(BAYRAM BİLGE TOKEL İLE MUSIKİ KÜLTÜRÜMÜZDE TÜRKÜLERİN YERİ ÜZERİNE)
Konuşan: Selçuk KARAKILIÇ
Öncelikle, morfolojik özellikleri incelendiğinde türkünün yüzyıllar öncesinden toplayıp getirdiği anlam yekûnunu nasıl bir felsefî birikim ile açıklayabiliriz?
‘Türkü’nün, genel kabul gören bir görüşle “Türk’e has, Türk’e göre” anlamındaki ‘türk(î)’den türetilmiş bir kelime olduğundan hareketle iki önemli tespitte bulunabiliriz. Birincisi bizim kendimizi, kendi müziğimizi ifade için böyle bir kelime kullanmamızın çok yanlış ve gereksiz olacağı ortada. Böyle olunca ‘türkî’nin bizim dışımızdakiler yani Türk olmayanlar tarafından kullanılma ihtiyacı duyulan bir ifade olduğunu düşünüyorum. İkincisi, bu tabirin yüzde yüz bize has ve bize ait bir durumu, bir kültürü, bir birikimi ifade ettiği gerçeği. Kelimenin bugünkü kullanım şekliyle ilk Ali Şir Nevâi’de (15.yy) karşımıza çıktığını dikkate alırsak zaman ve mekan boyutuyla büyük ve derin bir birikimi tevarüs ettiğini kolaylıkla tahmin edebiliriz. Bu “anlam yekûnunu” layıkiyle anlamak ve anlamlandırmak için, bütün bir düşünce, dil, edebiyat, musiki ve sanat geleneğimizin dayandığı fikrî ve felsefî arka plandan, tarihsel, toplumsal maceramızdan da az çok haberdar olmak gerekir.
Kültürel ve sosyolojik alt yapısına baktığımız zaman türkünün millî realizme katkısı nedir? Yerli ve millî hafızayı canlı tutması bakımından türkülerin değer ve önemini nasıl ifade edebiliriz?
Türkünün, “yerli ve milli hafıza”yı canlı tutmayı temin için bir araç olmanın ötesinde ve öncesinde, yerli ve milli hafızamızın bizatihi özünü teşkil ettiğini, hatta kendisi olduğunu düşünüyorum. Bir kere öz ve hakiki halk müziğimiz, yani gerçek türkülerimiz yapılan, kurgulanan, bestelenen bir şey değil; olanın, yaşanılanın, bireysel ve toplumsal hayatımızda iz bırakan acıların, ayrılıkların, gurbetlerin, yoksulluk ve gözyaşının dile tele dökülmesidir. Yemen’i, Çanakkale’yi, Seferberliği, göç ve iskan acılarını, Kerbela’yı bireysel ve toplumsal hafızamızda yaşatan, diri tutan tarih kitaplarında yazılanlar değil, türküler, ağıtlar, mersiyeler, nefeslerdir. Çünkü Türküler, hem sözleri hem ezgileri yönünden gereksiz süsten arınmış, sade ve yalın ama en etkili, güçlü ifadelerle insan hafızasına ve yüreğine nakşedilen ‘eser’lerdir. Bu özellikleri ile öyle sanıyorum ki ‘sanat’ kategorisinin dışında ve üstünde, daha farklı bir düzlemde değerlendirilmeleri gerekir. Bunu derken, bazı âmiyâne yaklaşımların bir ifadesi olan “türkülerde sanat yoktur” zırvasını tevile çalıştığım sanılmasın. Evet,‘sanat’ kelimesinin özünde bulunan tasannu, yani sunilik, yapmacıklık türkülerde yoktur. Çünkü hiç bir gerçek türkü sanat endişesi ile vücut bulmamıştır ama her hakiki türkü gerçek bir sanat eseridir.
Bir yazınızda “Şarkıyı içermeyen türkü belki olabilir; ama türküyü içermeyen şarkı olamaz” diyorsunuz. Yani “türkü” şarkıyı bütünüyle ihtiva eder mi?
