“Hamile kadınların yardıkları karınlarından çıkardıkları bebekleri baltalarla doğradılar”
Bartoloméo De Las Casas (Yerlilerin Gözyaşları)
Teiresias; “kendisini tanımadığı, göremediği sürece Narcissus uzun bir süre yaşayacak” kehanetinde bulunmuştu. Ay yüzlü Narcissus’un Echo’un aşkına karşılık vermeyip tanrıları kızdırması bu kehanetin başlangıcıydı. Nehrin berrak sularında kendi yansımasını gören Narcissus, asla ulaşamayacağı suretine âşık oldu. Kendine olan aşkıyla her geçen gün eriyip biten Narcissus’un cansız bedeninin olduğu yerde bir çiçek açtı. İnsanların Narcissus (nergis) adını verdiği bu çiçek o günden beri bu mitolojiyi ayakta tutmayı başardı.
Kendine âşık günümüz sömürgeci Narcissus’lar yüzlerce yıl hayatın merkezinde hep kendilerini gördüler. Kendilerinden başka hiçbir canlı ve yaratılmışın bir anlam ifade etmediği dünya, onların hizmetine tahsis edilmişti adeta. Yaratılmış üstün insan sıfatıyla, kültür, sanat, edebiyat, tarih, ekonomi, siyaset ve benzeri bütün alanlarda her şeyin merkezine kendilerini koydular. Var oldukları veya muhatap oldukları her toprak parçasını ve insanları kendi kıstaslarına göre değerlendirdiler. Girdikleri her yeri kendileştirmek veya kendine hayran bırakmak için uğraştılar. Sandılar ki ay yüzlü sömürgeci Narcissus’u gören herkes doğal olarak ona âşık olacaktı. Arzu ettiler ki âşık olanların sonu Echo gibi olsun, olmayanlar ise ortadan kaldırılsın. Sonuçta her iki son da aynıydı aslında; Sömürgeci Narcissus’un uğrunda yok olmak.
Sömürgeci Narcissuslar Afrika’ya ilk girdikleri andan itibaren karşılarında toprağa, canlıya saygı duyan, hayatı mantıklarıyla değil, duyguları ve sezgileriyle yaşayan bir kültür ile karşılaştılar. Kendi kimliklerinde karşılığı olmayan bu değerlerin hiçbir anlamı yoktu ve acilen değiştirilmesi gerekiyordu. Zorlu bir süreçten sonra Sömürgeci Narcissuslar kimliksiz, kültürsüz ve tarihsiz bir toplum ortaya çıkardıklarını düşünerek herkesin bir Echo olduğu kanaatine vardılar. Afrikalı Echo’lar da her yerde Sömürgeci Narcissuları görmeye başladı. Aynaya baktıklarında sevgiliyi görüyorlardı artık. Sömürgeci Narcissus Tanrının lanetini umursamadan milyonlarca Echo ortaya çıkardı.
Bartoloméo De Las Casas’ın 16. yüzyılın ilk yarısında yazdığı “Historia Apologética” (Özür Dileyen Tarih) adlı kitap ilk özrün tescili midir bilemem, ama bizzat katliamlar ve soykırımların şahidi sıfatıyla yazması hasebiyle ziyadesiyle önemlidir. Bu bireysel özürler elbette ki hep var olageldi. Ancak bir devlet politikası olarak “özür dileme” veya “insanlık suçlarını” kabul etme, içinde bulunduğumuz dönem itibariyle oldukça popüler hale geldi.
Macron Cezayir ile ilişkilerini düzeltebilme adına, geçmişte yaşananların “insanlığa karşı işlenmiş bir suç olduğunu” söyleyip sorumluluklarını devlet olarak kabul etse de bu güne kadar açık bir “özür dileme” girişiminde bulunmadı. Macron aynı şekilde 27 Mayıs’ta Kigali’de Tutsi soykırımına ilişkin "Alçakgönüllülük ve saygıyla yanınızda durarak sorumluluklarımızı kabul ediyorum" şeklinde bir açıklama yaptı. Ama bu ifadeleri kullanırken de “suç ortağı olmadığı”nı ifade ederek yine net bir özür dilemekten imtina etti.
Hollanda 1944-49 tarihleri arasında Endonezya’da işlediği toplu katliamlardan dolayı resmen özür diledi. Belçika ise Kongo’da on beş milyon kişinin katili olan Kral II. Léopold’ün aziz ruhunu rahatsız etmemek için özür dileme hususunda derin çelişkiler yaşadı. Hükümet ve Kraliyet arasındaki uzun gelgitler ve kamuoyunun belirli bir aşamaya getirilmesinden sonra Kral Philipe “Hala kolektif hafızamızda ağırlığı olan şiddet ve vahşet eylemleri işlendi. Ardından gelen sömürge dönemi de acılara ve aşağılanmalara neden oldu. Toplumumuzda fazlasıyla mevcut olan ayrımcılıkla yeniden alevlenen geçmişin yaraları ve bugünün acıları için en derin üzüntümü ifade etmek istiyorum.” şeklinde bir açıklama yapabildi.
