Kaçırılan Altın Fırsat: Dış Politikada Revizyon Şart!

13 Nisan 2016

 

 

Bir ara hızla yükselen bir ülkeydik; içerde devleti milletle, dışarda da ülkeyi komşularla barıştırıyor; ardı ardına reformlar yapıyor, AB’ye tam üyelik müzakereleri yapıyor, askeri vesayetle mücadele ediyor, Batısıyla Doğusuyla dış dünya başarı hikayemize gıpta ediyordu; İslam’la demokrasiyi bağdaştıran bir Müslüman ülke olarak gösteriliyorduk. Sonra ne olduysa oldu, önce İsrail’le kapıştık, sonra AB ile, sonra ABD ile, sonra S. Arabistan, İran ve Rusya ile ilişkilerimiz bozuldu. Hasılı ilişkilerimizin kötüleşmediği kimse kalmadı. Yanıbaşımızda son yüzyılın en dramatik insanlık facialarından biri yaşandı, yaşanmaya devam ediyor… Sonra şimdi yeniden başa döndük, İsrail’le ilişkileri normalleştirmeye, AB ve ABD ile, S. Arabistan ve İran’la ilişkileri düzeltmeye çalışıyoruz. Madem yeniden ilişkileri iyileştirme ihtiyacı duyacaktık, o halde neden bozduk, bunca sorunu niye yaşadık. Bir Temel-Dursun fıkrası akla geliyor, ama yeri değil, geçelim. Ne oluyoruz? Dış politikamıza neler oluyor? Nereye gidiyoruz?

Son söyleyeceğimizi baştan söyleyelim, meramımız açıkça anlaşılsın: Türkiye son yıllarda dış politikada üst-üste yaptığı yanlışlarla tarihi bir “altın fırsat”ı kaçırmıştır. Bu fırsatın yeniden ele geçirilmesi uzun zaman alabilir. Sovyetler Birliği’nin dağıldığı, ABD’nin eski gücünde olmadığı, AB’nin kendi iç sorunlarıyla boğuştuğu, İran’ın dünya ile kavgalı olduğu, Arap dünyasının gözünü Türkiye’ye diktiği, Batı’nın da “İslam ile demokrasiyi bağdaştıran Müslüman ülke” olarak Türkiye’den umutlu olduğu bir dönemde, Türkiye daha yapıcı, gücüyle daha mütenasip bir söylem geliştirebilmiş ve dış dünya ile ilişkileri daha dostane bir temelde sürdürebilmiş, Orta Doğuda yaşanan krizi daha ustaca yönetebilmiş olsa, bölgesinin mihver ülkesi haline gelebilir, Batı ve Doğu ile ilişkileri germeden Orta Doğu’nun umudu ve rol modeli olabilirdi… Olmadı, büyük bir fırsatı tepmiş olduk. Özellikle Suriye krizi bizi bir dönem dış politikada benimsediğimiz ne kadar ilke varsa hepsinden birer birer vazgeçmek zorunda bıraktı. Sonunda başa döndük; gereksiz yere ilişkileri gerdiğimiz, köprüleri attığımız, kendileriyle ilgili yükümlülüklerimizi ihmal ettiğimiz ülkelerle yeniden masaya oturduk, yani başa döndük. Ama eskilerin deyimiyle “ba’de harâb’el Basra!” Yani Basra harâb olduktan, bunca can telef olduktan, bunca yıkım ve katliamdan sonra… Şimdi oturup soğukkanlı bir değerlendirme zamanı, dış politikada esaslı bir revizyon zamanı, tahrip olmuş ilişkileri tamir zamanı.

Peşinen söyleyelim: Bu satırların yazarı ne müzmin bir “Erdoğan düşmanı,” ne “Ak Parti muhalifi,” ne de Kemalist rejimin ve askeri vesayetin gerilemesiyle ayrıcalıklarını kaybetmiş, bunun için de morali bozuk ve öfkeli bir “endişeli modern”dir. Yerine göre Erdoğan’ı da, Ak Parti hükümetlerini de hararetle savunmuş, ama yerine göre eleştirmesini de bilmiş biridir. Kimseye yaranmak gibi bir derdi olmadığı gibi, kimsenin nefretini kazanmaktan da medet ummayan, sadece memleketin selametini önemseyen, merhum Akif’in deyişiyle “dili yok kalbimin, ondan pek bizârım” diyen, sıradan bir insandır. Maksatlı bir gündemi, bir ikbal kaygısı sözkonusu değildir, Allah’tan başka kimseye de minnet borcu yoktur. Gerektiği zaman “nalına da mıhına da” vurmaktan çekinmez; doğruları takdir etmekten geri durmadığı gibi, yanlışları eleştirmekten de gocunmaz…