Türkü şarkıyı bütünüyle elbette ihtiva etmez, edemez; hatta belki etmemesi de gerekir. Daha iyi anlaşılması için bu cümlenin ikinci bölümünü galiba “türküyü içermeyen şarkı olmamalı” şeklinde ifade etmeliymişim. Türküler Kalır kitabımdaki bir yazıda ifade ettiğim bu sözle aslında şunu vurgulamak istemiştim: Başlangıçta türkü vardı, şarkı
sonradan var oldu, bu bir. Çünkü, şarkı daha ziyade yerleşik hayata geçtikten, şehir hayatı geliştikten sonra sanat endişesi ile ortaya çıkan bir tür. İkincisi, ‘Türk Musikisi’ tabiri her ne kadar yanlış bir biçimde musikimizin ‘sanatlı’ bölümüne özel bir isimmiş gibi kullanılıyorsa da, o tarihî musıki kültürünün özü, aslı, özellikle ve öncelikle teorik alt yapısı halk musıkisine, türküye dayanır, daha doğrusu dayanmalı. Yani şarkı istediği kadar türküleşebilir, aslından, özünden beslenebilir, bir başka deyişle daha fazla yerli ve millî özellikler kazanabilir; ama türkü istediği kadar şarkılaşmamalı, yani aslından, özünden uzaklaşmamalı bence. Şöyle de ifade edebiliriz: Şarkının ‘Türk’leşmesi gerekli, önemli ve doğru; ama Türkünün ‘şark’lılaşması gereksiz ve yanlış. Ya da gereğinden fazla ‘şark’laşması diyelim haydi… Çünkü Türk musikisinin perde, makam ve ses sistemi geleneksel halk müziğimizde gizlidir. Bağlama Türk musikisinin sadece en kadim çalgısı değil, aynı zamanda en temel çalgısıdır da. Farabi’nin, bin yıl önce müziğimizin nazari alt yapısının adresi olarak gösterdiği “Horasan Tanburu”, bizim ‘bağlama’ dediğimiz milli çalgımızın dip dedesidir. Kısacası, genel olarak ‘şarkı’ kavramı ile ifade ettiğimiz “sanat musikisi” kültürümüzün sütunları “halk musıkisi” temeli üzerinde yükselmeli idi. Doğru olan buydu. Ama bu bizde pek böyle olmamıştır. Azerbaycan, Üzeyir Hacıbeyli gibi bir büyük müzikolog-bestekarla bunu büyük ölçüde gerçekleştirmiştir. Bizim kadim musıki üstadlarımızın, Itrî ve Dede Efendi gibi klasik bestekarlarımızın bu hakikatin farkında olduklarını düşünüyorum. Dede’nin Rumeli türkülerine çok benzeyen bestelerine, Itri’nin sözlerini de hece ölçüsü ile kendisinin yazarak bestelediği ‘türkü’ formuna çok benzeyen bazı eserlerine baktığımızda bunu rahatlıkla görebiliyoruz. Âşık Tanburi mahlasıyla 18. yüzyılda yaptığı bestelerle “şehir türküsü” diyebileceğiz türün çok başarılı örneklerini veren bestecilerimizden Mustafa Çavuş da aynı şekilde türkü kültürünün öneminin farkında olanlardan. Bu bilimsel gerçeğin en üst seviyede farkında olan ve besteleriyle bunun en güzel örneklerini veren bestecimiz ise merhum Hafız Sadettin Kaynak’tır. Tanburi Cemil Bey de, zurna dahil, hemen bütün halk sazlarını çok iyi çalması yanında özellikle saz musıkisi repertuarımıza seviye ve derinlik kazandıran saz eseri formundaki besteleriyle bu anlamda çok önemli bir başka büyük musiki insanımız.
Halk müziği tabirinin Cumhuriyet’ten sonra “Türk Halk Müziği” olarak karşımıza çıktığını görüyoruz. Türk Halk Müziği tabiri, “türkü”yü, onun ardındaki güçlü geleneği ifade ediyor mu?
Aslında “Halk Müziği” tabirinin, pek de farkında olmadan kendini halktan farklı ve ayrı görenlerin verdikleri bir isim olduğunu düşünüyorum. “Folk müzik” in Türkçe karşılığıdır, tercümedir, ama doğru ve yerinde bir tercümedir. Bir bakıma “halk otobüsü” gibi bir isimlendirme. Burada aslolan nasıl ki bir ulaşım aracı olarak otobüs ise ve bizi daha çok bu özelliği ilgilendiriyorsa, halk müziğinde de ‘müzik’ kısmı önemli ve zaten halk buna çok çeşitli isimler vermiş. Bozlak demiş, barak, maya, hoyrat demiş, yol havası, gurbet havası demiş, halay havası demiş, samah, nefes, ilahi, deyiş, koşma, divan, güzelleme, koçaklama, tatyan, zeybek, yiğitleme, taşlama vb. pek çok isim vermiş. Türkî Cumhuriyetlerde daha farklı isimlerle ifade ediliyor; mahnı, yır/cır diyenler var, ‘ayıtmak’ tan ‘aydım’diyenler var, koşuk, en vb. diyenler var… Anadolu’nun hiçbir yerinde, “hadi bir halk müziği söyle” demez kimse, türkü söyle, bozlak çığır, hoyrat oku, vb. gibi ifadeler kullanır. Türkü, bunların hepsini kucaklayan genel bir kavram olarak dilimize yerleşmiş. Türk Halk Müziği tabiri ise, ikinci bir aşama olarak, devlet erkinin ve o yıllardaki devlet medyasının/radyosunun, devrin heyecanı ve romantizmi içinde, “milli devlet-ulus devlet” oluşturma sürecindeki uygulamaların bir uzantısı olarak kullanılmıştır. THM tabirinin, daha sonra genel müzik eğitim ve öğretiminde gerekli olan tasnif ve tanım ihtiyacını da karşılamasıyla kavram zaman içinde yerleşmiş ve benimsenmiştir. Ama halk bu kavramın içini devletin istediği gibi değil, kendi istediği gibi doldurmuştur; her zaman ve her konuda olduğu gibi.
