Retrospektif Düşünceler ya da Revizyonist Oryantalistler

09 Kasım 2019

Retrospektif bakışla İslam kaynaklarını değerlendirme yaklaşımları bir süredir ülkemizdeki akademik çalışmalara da sirayet etmiş gözükmektedir. İslami ilimlerin ve özellikle de Usul ilimlerinin ‘yüzünün geriye dönük’ olduğu, retrospektif olarak kodifiye edildiği yönünde tartışmalara şahit olmaktayız. Böyle bir tartışmanın nereden kaynaklandığı ve sonuçlarının nerelere varabileceği konusunda birkaç noktanın aydınlatılmasına ihtiyaç olduğunu düşünüyoruz.

Tefsir, Hadis, Fıkıh ve bunların Usul ilimlerinin geriye dönük olarak tanzim ve tesis edildiği iddiası, bunların yazılı kayda geçirilmeye başlandığı hicri üçüncü yüzyılı referans alarak, o zamana kadar sözlü olarak intikal eden ilimlerin aslında referans alınan yüzyıllarda teşekkül ettiği düşüncesinden hareketle, sözlü rivayetlerden elde edilen mirası bir kenarda tutarak, esasen yazılı metinleri birincil kaynak görme eğilimini açığa çıkarmaktadır. Böyle bir yaklaşımı çok yönlü ele alarak tartışmak mümkün olsa da konunun en kısa yoldan anlaşılır hale gelebilmesi adına nereden kaynaklanmış olabileceğine bakmak, sonuçları hakkında da daha sağlıklı öngörüleri kolaylaştıracaktır. Zira benzer bir tartışma Batı’da neredeyse son yüz yıllık dönemde geniş bir alanda gerçekleşmekte ve önemli merhaleler kat edilmiş bulunmaktadır. Ignaz Goldziher’le başlatılabilecek bu süreç öncelikle hadis rivayetleri üzerinden gerçekleştirilen tartışmalarla kendisini belli etmekte ve devamında Joseph Schacht ile fıkhî hadisler bağlamında biraz daha spesifik hale gelirken bir yandan da tartışmanın daha ileri bir merhaleye taşındığı görülmektedir. Sürecin devamında 20. Yüzyılın ikinci yarısında Revizyonist Oryantalistler olarak bilinen bir düşünce akımı haline geldiği, John Wansbrough öncülüğünde gelişen bu akımın, onun öğrencileri tarafından güncellenerek ilerletildiği bilinmektedir. Wansbrough’dan sonra Norman Calder, Gerald R. Hawting, Patricia Crone, Mihael Cook, John Burton ve Andrew Rippin gibi akademisyenlerin revizyonist bakışla inceledikleri İslam kaynaklarının hicri 3. Yüzyıla ait oldukları gerekçesiyle Kur’an da dahil olmak üzere tefsir, hadis, fıkıh gibi İslami ilimlerin bu yüzyılda ortaya çıktığı ve geriye doğru adım adım Hz. Peygamber dönemine kadar yapılandırıldığı sonucuna ulaştıkları görülmektedir. Bu tezin içerisinde zaman zaman açık ifadelerine de rastlanan tarzda İslam toplumunun esasen hicri 3. Yüzyılda teşekkül ettiği, en az iki yüzyıllık dönemde sosyal kurumların evrimleşerek geliştiği, bunların geniş kitleler tarafından kabulünü ve meşruiyetini sağlamak amacıyla da söz konusu ilimlerin geliştirildiği gibi iddiaları da barındırmaktadır. Buna göre İslam toplumu içerisinde oluşan farklı grupların kendi düşüncelerini yaymak ve meşruiyetini sağlamak için en fazla başvurdukları yol olan hadis rivayeti, Joseph Schacht’ın ifadesiyle ‘kendi düşüncelerini sırasıyla müçtehit imamlara, sahabeye ve nihayet Hz. Peygamber’e söyletme’ şeklinde ortaya çıkmaktadır.[1] Bu görüşe göre İslam tarihinin en az iki yüz yıllık dönemi belirsiz, yapay ve güvenilmez hikayelerle doludur. Dahası, bu hikayelerin büyük bir bölümü üçüncü yüzyılda ortaya çıkmış olup geriye doğru meşru tarih inşası için malzeme olarak kullanılmıştır. Bu oluşumun kendisini en fazla hadis rivayetlerinde gösterdiği, mezheplerin ortaya çıkmasıyla birlikte tefsir, fıkıh, kelam gibi alanlara yayıldığı iddia edilmektedir. Şimdi bu iddiaların sırasıyla dört nesilde nasıl geliştiğine biraz daha yakından bakalım.

