış olacaktır. Uluslararası hukuksal normları ve demokratik standartları gözeten bir yeni anayasa dış dünyaya da Türkiye'nin gelecek vizyonuyla ilgili çok ciddi bir mesaj verecektir. Uluslararası yatırımcıların Türkiye'ye güvenmeleri, kaynaklarını Türkiye'ye emanet etmeleri ancak bu sayede mümkün olabilir. Türkiye gibi iç tasarrufları yetersiz, büyümek için yatırıma, yatırımlarını finanse edebilmek için de dış tasarrufa ve yabancı sermayeye ihtiyacı olan bir ülke için kendi başına buyruk, yasaları sık sık değişen, keyfi tasarruflara açık, güven vermeyen bir ülke görüntüsü hiç de arzu edilir bir görüntü değildir. Aksine, demokrasi, özgürlükler, hukuk devleti standartları yüksek bir ülke hem kendimiz, hem de dış dünya için çok daha tercih edilir bir durumdur. Umarız yeni hükümet ve devleti yönetenler bu gerçeğin farkındadır ve gereğini yaparlar.
Yeni yorum ekle