Jöntürk İhtilali, Balkan Harbi, Trablus Harbi, I. Dünya Savaşı, Mütareke, Millî Mücadele ve Cumhuriyet… Bu dönemlerde türküler nasıl şekillendi acaba? Yani Mütareke Devri’nde söylenen bir türkü inkılap Türkiye’sinde değişikliğe uğramış mıdır? Erken Cumhuriyet devrinde iktidarın “türkü”ye biçtiği rol neydi sizce?
O yıllarda “yeni devlet, yeni sosyete” heyecanıyla “türkü”ye biçilen rol, “şarkı” aleyhtarlığının konuşlandırılacağı meşru bir zemin bulma arayışıdır büyük ölçüde. Yani maksat aslında bağcı dövmektir. Buradaki bağcı önce “Osmanlı” dır, daha sonra da başta din olmak üzere Osmanlı ile özdeşleştirilen manevi değerlerle arasına bir türlü mesafe koymayı ‘beceremeyen’ halktır. Dinine, diline, kültürüne ve müziğine sahip çıkmakta direnen ve bunun da ağır bedellerini ödeyen ‘zavallı’ millet… Eski tabirle “etrâk-i bî idrak”, yani saf, aptal, akılsız Türkler… Erken Cumhuriyet dönemi kültür/sanat/müzik politikalarının en etkin ismi merhum Ziya Gökalp’tir. Gökalp’in “Halka Doğru” gitmek için iktidara gösterdiği yanlış yolun biz bugün hala taşını çakılını ayıklamakla uğraşıyoruz maalesef. Fakat bizim şer bildiklerimizde de bazen hayır olabileceği ilahi hakikati bir kez daha tecelli etmiş ve imparatorluk siyasetinin ihmal ettiği halk kültürü değerlerinin –ki bunun başında türküler gelir elbette- derlenip toparlanması için çok önemli çalışmalar yapılmıştır. 1925’lerde başlayan Dârül Elhan derlemeleri bunlardan en önemlisidir. Tabi bu arada derleme heyetinin önüne devletin işine gelmeyen, hoşuna gitmeyen, devlet tekerinin önüne taş koyan türküler de çıkmıştır elbette. Sarıkamış üzerine söylenmiş bazı ağıtlar, türküler, eşkıya türküleri, efe türküleri, Avşar ağıtları, devlet yetkili ve görevlilerini eleştiren taşlamalar, yergiler gibi… Bunlar hakkında devlet, çok iyi bildiği ve Osmanlı zamanından beri yapa-geldiği gibi “gerekeli iş ve işlemleri” behemahal yapmıştır. O tarz türküler bazen kaybedilmiş veya değiştirilmiş ya da yok farz edilmiştir. Devlet baktı olmuyor, yasaklamıştır. Devletin bu tür tavır ve uygulamalarının cumhuriyet öncesi Osmanlının son dönemlerindeki hikayelerini ünlü Macar Türkolog İgnacz Kunoş’un hatıralarından öğreniyoruz. Bahsettiğiniz dönemlerde ve hatta hemen her dönemde türküler üzerinde devlet adına birileri, biraz da durumdan vazife çıkararak belli operasyonlar yapmışlardır. Aslında türkülerle hesaplaşma, devletin ya da devlet adına hareket edenlerin türküler üzerinden halkla, milletle, halkın değerleriyle hesaplaşmasından başka bir şey değildir. Çünkü halk türküleri halkın aynasıdır. Türküler gerçeği, sadece gerçeği en yalın ve etkili bir dille, en güzel söz ve müzik cümleleri ile ifade ederler ve asla yalan söylemezler. Türkülerin korktuğunu da gören olmamıştır bugüne kadar. Sarıkamış üzerine söylenen ağıtların çoğu örtülü yasaktan son yıllarda kurtulmuştur. Ama halk, bütün bu baskı ve yasaklamalara rağmen kendi türküsünü söylemekten de hiç geri durmamıştır.
Halk müziğini üç isim etrafında üç devreye ayırıyorsunuz: Muzaffer Sarısözen, Nida Tüfekçi ve Mehmet Özbek. Bu üç ismin halk müziğine katkılarından biraz bahseder misiniz?