İlk olarak hadislerin sosyal ihtiyaçlara ve siyasi mülahazalara göre uydurulduğunu iddia eden Ignaz Goldziher’e baktığımızda onun bu konuda Batı’daki akademik çalışmaları yönlendiren en önemli akademisyenlerden biri olduğu görülmektedir. Goldziher’e göre kitaplarda hadis olarak yer alan rivayetler Hz. Peygamber’den veya onun zamanından itibaren nesilden nesile intikal eden gerçek sözler değildir; bunlar, İslam’ın evrimsel sürecini yaşadığı ilk üç asırlık dönemdeki siyasi, sosyal, ekonomik, vb. pek çok gelişimin ve yaşanan tartışmaların belgeleridir. Kur’an metninin oluşumu da Goldziher’e göre aynı süreçten geçmiştir.[2]

Goldziher’den sonra onun tezini bir ileri merhaleye taşıyan kişi Joseph Schacht olmuştur. Schacht ile Batı’da fıkhî hadislerin otantikliği sorgulanmaya başlanmış ve yine onun ileri sürdüğü teze göre bu hadisleri hicri ikinci yüzyılın başlarından daha geriye götürmek mümkün olamamaktadır. Burada Schacht hadislerin fıkıh münazaralarında kullanılmaya başlanmasını, onların ortaya çıkış (uydurulma) tarihi olarak kabul etmekte[3] ve esas gerekçenin de Emevi idarecilerin keyfi uygulamalarına meşruiyet kazandırma kaygısı olduğunu savunmaktadır.[4] Yaşayan sünnet (living tradition) kavramıyla açıkladığı bu süreçte Schacht, Kur’an’dan ve hadislerden bağımsız[5] cereyan eden bir yerel uygulama[6] olduğunu ve hem bu uygulamanın meşruiyet sorununu çözmek hem de muarızlara karşı üstünlük sağlamak amacıyla hadislerin (counter tradition)[7] uydurulmaya başlandığını iddia etmektedir.[8] Hicri ikinci yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan Şafii’nin Risalesi ise o zamana kadar yerleşmiş uygulamayı geriye dönük olarak sistematik hale getirmekte[9] ve hadisin otorite değerini yükselterek yeni hadislerin uydurulmasının önünü açmaktadır.[10]

Joseph Schacht’ın Ignaz Goldziher’den devralarak geliştirdiği bu tezin, kendisinden sonra revizyonistler için referans noktası olduğu ve hadislerin de ötesine geçerek bütün İslam kaynaklarına yaygınlaştırıldığı görülmektedir. Nitekim revizyonist akımın kurucusu olarak kabul edilen John Wansbrough, Schacht’ın tezini daha da ileri taşıyarak İslam kaynaklarının tarihlendirilmesi konusunda hicri üçüncü asrın başından daha geriye gidilemeyeceğini ileri sürmektedir. Daha önce Ignaz Goldziher ve Joseph Schacht tarafından geliştirilen hadisler hakkındaki şüpheci yaklaşımı Wansborough, başta Kur’an olmak üzere bütün İslam kaynaklarına genelleştirmektedir. Wansbrough ilk dönem İslam toplumlarını sosyal bir yapı olarak görmemekte, bu konudaki çalışmaları da bir sürecin araştırılması olarak değerlendirmektedir.[11] Esasen bölgede Yahudi-Hıristiyan kültürünün ve inancının hâkim olduğu bu dönemde ortaya çıkan İslam toplumu, dini-sosyal çevrenin bir tür bileşkesidir. Dahası, miladi 7. Yüzyılda Arabistan’da değil, 8.-9. Yüzyıllar arasında Mezopotamya’da pek çok sosyal gelişimden biri olarak ortaya çıkmıştır.[12] Bu gelişimin izlerini sosyo-kültürel geleneklerden literatüre kadar geniş bir alanda sürmek mümkündür.[13] Wansbrough, Müslümanların bu dönemdeki çabalarını, bağımsız kimlik kazanma adına bir tür kurtuluş tarihi (salvation history) olarak değerlendirmektedir.[14]

