Çocukluğumuzda, yaz denilince akla, köy gelirdi.
Okullar kapanır kapanmaz, şehrin o bunaltıcı, sıkıcı, kalabalık ortamından kaçıp, çocukça bir heyecanla beklediğimiz, gelmesini iple çektiğimiz; yazıda, harmanda, tarlada, tapanda özgürce tatilin tadını çıkardığımız günler gelirdi. O pırıl pırıl yaz günlerinin kucağına kendimizi atıverirdik. İçimizde, ağaca su yürür gibi bir sevinç, bir heyecan olurdu.
Bizim tatil kültürümüz buydu. Ve bundan çok mutluyduk. Çok yıldızlı bir tatildi bizimki...
***
Hayatın bize çizdiği çizgi, nerede eğilir, nerede bükülür bilemeyiz işte.
Henüz 9 yaşında, ilkokul 3. sınıfta köyden ayrılıp, Ankara’ya göç ettik.
Ancak kalbi, köyün tozunda, toprağında kalmış biri olarak, o unutulmaz köy tatilleri, benim için hala heyecanını, coşkusunu ve sevincini koruyor.
Yine yolum köye düştüğünde, aynı duyguları, hâlâ yaşarım. Köyün, düzünde, yokuşunda; tarlasında, bostanında, ekininde, hasadında, okulunda, camisinde biriktirdiğim tüm anılarım, bir bir canlanır. Her yerde bir hatıramız, bir hikayemiz vardır. Köyün, baharı, yazı, güzü, zemherisi; sıcağı, ayazı, yağmuru, çamuru, tipisi, karı, hepsi ayrı bir güzeldir.
***
O zamanlar, Bünyan garajından, ikindiye doğru (sanırım saat 3) kalkardı köy otobüsü.
302 Mercedes marka otobüs, delik deşik köy yollarında, tozu dumana katarak ilerlerken, şoför Koçcağızlı Mehmet ağa, mutlaka acılı bir kaset koyar, köye gidene kadar çalardı.
Ferdi Tayfur, Orhan Gencebay, Müslüm Gürses, İbrahim Tatlıses, Hakkı Bulut, Hüseyin Altun, Cengiz Kurdoğlu, Neşe Karaböcek, Neşet Ertaş, Nuri Sesigüzel, Mahmut Tuncer, daha niceleri o hasret dolu şarkılarını söyler dururdu. Otobüse biner binmez cigaralar yakılır, teypte çalan arabesk müzikle yolculuğa ayrı bir efkâr katılırdı.
Muavin olan Mehmet abi de köyün bütün yükünü, otobüse yerleştirir, inerken indirirdi. O dönemde otobüsün üstüne de yük alınırdı.
Büyüklerden beni tanıyan birileri çıkarsa, mutlaka yol ücretimi verirdi. İnsanımız cömertti(r).
Otobüsümüz, Gülveren tarafından köye sapar, köy girişinde, tepeden kornaya basar, herkese geldiğini haber verirdi.
Bu korna sesi, herkes için bir müjde, bir kavuşma, bir vuslat demekti.
Sıladan gelenler, kârdan dönenler, nişanlılar, tezkere alanlar, yavuklular hep bu korna ile müjdelenirdi.
***
Otobüsten, Aşağıuç'ta iner, koşa koşa dedemlere çıkardık.
Dede emminin, Hülüs emminin, Sadık emminin, Ecik halanın evini bir solukta geçer, eve ulaşırdık. (Hepsine rahmet olsun)
Yolda kimi gördüysek, bize içten bir "hoş geldin." der, büyüklerin ellerinden öperdik.
1969 yapımı, altı ahır üstü oda olan ahşap tavanlı, toprak damlı sarı taş evin, gıcırdayan asırlık avlu kapısından büyük bir sevinçle girerdik.
Bu mütevekkil ev, doğduğum ve çocukluğumun en güzel unutulmaz yıllarının geçtiği bir mekan.
Şimdi, dedem, yine elinde bir keser, bir şeylerle uğraşıyordur. Babannem (ebem) koyunları sağıyordur.