Bugün hala öz evimiz ve öz malımız duygusuyla gönül huzuru içinde oturduğumuz türkü binasının ilk temellerini merhum Sarısözen atmıştır. Türkiye’nin kalkınması ve “çağdaş uygarlık düzeyine ulaşması”nı halkın çok sesli Batı müziğini benimsemesine bağlayan zihniyete göre halk türküleri tek sesli, kaba, ilkel köylü müziğidir. Kozmopolit, köksüz ve taklitçi sözüm ona Osmanlı hayranı ‘musikişinas’lara göre de “ilimden/sanattan bîhaber” “tezek kokan nağmeler”dir. İşte Sarısözen, ana sütümüz kadar helal ve temiz türkülerimize bir ömür adayarak, onları, hak ettikleri mevkiye taşıyan, dünyanın en işlenmiş ve zengin halk müziği statüsüne yükselten insandır. Halk müziği nazariyatının ilk ciddi temellerini de o atmıştır. Dönemin şartları, devrin modası ve kendisinden önce yapılmış örnek alacağı bir çalışmanın olmaması gibi sebeplerle bugünden baktığımızda hata olarak görünen yaklaşımları olmuştur. Zaman zaman resmi ideoloji sözcülüğüne soyunmak zorunda kaldığı dönemler de olmuştur. Fakat, türkülerin derlenip toplanması, notaya alınması, icrası ve yaygınlaşması konularındaki insanüstü gayret ve çalışmaları inkar edilemez. Daha sonra merhum Nida Tüfekçi’nin, alegorik bir anlatımla ifade edersek, bazen proje tadilatını gerektiren önemli ve hayati değişiklikler de yaparak türkü binasını daha işlevsel bir hale getirdiğini söyleyebiliriz. Türkülerin asıl sahibi olan halkın değer ve öneminin altını çizerek, onu, devletin ideolojik oyuncağı olmaktan belli ölçüde kurtarmıştır. Mehmet Özbek ise, binanın geleneksel yapısına ve mimarisine halel getirmeyen modern ilaveler, süslemeler yaparak, türkülerin dünya halk müzikleri arenasında hatırı sayılır bir yer edinmesine büyük katkısı olmuştur. Türkülerin anonim nitelik ve karakterini yeniden yorumlayarak beste türkü yolunu açmış, bağlama ve tek sesle sınırlı ünison koral icrayı “halk sazları orkestrası” ve teknik anlamda koro icrasına dönüştürerek önemli bir çığır açmıştır. Her üç isimden de Hak’kın, halkın ve türkülerin razı olduklarını düşünüyorum.
Muzaffer Sarısözen’in, türkülerin derlenmesi ve Yurttan Sesler ile büyük hizmetlerini kimse inkâr edemez. Ancak Sarısözen’in daha çok millî olana yer verdiği görülüyor. Sarısözen’e ait “vahdet-i milliye sazın telleri arasındadır” ifadesini bu açıdan nasıl yorumlamak gerekir?
Az önce de ifade etmeye çalıştığım gibi, Sarısözen, genç Türkiye Cumhuriyeti devletinin her kademesinde görev yapan insanların kendilerini devletin ideolojik bir aygıtı, bir elemanı, birer ajanı gibi görmeye alıştığı, alıştırıldığı devrin insanıdır. Fakat şunu unutmamak gerekir ki, Sarısözen dönemi, aslında hiçbir zaman bitmeyen ve bu gidişle pek biteceğe de benzemeyen “milli birlik ve beraberliğe en çok ihtiyacımızın olduğu” dönemlerden biridir gerçekten. Andığınız sözüyle, o dönemlerin ideolojik rengine ve tonuna vurgu yapmış olsa bile sözün özü doğrudur, önemlidir ve gerçeğin ifadesidir.
Türkiye’de sanat ve halk müziği yani “şarkı” ve “türkü” bir dönem ya horlandı değiştirilmek istendi veya yasaklama yoluna gidildi. Ancak her ikisi de zamanla yeni bir damar bularak yeniden hitap kitlesine kavuştu. Halk müziği açısından bakarsak türküler, devlet ve sermaye desteği olmadan nasıl havalanmaya devam ediyor?
Bu, öncelikle Türk’ün, Türkü’nün ve Türkçe’nin gücünü gösteren bir durum. Evet, sadece devletin ve sermayenin desteğinden yoksun olmak değil, bir de devletin, sermayenin ve medyanın kösteği ile muhatap olmak söz konusu. Ama bu, türkülerin zaten kaderinde olan bir durum. Yani destekten ziyade köstekle karşılaşmak türkülerin alın yazısı. Daha sayılabilecek pek çok olumsuzluklara rağmen türkülerin “havalanmaya” devam etmelerinin belli başlı sebeplerini kısaca şöyle sıralayabilirim: Bir kere türküler sağlam, köklü bir geleneğe sahip ve bu gelenek her dönemde ve çağda kendini yenileyerek devam ediyor. Bu, türkülerimizin sözlerinin içeriğinden tutun, ifade, üslup, yorum zenginliği, tutarlı bir nazariyat uygulaması gibi bir yığın meziyeti bünyesinde taşımasından kaynaklanır. Türküler hem söyleyen, havalandıran, yakanlar açısından, hem bunları dinleyenler, tüketenler açısından hayatî bir ihtiyacın ifadesi olarak ortaya çıkar. Bütün ağıtlarımız böyledir, koçaklamalarımız, serhat türkülerimiz böyledir, samahlarımız, ilahilerimiz, halay ve oyun türkülerimiz.. hepsi böyledir. Hiçbir türkü durup dururken söylenmemiştir. Her türkü ya ferdi acı ve ıstıraplarımızın, ya tarihi ve toplumsal trajedilerimizin sebep olduğu yürek yangınlarının bir ifadesidir, mutlaka içimizde bir yerlere dokunur. Yürekten geldikleri için de “yırağa” değil, “yüreğe” giderler.