Wansbrough’a göre hicri ilk iki asra ait eserlerin nispet edildiği müelliflere ait olmaları mümkün değildir.[15] Aslında hicri üçüncü yüzyılda ortaya çıkan bu eserler, halk arasında otoritelerini kabul ettirebilmek ve görüşlerin kolaylıkla yaygınlaşmasını sağlamak amacıyla önceki nesillerde isimleri bilinen alimlere nispet edilmişlerdir.[16] Bu süreç geriye doğru asr-ı saadete ve Hz. Peygamber’e kadar işletilmiştir. Buna göre Kur’an da dahil olmak üzere İslam tarihinin ilk kaynaklarının tamamı hicri üçüncü yüzyılın başlarından itibaren ortaya çıkmaya başlamakta ve hiçbirinin nispet edildiği müelliflerle ilişkisi kurulamamaktadır.[17] Norman Calder bu kaynakların organik olarak geliştiğini, üçüncü asırdan başlayarak sonraki dönemlerde daha da mükemmelleştiğini iddia etmektedir. Hatta bu konuda İslam hukukunun hicri ikinci yüzyılda üretilen hadislerle başladığını iddia eden Schacht’ı eleştirmektedir.[18]

Norman Calder, İmam Şafii’nin Risalesi, İbn-i Kuteybe’nin Muhtelefu’l-Hadis’i ve Tahavi’nin Beyanı Müşkili’l-Asar’ı arasında yaptığı içerik değerlendirmesi neticesinde, Şafii’nin Risalesi’nin diğer ikisinden sonra yazıldığı, h. 321’de vefat eden Tahavi’nin eserinin ise kendisinden sonra olgunlaştırıldığı sonucuna varmaktadır.[19]

Wansbrough’ın bir diğer öğrencisi Andrew Rippin ise hocasının tezini daha da derinlemesine ilerleten önemli çalışmalara imza atmıştır. Araştırmalarını Kur’an üzerine yoğunlaştıran Rippin, bazı ayetlerde geçen kavramlarla alakalı yaptığı etimolojik ve literal incelemeler sonucu Kur’an’ın üçüncü yüzyılda yazıldığı kanaatine varmaktadır. Taha ve Naziat surelerinde geçen ‘Tuwa’ kelimesini incelediği makalesinde etimolojik olarak bu kelimenin doğru versiyonunun Ahd-i Atik’te aranması gerektiği ve bunun İncil’deki hikayelerin ‘hicazileştirilmesine’ örnek olduğu, bu kelimeyle alakalı mevcut kıraat farklılıklarının Kur’an’ın evrimleşme sürecine işaret ettiği ve nihayet hicri üçüncü yüzyılda yazıya geçince de sorunların çözülemediği sonucuna ulaşmaktadır.[20] Aynı şekilde Enbiya suresi 95. Ayette geçen ‘haram’ kelimesinin linguistik ve etimolojik incelemesi neticesinde bu kelimenin aslında İbraniceden gelmiş olabileceğini ileri sürmekte ve böylelikle Kur’an’ın yazımında Yahudi dini metinlerinden yararlanıldığını ima etmektedir.[21]

Buraya kadar özetlemeye çalıştığımız değerlendirmeler, Batı’da son yüz yıl boyunca gerçekleştirilen akademik çalışmaların Goldziher’den A. Rippin’e ve diğer revizyonistlere kadar belli bir silsile içerisinde İslami kaynakların derinlemesine incelenmesi sonucu olduğu gerçeğini ortaya koymaktadır. Bununla birlikte, birbirini destekleyen ve tamamlayan bu çalışmaların amacını Norman Calder şu ifadelerle dile getirmektedir:

“İlk dönem İslam çalışmalarında bilim, hermönotik bağı koparmakla ve tarihi teolojik yapıdan ayırmakla ilgilendiler ki, bu sürpriz değildir. Ignaz Goldziher’in (1889-90), Joseph Schacht’ın (1950) ve John Wansbrough’ın (1970) dikkat çeken çalışmalarında önce hadis ve sonra da Kur’an Peygamber’in yaşadığı dönemden ayrıldı. Bu akademisyenlerin eserlerinde, Kur’an ve hadisler sadece belli bir yaşam süresinde İslam’ın motivasyonuyla değil, 200 yıllık (veya daha uzun) sürede toplum tarihinin bir son ürünü olarak ortaya çıktılar. Bu durum en azından toplumsal formasyon döneminin bir parçası olan sürecin bir sonucudur. Aslında bilim, tarihteki vahyi, teolojik yapı içerisinde anlaşıldığı duruma oldukça zıt bir konuma yerleştirdi ve toplumu (Peygamberle birlikte ya da ondan hariç) yaratıcı bir unsur olarak öne çıkardı.”[22]

Burada Revizyonist Oryantalistlerin materyalist-pozitivist, evrimci ve Judeo-Christian kültürel ortak değerlere sahip olduklarına işaret etmekle yetinelim.[23] Bunun yanında bütün bu çalışmalar göstermektedir ki, Revizyonist Oryantalistler, fıkıh, tefsir, hadis gibi İslami ilimlerin başlangıcını hicri üçüncü asra çekerek hem bu ilimleri Hz. Peygamber döneminden uzaklaştırmaktalar, hem de sonraki dönemlerden başlayarak geriye doğru yapılandırıldığını iddia etmek suretiyle ilk üç asrı belirsiz, güvenilmez ve hatta hayali-mitolojik bir dönem haline getirmektedirler. Yaşar Çolak’ın yerinde bir tespitiyle bu çabaların İslam toplumunu tarihsizleştirme faaliyeti olduğu rahatlıkla söylenebilir.[24] Çünkü burada gerçekleştirilmeye çalışılan faaliyet, bir taraftan Müslümanlar tarafından geliştirilen ilimleri ve onların metodolojilerini (örneğin hadis için cerh-tadil usulünü) itibarsızlaştırarak yok saymak, diğer taraftan standartları Kutsal Kitap araştırmaları temelinde belirlenen ve isimlendirilen, Batılı referanslara dayalı bir teknikle Müslüman kimliğini ortadan kaldırmaktır. Nitekim Batıda yetişmiş önemli bir düşünür olan Salman Sayyid’in tespitleri de bu doğrultudadır:

“İsim vermek, aslında bir tür var olma eylemidir. İsim verme eylemi, bir anlamda tarih yapma çalışmasıdır: Yalnızca ismi olanlar kendi tarihlerini yazabilirler; yalnızca ismi olanlar kendilerine bir kader tayin edebilirler. Buna göre, Batı diye ismi olan dünya ile isimsiz Batı-dışı arasındaki ayrım, kendi tarihi olanlarla olmayanlar arasındaki ayrım anlamına gelmektedir. İslam ismi Müslümanları tarih sahnesine çıkardı ve isim çağrışım yapmadığında Müslümanlar “tarihsiz topluluk” haline geldiler, neticede topluluk olmaktan da çıktılar. Halklar, bir geçmişleri olmadığı için değil, paradoksal şekilde, kendilerini geleceğe anlatamadıkları için tarihsiz kalmaktadırlar. Tarihsiz halklar ya isimsizdirler (ve böylelikle gerçek halk değildirler) ya da başkaları tarafından isimlendirilmişlerdir.”[25]

Bu çerçevede ülkemizde cereyan eden tartışmalarda taraflardan bir kısmının yukarıda özetlemeye çalıştığımız Batı’daki gelişmelerin ve akademik çalışmaların dışında kalarak biraz da İslam’ın kaynaklarını muhafaza ve müdafaa saikiyle hareket ettikleri, buna karşılık diğer tarafın da belki Batı’ya aşinalıklarından kaynaklanan literalist yaklaşımla akademik kaygıları önceleyen tarzda yola çıkarken bir noktada revizyonist oryantalistlerle buluştukları görülmektedir.