İtalya Başbakanı Silvio Berlusconi, 2008 yılında Libya'ya yaptığı bir ziyarette, otuz yıllık İtalyan kolonizasyonunun açtığı "iyileşmeyen yaralar" için Libya halkından resmen özür diledi ve 5 milyar dolarlık bir yatırım şeklinde tazminat sözü verdi. Almanya ise 28 Mayıs’ta, Herero ve Namas topluluklarına karşı soykırım işlediğini kabul ederek, Nabibya’ya bir milyar Avro kalkınma yardımı vermeyi taahhüt etti.
İngiltere ise geçmişiyle barışık ülkelerden birisi olarak yaptıklarından utanç duyduklarını ara sıra telaffuz etse de herhangi bir ülke ve topluluktan açık ve net bir şekilde özür dilemeyi tercih etmedi. Sadece Kenya’da Mau Mau’lara karşı işlenen katliamdan dolayı duydukları “derin üzüntüyü” ifade ederek komik miktarda tazminat ödemeyi kabul ettiler.
Portekiz ve İspanya ise sanıyorum bu sürecin en vurdumduymaz ülkelerinden ikisidir. Aslında bu ülkelere de hak vermemek elde değil. Katlettikleri, tecavüz ettikleri, diri diri yaktıkları, doğradıkları milyonlarca insanın hangi birisinden özür dilesinler. Belki de, dün olduğu gibi bugün de “Tanrı’nın lanetlediği” insanları cezalandırdıkları için kendileriyle gurur duyuyorlardır.
Sömüreci Narcissuslar neredeyse 20. yüzyılın sonlarına kadar işledikleri soykırım ve katliamlarda belki de yüzlerce milyon insanın canına kıydılar. Bugün özür dilemeyi bile çok gördükleri insanların yüzlerine hiç utanmadan bakabilme yeteneklerini de ilk günkü gibi koruyabiliyorlar. Sadece belirli olaylar bazında işlenmiş suçlardan dolayı “özür” dileyen veya yaşananlardan “üzüntü” duyduklarını ifade edenlerin suç sicilini ortaya koymanın bile imkânsız olduğunu hepimiz biliyoruz.
Peki, bu özür silsilesinin anlamı nedir? Kehanetin farkına varan Narcissus’un ölüm döşeğindeki günah çıkarması mı? Yoksa hâkimiyetin, gücün ve bilginin ruhsuz sahibi Narcissus’un Don Juan’a dönüşmesi mi?
Bir taraftan, sömürgecilerin torunları dedelerinin yaptıklarını doğru bulmasalar da geçmişte yaşananların faturasını kendilerinin ödememesi gerektiğini düşünüyor. Diğer taraftan da sömürge yönetimleri bu dönüşümü gerçekleştiremedikleri takdirde var olamayacaklarının farkında. Bu çelişki nedeniyledir ki ülkeler “özür”den ziyade bir “kabul” ile bu süreci atlatabileceklerinin hesabını yapıyor. Kendileri için pek de kıymetli olmayan miktarlardaki tazminatları da kalkınma yardımı adı altında zaten vermeden alacaklarını da hesaplamış durumdalar. Yani maddi bir kayıp olmadan manevi bir zafer kazanma yöntemi. Sömürgeci bunu ziyadesiyle güzel yapacağını düşünüyor elbet.
Sömürgeci, hala yaşamsal kaynaklarının temin bölgesi olan Afrika’da var olmak için yeni bir arayış içinde. Zira sadece kıymetli taşlar, maden ve fosil yakıtlar değil aynı zamanda tarımsal ihtiyaçlar için de Afrika’ya bağımlılığın arttığı bu dönemde uzlaşmadan başka bir yol yok. Sömürgeciler bu uzlaşının temellerini tarihsel gerçeklik üzerine oturtmak gibi mantıklı bir yol seçtiler. Daha dün Afrikalıları hayvanat bahçelerinde sergileyenler, bugün yaptıkları zulüm ve katliamları kabul etmek suretiyle yeni bir sayfa açmanın peşindeler.
Ancak hesap edemedikleri bir şey var. Afrikalı artık eski Afrikalı değil. Küllerinden doğan yeni bir Afrikalı nesil görüyoruz. Bir tarafta atalarının malları ve zenginlikleriyle kurulmuş Avrupa’dan pay isteyenler, diğer tarafta bizzat kendi zenginlikleriyle kurulan lüks şehirlerde efendi olmayı hayal edenler. Sömürgeci için lanetin kara ayak sesleri her yerden duyuluyor artık. Afrika yüzlerce yıllık sömürülmüşlüğüne rağmen bugün bile bütün sömürgecileri satın alabilecek bir zenginliğe sahip. Sömürgeci bunun farkında ve bu yüzden özür veya kabul peşinde şirinlik yapıyor. Afrikalının bu farkındalığı efendi olma yolundaki ilk kapıyı açtı. Sömürgecileri kendi ülkelerinde işgal etmeye başlayan Afrikalılar, kim olduklarının ve neyi yapabileceklerinin farkına varmaya başladı. Aynaya baktıklarında kendilerini gören Afrikalıların başlattığı hareket Narcissus’un kendi yansımasını görmesinden daha tehlikeli sonuçlar ortaya çıkaracak.