Halk müziği bir dönem TRT’nin tekelinde idi. Bir anlamda sanat devletin gözetimindeydi. TRT’nin iktidarın sesi olduğunu kabul edersek, zaman zaman türkülerin politikleştirildiği söylenebilir mi?
TRT’nin halk müziği kültürümüze, türkülere destek ve katkısının yanında köstek ve zararlarının da etraflı bir muhasebesinin yapılması gerekir. İktidarın sesi olduğu dönemlerde zaman zaman görülen sansür ve türküleri politikleştirme uygulamalarının, üzerinde durmayı gerektirecek boyutta olmadığını düşünüyorum. Asıl resmi devlet ideolojisi, resmi devlet dini ve resmi kültür-sanat politikaları adına türkülerimiz üzerinde yapılan sansür, yasaklama ve değiştirmelerden söz etmek gerekir ki bu da bir başka önemli “bahs-i diğer”dir, girersek uzun sürer..
Bazı şiirlerini klasik Batı müziği ile seslendiren Necip Fazıl, Sakarya Türküsü isimli şiirinde “türkü” kelimesi ve ezgisiyle karşımıza çıkıyor. Yaşayışı ve düşüncesi itibariyle aristokrat kimliğe sahip olan Necip Fazıl, neden türkü kelimesini kullanmış olabilir?
“Sakarya Türküsü” şiiri, vatanın, bayrağın, dinin ve kutsalların karşı karşıya kaldığı hayati tehlike karşısında millet adına yükselen bir feryat, bir meydan okuma, bir isyan çığlığıdır. Üstad bu şiirle, mensubu olduğu milletinin yaşadığı kıyametin ortasında bulmuştur kendisini. Sakarya Türküsü adeta mahşer yerinde söylenen bir ağıttır, bir nârâdır… Elbette türkü diyecekti, bir başka kelime, kavram bu yükü taşıyamazdı çünkü. Üst seviyede şair bilinci ve duyarlılığı ile Necip Fazıl’ın bunu hissettiğini düşünüyorum. Çünkü Sakarya şiiri, Fransız asilzadelerini hatırlatan aristokrat bir hayatın fantazilerini, kendi fildişi kulesindeki kişisel bunalımlarını, bohem hayatını terennüm ettiği bir şiir değil.
Yahya Kemal’in pek çok şiiri bestelendi, ama halk ezgisi değildir. Hemen hemen hepsi sanat müziği besteleridir. Mohaç Türküsü ve Deniz Türküsü isimli şiirlerinde türkü sadece başlıktadır. Yahya Kemal’in, Mütareke devrinde yazdığı yazıya isim ve sonradan kitabına verdiği başlık da ilginçtir: Eğil Dağlar. Geçirdiği değişim ve dönüşüm göz önüne alındığında Yahya Kemal’in türküye bir anlam yüklediği anlaşılıyor. Bu anlam nedir sizce?
İzin verirseniz bu sorunun cevabı için sizden ve okuyuculardan özür dileyerek meraklısı için bir dipnot vermek istiyorum. Bu konuyu, Kapı yayınlarından çıkan Türküler Kalır adlı kitabımda “Kültürel Kimlik Bağlamında Yahya Kemal ve Halk Musikisi” başlıklı yazımda enine boyuna tartıştım. Kısaca şimdilik şunu ifade etmek isterim: Yahya Kemal, kendi benliğimizi ve öz kimliğimizi keşfetmeye başladığımız dönemlerin bir aydınıdır ve o bu sürece heyecanlı bir jöntürk olarak bulunduğu Paris yıllarında dâhil olmuştur. Keşke bu fikir çilesine Sen Nehri kıyılarında seyr ü sefer ederken değil de, Sakarya, Fırat ya da Kızılırmak kıyılarında ‘teferrüç’ ederken düçar olsaydı diyesim geliyor. “Klasik” sanat musikimizin Osmanlı medeniyetini oluşturan değerlerin merkezinde yer aldığını deyim yerindeyse ‘keşfeden’ bir entelektüel dikkatin, halk musikimizin de kültürel kimliğimizi oluşturan ana damar olduğunu fark etmesi beklenirdi. Ait olduğu toplumun kültür, sanat ve medeniyet değerleriyle bu kadar derin ilişkiler içinde olan Yahya Kemal çapında bir kültür, fikir ve sanat adamının, milliyetimizin ve kültürümüzün asli unsurlarından birisi olarak telakki ettiği “musiki”nin içine, halkın binlerce yıllık bir süreçte kan ve gözyaşıyla yoğurduğu türkülerini, ağıtlarını dahil etmemesi düşündürücü olsa gerek. Fakat şunu unutmayalım, Yahya Kemal de bir Osmanlı aydınıdır ve hemen hemen tüm Osmanlı aydınları gibi onun da gündeminde ne halk vardır ne de türküsü. Tahir Abacı’nın, onun için “hayran olduğu uygarlığın hangi canların üstüne basarak yükseldiğini, hangi kanları harcına katık ettiğini sorgulamayan bir sanat anlayışına” sahip olduğu eleştirisini biraz sert bulabiliriz belki ama görmezlikten de gelemeyiz.