 


[1] Joseph Schacht, The Origins of Muhammadan Jurisprudence (Origins), Oxford, 1979, s. 45, 53, 104, 118, 130.

[2] Tahsin Görgün, Diyanet İslam Ansiklopedisi, Ignaz Goldziher md., c. 14, s. 108-109.

[3] Joseph Schacht, Origins, s. 48, 50, 152, 155.

[4] Joseph Schacht, Origins, s. 190-191, 212.

[5] Joseph Schacht, Origins, s. v.

[6] Burada belirtmek gerekir ki, Ignaz Goldziher’den başlayarak Joseph Schacht, John Wansbrough ve diğer revizyonistler tarafından kullanılan ‘yerel uygulama’dan maksat, esasında bölgede yerleşik olduğunu düşündükleri ve kaynağı Tevrat ve İncil olan Yahudi-Hıristiyan sosyo-kültürel yaşam tarzıdır.

[7] Joseph Schacht, Origins, s. 51, 54, 68.

[8] Joseph Schacht, Origins, s. 168.

[9] Joseph Schacht, Origins, s. 157.

[10] Joseph Schacht, Origins, s. 177-178.

[11] John Wansbrough, The Sectarian Milieu, Oxford University Press, 1978, s. 128.

[12] John Wansbrough, Quranic Studies: Sources and Methods of Scriptural Interpretation, New York, 2004, s. 21, 49, vd.

[13] Norman Calder, Studies in Early Muslim Jurisprudence (Studies), Oxford, 1993, ss. 196-197.

[14] Wansbrough, Quranic Studies, s. xxii.

[15] Wansbrough, Quranic Studies, s. 160, 203.

[16] Andrew Rippin, Quranic Studies: Sources and Methods of Scriptural Interpretation (John Wansbrough), (Forward, translations and expanded notes by Andrew Rippin), New York, 2004, p. xvii.

[17] Norman Calder, Studies, s. 18, 51, 83, 146, 150

[18] Norman Calder, Studies, s. 84.

[19] Norman Calder, Studies, s. 226-230.

[20] Andrew Rippin, The search for Ṭuwā: exegetical method, past and present” in Basile Lourié, Carlos A. Segovia, Alessandro Bausi (eds) The Coming of the Comforter: When, Where and to Whom? Studies on the Rise of Islam in memory of John Wansbrough. Piscataway NJ: Gorgias Press, 2012, 403-26, s. 402, 406, 407.

[21] Andrew Rippin, Qurʾān 21:95: ‘A ban is upon any town’, Journal of Semitic Studies, XXIV(1979), 43-53, s. 53.

[22] Norman Calder, Studies, s. vii.

[23] Bu konuda geniş bilgi için bkz. Bilal Gökkır, Oryantalist Literatürde Kur’an’ın Kaynağı Tartışmalarının Kaynağı Disiplinlerarası Bir Yaklaşım, Bilimname V, 2004/2, ss. 61-74.

[24] Yaşar Çolak, Batı’da İslam Tarihinin Erken Dönemine İlişkin Farklı Metodolojik Yaklaşımlar: John Wansbrough, Michael Cook – Patricia Crone ve Lawrence I. Conrad Örneği, Basılmamış Doktora Tezi, Samsun, 2007, s. 9.

[25] Salman Sayyid, Recalling the Caliphate, Hurst & Company, London, 2014, s. 2.

Yeni yorum ekle

Plain text

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.

İstatistikler

Bugün Toplam Toplam
0 kez görüntülendi. 566 kez görüntülendi. 2 yorum yapıldı.