Amcam, ona yardım ediyor, koyunların başını tutuyordur.
Teyzemler, sütle, yoğurtla uğraşıyordur.
Herkesle elini öpüp, kucaklaşıp özlem giderdikten sonra, hemen ben de bir anda köy havasına uyum sağlar, dedemlere yardıma başlardım.
Bu durum, bir yaz boyunca devam ederdi.
Ekin zamanı, sabahın ilk vaktinde, güneş henüz Zerezek kaşından ilk ışıklarını göstermeden yola çıkar, başında sekiz köşe kasketiyle dedem, boz eşeğe binmiş vaziyette, bizler omuzumuzda tırpanlarla kimi gün, Cingil'e, kimi gün Mışkıra, kimi gün Dört Höyük'e kimi gün Gaklık'a giderdik.
Büyükler, yazın yakıcı sıcağına aldırmadan, ellerinde tırpan, ayaklarında tönge ile ha babam de babam, sabırla ekinlerin narin saplarına vurur, buğdayı, çavradı, yulafı, arpası yavaşça yere baş koyardı.
Bu arada, utangaç gelengiler (gelincik), bir o yana bir bu yana telaşla koşar, bir yerlerden ansızın bir tarla faresi karşınıza çıkagelirdi.
Ötüşen tarla kuşları, sığırcıklar, serçeler, cırcır böcekleri, tarlaya neşe saçardı.
Göğe işlenmiş bir kanaviçe gibi yükselen Erciyes, dört mevsim zirvesinde taşıdığı karla, dumanla, size selam çakardı.
Biçilen ekinleri elimizde orakla deste yapar, yığın yığardık.
Gün öğleye yaklaşınca ben eşeğe biner, köye azık getirmeye giderdim. Bu, benim için dünyanın en keyifli işi idi. Gittiğimiz tarlaya göre Cingil’de pınardan, toprak testiye su doldurur, öyle tarlaya varırdım. Pınarın suyunun içimine doyum olmazdı.
Bir ağacın gölgesine ya da bir yığının dibine sığınarak, öğle yemeğini yerdik.
Karpuzu ortadan keser, dilimlersiniz, çatırtısı uzaktan duyulurdu. Etrafa mis gibi taze karpuzun rayihası yayılırdı. İtina ile dilimlenir, kabuğu eşeğe verilirdi.
Tarladan topladığımız domates, elle ikiye yarılır, kar gibi görüntüsü, tuzlayıp yemenizi beklerdi.
Çiçeği burnunda salatalık, çıtırdatarak ortadan kırılır, kütürdeterek yenirdi. Dedem, soğanı bir yumruk darbesi ile parçalayıp dağıtırdı.
Bulgur pilavı, yemeklerin efendisiydi. Soğuk gendime (ayran) aşı, taze fasulye, yanına buz gibi ayran...
Etraf, taze biçilmiş ekin kokusuna karışmış, karpuz, salatalık, biber, domates kokardı. O vakitler, her meyvenin, sebzenin kendine ait bir kokusu vardı.
Dünyanın en lezzetli, en keyifli sofrasıydı bu mütevazı sofra.
Sonra tekrar işe başlanırdı.
Güneş, nazlı nazlı Erciyes'in tepesine varıncaya dek, bu zorlu, sabır yüklü çalışma devam ederdi.
Hava kararmaya yüz tuttuğunda, eşyalar heybelere toplanır, tırpanlar omuza atılır köyün yolu tutulurdu.
Yaz akşamları köyde, köy odaları, sokaklar, harman, neşe ve muhabbetle dolardı.
Gümüş renkli gökte, yıldızların, ayın, köyü apaydınlık yaptığı beyaz köy akşamları, ayrı bir âlemdi.
Harman zamanı, akşamları ise ekinlerin öbek öbek, yığın yığın harmanı süslediği, patozların canhıraş çalıştığı unutulmaz akşamlardı…
(Devam edecek)
Eski günleri aynen yaşattın
Eski günleri aynen yaşattın hocam.
Yeni yorum ekle