Tanpınar Beş Şehir isimli gezi notlarında, “Uludağ’da bir sabah saatinde, dinlediğim bir çoban kavalına birbirini çağıran koyun ve kuzu seslerinin sarıldığını gördüğüm anda gözlerimden sanki bir perde sıyrılmıştır. Türk şiirinin ve Türk musikisinin bir gurbet macerası olduğunu bilirdim, fakat bunun hayatımızın bu tarafına sıkı sıkıya bağlı olduğunu bilmezdim. Manzara hakikaten dokunaklıydı, beş on dakika bir sanat eseri gibi seyrettim. Bir gün Anadolu insanının his tarihi yazılır ve hayatımız bu zaviyeden gerçek bir sorgunun süzgecinden geçilirse moda sandığımız birçok şeylerin hayatın kendi bünyesinden geldiği anlaşılır.” diyor. Tanpınar’ı bu his ve düşünceye yönelten esas unsuru nasıl ifade edebiliriz?
Tanpınar’ın Huzur romanında kahramanı İhsan’a söylettiği şu sözlerin bu sorunuza bir tür cevap olacağını sanıyorum: “Halkımıza ve hayatımıza ne kadar yaklaşırsak o kadar mesut olacağız. Biz bu türkülerin milletiyiz”. “Türküler, hayatın sürekliliği içinde, bir yığın değişmeye rağmen daima değişmeyen aslî yanımızı ifade ederler”
Beste türkü hakkında ne düşünüyorsunuz?
Malum olduğu üzere, bizim anonim dediğimiz ve en belirgin niteliği anonimlik olan kadim türkülerimiz de başlangıçta tek bir kişinin, ozan veya âşığın, ya da ümmi bir Anadolu insanının dilinden, telinden, gönlünden doğmuştur. Yani bir kişiye aittir. Fakat bu türküler ancak geleneğin altın halkalarıyla bağını sıkı tutan, suyu kaynağından içmeyi alışkanlık haline getiren, o zengin irfanî birikimden nasiplenmiş insanların yapabilecekleri bir şeydir. Zaten böylesi türküler yeni bir besteden daha çok, adeta daha önce çalınmış, söylenmiş ama bir şekilde unutulmuş eski bir türküyü yeniden hatırlamak ve hatırlatmak gibidir. Halk müziğimizin, türkülerimizin bu tarihî, kültürel, sosyolojik arka planlarının yanı sıra, bünyelerinde mevcut olan makam, ezgi, usül, üslup ve tavır özelliklerine hâkim birinin yapacağı besteler de bu tadı verebilir. Bu çizgide son yıllarda yapılan güzel örnekler var. Mehmet Özbek, Musa Eroğlu, Özhan Eren, Yusuf Gül ilk aklıma gelenler. Ama bunları anonim türkülerden farklı bir kategoride değerlendirmenin ve yorumlamanın daha doğru olacağını düşünüyorum. “Beste türkü” vadisinde yapılanlar arasında ‘bestelenen’ türkülerden daha çok, ‘yakılan’, ‘havalandırılan’ türküler bizi daha çok sarmakta, geleneksel tadı ve lezzeti vermektedir. Mesela Neşet Ertaş’ın türküleri bunun en seçkin ve seviyeli örnekleridir.
Son zamanlarda TV dizilerinde türkülere yer verildiği görülüyor. Hatta çoğu zaman bilinenlerin aksine az bilinen türküler tv dizileri sayesinde halkın gündemine giriyor. Dizilerin, türkülere katkısı oldu mu sizce?
Olmadı demek haksızlık olur. Tabi burada türkülerin dizilere katkısı da söz konusu. Fakat bazı dizilerde türküler tepe tepe, paspas gibi kullanılıyor ve çok büyük ayıp ediliyor. Her şeye rağmen yine de daha çok dizilerle kendine bir dünya kuran pek çok insanın, böylelikle türküyle akrabalıklarını hatırlamalarına, yoksa bile yeniden bir akrabalık tesis etmelerine vesile olabileceğini düşünüyorum. Şu nokta dikkate değer: Yıllar önce ve belki de çok farklı bir bağlamda söylenmiş ‘eski’ bir türkünün yeni, yepyeni bir hayat içinde kendine karşılık bulması o türkünün gücünü gösterir. Galiba her gerçek türkü her dem taze ve hep “eskimeyen yeni” olarak kalıyor.