Vaktiyle nasıl ki sömürgeciler Afrika’da güç oldular, bugün de Afrikalılar sömürgeci ülkelerde nüfusları ve nüfuzları ile güç olmaya başladı. Bu doğal olarak sömürgeci ülkelerde ırkçılık ve ayrımcılık düşüncesinin siyasi ve toplumsal tabanda daha fazla karşılık bulmasına neden oldu. “Özür” ile “ırkçılık” söylemlerinin bir arada sürdürülemeyeceği bir gerçek. Sömürgeci bu iki kavramı uzlaştırıcı ve inandırıcı bir hikâye yazmalı.
Afrikalı güç mücadelesini kendi sınırları dışındaki cephelere taşımaya başladı. Görünen o ki, sömürgeci bu yüzyıl içinde sömürülenlerle mücadelesini kendi ülkesinde gerçekleştirecek. Refahlarını yeşil ayaklılardan alma mücadelesi siyah ayaklılara bu yüzyılın hikâyesini yazdıracak.
Sömürgeci Narcissus öldüğünde yerinde bir çiçek açmayacak. Haaa bu arada Afrikalı hiçbir zaman Nemesis olmadı ve olmayacak. Gri adam hesabını Tanrı’ya verecek. Siyah adam renkli adamı affeder mi bilmem ama ona hep acıyacak.
Beyaz kardeşime şiir
Sevgili Beyaz Kardeşim,
Ben doğduğumda siyahtım
Büyüdüğümde siyahtım
Güneşteyken siyahım
Hasta olduğumda siyahım
Korktuğumda siyahım
Öldüğümde siyah olacağım
Sen beyaz adam,
Doğduğunda pembeydin
Büyüdüğünde beyazdın
Güneşe çıktığında kırmızısın
Üşüdüğünde mavisin
Korktuğunda yeşilsin
Hasta olduğunda sarısın
Ölürsün gri olursun
Öyleyse söyle bana, hangimiz renkli adam?
Leopold Sédar Senghor
(Senegalli siyahi şair)
ZALİM ve MAZLUM Bilge insan …
ZALİM ve MAZLUM
Bilge insan ‘’Zulüm ; zalimle mazlumun işbirliği yapması sonucu devam eder’’ demiş.
Mazlum işbirliği yapmayarak başkaldırdığı zaman ya zalim ölür ya da mazlum ölür ve zulüm sona erer. Ölüm olayının vuku bulmaması halinde büyük ihtimalle Zalim zülmetme sevdasından vazgeçer ve zülüm eylemi son bulur.
Genelde yeryüzünde özelde Afrika kıtasında son yıllarda mustazafların zülme dur demesi eylemini farklı şekillerde görüyoruz. Afrika’lılar ve Latin Amerika’lılar Beyaz Adama karşı aksiyoner eylemi ; kendi topraklarında daha çok silahlı direniş/saldırı , Sömüren Beyaz Adamın varlıklarına zarar verme, Beyaz Adamın ülkesinde ise (Ali beyin yazıda belirttiği) gibi nüfus artışı ve nüfuz elde etme mücadelesi ile vermeye başladılar.
Yurtdışında Yüksek Öğrenim ve Eğitim gören (özellikle Türkiye’de) Afrikalı Siyahi gençlerde maküs talih ve tarihlerini değiştirecek irade olduğu Sosyal ve Siyaset gözlemcilerde yaygın bir kanaattir.
Beyaz Adamın ‘’Kalkınma Yardımı’’ şeklinde dolaylı özrü ise tamamen bir aldatmacadan ibarettir.
Türkiye dışında yapılan ‘’Acil insani ve Kalkınma Yardımlarının’’ toplamda sadece %20 oranında sahaya /gerçek muhataplarına yansıdığı tartışmasız bir gerçekliktir.
Söz konusu ülke ve bölgelerde servetlerin ve idarenin asıl sahiplerine dönmesi çok da kısa zamanda /yakın vadede gerçekleşmeyecektir. Yüzyıllar süren yerleşik sömürü düzeninin on yıllarda değişmesini beklemenin çok gerçekçi olamayacağı açıktır.
Dünyadaki yerleşik sömürü düzeni üzerine yapılan kıymetli bir değerlendirme için Ali beye teşekkür ederiz.
Yeni yorum ekle