Türkü geleneğinin geleceğini nasıl görüyorsunuz, genç kuşaktan ümitvar mısınız? Bir Aşık Veysel, Bir Neşet Ertaş, bir Mahzuni Şerif gelir mi dersiniz?
Türküler çağlar boyu olduğu gibi, bundan sonra da o tarihi uzun yürüyüşüne devam edecektir elbette. Yakanı,
havalandıranı, çalanı, söyleyeni ve dinleyeni hep olacaktır. Tabi içinden çıktığı hayatın ve toplumun değişmesiyle birlikte değişerek ve yenileşerek, ama bütün bu değişime rağmen, Tanpınar’ın deyimiyle, hayatımızın değişmeyen, ya de en az, en ağır değişen yanına hitap ederek.. Yani gönlümüze ve ruhumuza dokunarak.. Genç kuşağın türkülerle gönül bağını sağlam tutan hem mektepli, hem alaylı kesimiyle yıllardır yakından temas halindeyim. Televizyonlarda yaptığım müzik programlarına o gençleri sık sık konuk sanatçı olarak alıyorum, performanslarını takdir ve bazen hayranlıkla izliyorum. Fakat bunların hiç biri ne Aşık Veysel olacak, ne Neşet Ertaş, ne Mahzuni Şerif… Çünkü bu isimler kimlikleri, kişilikleri ve gelenekteki yerleri ile bir ve ‘biricik’ idiler, eski tabirle “nev’i şahsına münhasır” idiler ve hep öyle kalacaklardır. Bu ve benzeri usta isimlerin özellikleri yalnızca iyi saz çalıp, güzel türkü okuyup, güzel şiirler söylemeleri değil ki. Bir sürü şey bir araya geliyor ve bunlar o hamulenin yoğrulmasıyla vücut buluyor. Veysel gibi güzel çalıp söyleyen, hatta gözleri de kör olan başka insanlar gelecekte de olabilir ama gönül gözü bu kadar açık ve keskin olur mu bilmem; Veysel kadar izan, idrak, irfan sahibi olur mu bilemem. Neşet Ertaş gibi güzel saz çalıp türkü okuyan insanlar bugün de var ama kendisini onun kadar “gönül hızmatı”na adama yiğitliğini gösterebilir mi bilmem. Hadi gösterdi diyelim, kolay kolay bunların hiç birinin bir Muharrem Ertaş gibi bir babası olamayacak. Ama halk bu yeni Veyselleri, Ertaşları, Mahzunileri de sevip bağrına basacak, kendi sesi, gönlü, gözü kulağı olarak benimseyecek. Çünkü halkın kendisi de değişmiş olacak… Ve bu hep böyle sürüp gidecek.
Bir sohbetinizde Neşet Ertaş, bağlamayı tarif ederken: “bağlama dediğin üç tel bir tahtadan ibaret” diyordu. Peki ama üç tel bir tahtadan o yanık türküler nasıl doğuyor? Bu seçkin ve zengin seslerin bütünü telden mi, dilden mi yoksa gönülden mi geliyor?
O söz, daha doğrusu şiir, yaşayan büyük şairlerimizden Ali Akbaş’a ait. Dörtlüğün tamamı şöyle:
Bağlama dediğin üç tel bir tahta
Ne şâha boyn’eğmiş, ne tâca, tahta
Tüm dertleri özetlemiş bir âh’ta
Bozkırda nârâdır bizim türküler
Bağlama ya da saz dediğimiz bu kadim çalgımız, atası Dede Korkut kopuzundan beri sadece müziğimizde değil, bütün bir kültür ve inanç dünyamızda çok önemli bir yere ve ağırlığa sahiptir. Türk kültüründe saz kültü etrafında oldukça zengin bir müzik, edebiyat ve kültür geleneği oluştuğunu biliyoruz. Asya bozkırlarından göçe karar verdiğimizde, kutsal bir emanet gibi at sırtında Anadolu’ya getirdiğimiz en değerli hazinenin saz olduğunu düşünüyorum. Çünkü sazın telleriyle bir kültür ve o kültürün bütün bir müzik, şiir, inanç değerleri taşındı Anadolu topraklarına. Bundan dolayı saz sıradan bir alet değil kutsal bir çalgıdır. Özellikle Alevi-Bektaşi geleneğinde aynı zamanda dinî ve sosyal hayatın da merkezinde yer alan sazın adı ‘Telli Kur’ân’dır. Sizin ifadenizle “bu zengin ve seçkin seslerin” kaynağı önce çalgının özünde gizlidir, sonra da telin, dilin ve gönlün riyasız, içten, aşkla kucaklaşmasıdır. Onun için merhum Neşet Ertaş, “gönlünde aşkı olmayan sazı eline almasın” der ve eklerdi: “Herkes saz çalar da datlı çalamaz/Yar aşkı yürekte nâr olmayınca”. Şu dörtlük de onundur:
Tüm canların Hak olduğunu bilmese
Hakk’ın aşkı yüreğine dolmasa
O güzel cemâle âşık olmasa
Kul Garibim bu sazını çalmazdı
Sanat müziği havas, halk müziği ise avam yani kaba ve brütal kültürün mensuplarına aitmiş gibi gösteriliyor. Âşık Veysel, Neşet Ertaş, Ali Ekber Çiçek gibi ustaların söyledikleri nasıl kaba kültürün numuneleri olabilir? “Dost elinden gel olmazsa varılmaz/Rızasız bahçenın gülü derilmez/Kalpten kalbe bir yol vardır görülmez/Gönülden gönüle yol gizli gizli” mısraları nasıl cahil bir adamın eseri, kaba bir kültürün numunesi olabilir?
Olabilir, maalesef olabiliyor… Hatta böyle düşünen insanlar okumuş yazmış, hem de Türk muskisi tarihi yazmış âlim, müzikolog, tarihçi bilinen insanlar arasından bile çıkabiliyor. Kim diyeceksiniz, Yılmaz Öztuna mesela. O ünlü Ansiklopedisinin ‘Saz Şairi’ maddesinde Neşet Ertaş gibi sayısız ozanın örnek aldığı usta şairlerin yazdıklarına şöyle der: “Bunlar gerek şiir, gerek musıki tekniği bakımından son derece mühmel (manasız, boş) ve kusurludur. Saz şairlerinin ilkel deyişleri türkü sayılamaz. Bunlar musıki eseri değil, sazla okunan manzum sözlerdir. Bir musıki görgüsüzlüğü içinde teşekkül eden bu mahsuller musıki sanatını değil, sadece folkloru ilgilendirir.” Şimdi bunlara göre, cahiller güruhu olarak gördükleri halkın içinden çıkmış, Türkçe’den başka dil bilmeyen, Arapça ya da Farsça tekellüm etmeyen, aruz vezninden habersiz, nühüft makamından bîhaber, nakış besteyi meşk etmemiş, kaba dilli, kötü giyimli insanlar… Yani tam “etrâk-ı bî idrak” takımı. Bunlara göre Karacoğlan bile şair değildir, çünkü hece vezni ile ve herkesin anladığı bir Türkçeyle, yani kaba Türkçeyle yazmıştır. Bir şeyi herkes anlıyorsa o sanat olur mu hiç! Bu güruhun ataları bir zamanlar Türkçe kelime ve tabirleri şiirlerinde bolca kullanmasından dolayı Fuzûlî gibi bir büyük şairin bile üslubunu ‘acâib’ ve ‘kaba’ bulurlar. Hatta bunun üzerine Fuzuli’nin İstanbul’a gelip üslubunu geliştirmeyi düşündüğünü, buradaki belagat sahiplerinin kullandıkları letaîf ve darb-ı meselleri kullanamadığı için özür dilediğini Türkçe Divan’ında anlatır. Arabî, özellikle Fârisî tekellüm etmeyenlerin değil şair, adam yerine bile konulmadığının örneklerini Osmanlı şuara tezkirelerinde de sıkça görüyoruz. Mesihî mahlaslı bir şairin asırlar önce bu zihniyetten dert yandığını Âşık Paşa tezkiresinde naklediyor:
Mesihî gökten insen sana yer yok
Yürü var gel, Arap’tan ya Acem’den
Sözü uzatmayalım; Aşık Veysel’deki tasavvufi derinliği ve irfanî kültürü fark edemeyecek kadar sığ ve cahil; Neşet Ertaş’daki Yunus’ça edâyı ve ârifâne terbiyeyi anlamayacak kadar ruhsuz ve nobran olanların, bu ve benzeri isimleri cehaletle itham etmelerinden doğal ne olabilir ki… Fakat hiç endişeye gerek yok: Yeryüzünde Türkçe ve Türkler olduğu sürece türküler de hep olacak… Çünkü türküler, bu yurdun kanla ve gözyaşıyla yazılmış tapusudur.
Çok teşekkür ediyorum Hocam. Önemli şeyler konuştuğumuzu düşünüyorum. Aslında bu konuları enine boyuna, derinlemesine tartıştığınız yeni bir kitabınız çıktı: Sarayın Sesi Halkın Nefesi. İnşallah bu kitap üzerine de sizinle sohbet etmeyi çok isterim.
İnşallah. Sorularınız önümü ve dilimi açtı. Ben teşekkür ediyorum.
Teşkürler üstadım bilgi…
Teşkürler üstadım bilgi dagarcıgınz dan faydalanıyoruz esen kalınız
Yeni yorum ekle