Bölgemizde sınırlar değişiyor, tarih yeniden yazılıyor. Her şey hızla değişiyor. Zikzaklar çiziyoruz, bir sürü şey yapıyor, sonra tutup başa dönüyoruz. Arap sokağındaki itibarımız da Batı nezdindeki itibarımız da çok yara aldı. 2000’li yılların ilk on yılındaki yükseliş ivmemizi kaybettik. Bunda dış politika alanındaki hatalarımızın önemli bir rolü var. Kendimizi toparlamak durumundayız. “Bir biz haklıyız, herkes yanlış yolda, yaşasın değerli yalnızlığımız” diyerek bir yere varamayız. Bu çerçevede son yıllarda Türkiye’nin dış politikadaki doğrularını ve yanlışlarını sakin ve salim, soğukkanlı bir şekilde eleştirel bir değerlendirmeye tabi tutmakta yarar vardır; zira doğrulardan hepimiz fayda göreceğimiz gibi, yanlışlar da sadece o yanlışları yapanlara değil, hepimize zarar vermektedir.

Atalarımız “çaplı insanlar fikirleri, orta çaplılar olayları, çapsızlar kişileri konuşur” demişler. Bu uyarıyı ciddiye alalım. Kimseyle kişisel olarak bir derdimiz yok, o nedenle mümkün olduğu kadar kişiler üzerinden değil, olaylar ve fikirler üzerinden konuşalım. Biz lafımızı ortaya söyleyelim, ille de üstüne alınmak isteyen olursa yapacak bir şey yok, paşa gönlü bilir…

Önce doğrular

  • Başbakanımız Sayın Davutoğlu’nun vaktiyle dış politika başdanışmanı ve daha sonra da Dışişleri Bakanı olarak mimarı olduğu “komşularla sıfır sorun” politikası doğruydu.
  • Bütün komşularla aramızdaki bütün sorunları konuşarak, müzakere ederek, diplomasiyle çözme fikri, son derece isabetliydi.
  • Erdoğan ve Davutoğlu ikilisinin ekip arkadaşlarıyla birlikte el-ele vererek dış politikada hayati önemde bir açılım yapması, Cumhuriyet döneminin tümüyle Batıya endeksli geleneksel dış politikasını bırakıp, proaktif ve çok yönlü bir dış politika benimsemesi çok doğruydu.
  • Bu bağlamda genelde Müslüman dünyaya, özelde ise Arap dünyası ve Orta Doğu’ya sırtını dönmüş olan geleneksel Kemalist dış politikanın bir kenara konularak, her iki dünya ile de barışma ve ilişkileri iyileştirme politikası takdire değerdi.
  • Orta Doğu’da mevcut rejimleri ve güç dengelerini veri olarak kabul etme, bu bağlamda herkesle oturup konuşabilme ve birlikte çalışabilme politikası doğruydu.
  • AB üyelik sürecini ve ev ödevlerini ciddiye alma, uyum sürecinin gerektirdiği reformları süratle hayata geçirilmesi, müzakere tarihi alınması ve müzakerelere başlamak için gerekenlerin büyük bir ciddiyetle yapılması son derece isabetliydi.
  • Arap Baharı patlak verdiğinde, halkları tarafından protesto edilen Arap liderleri halklarının taleplerine kulak vermeye çağırma, bu çağrının işe yaramadığı durumlarda ise değişimi, demokrasiyi ve özgürlükleri destekleme tavrı doğruydu.
  • Orta Doğuda yaşanan gerilimlerde dışarının müdahale etmemesini savunma, hele hele Batının silahlı müdahalesine karşı çıkma politikası doğruydu.
  • Suriye krizinin başlangıcında Esed’i reformlar yapmaya ve krizi reformlarla aşmaya ikna etmeye çalışma politikası, bu uğurdaki mekik diplomasisi doğruydu.
  • Sadece Batıya değil, Doğuya da yüzünü dönme, bütün dünyayı ilgi alanı içinde görme ve Asya, Afrika ve Orta Doğu pazarlarına açılma, dış ticarette yeni ortaklar edinme, pazarı çeşitlendirme ve dışa açılma politikaları doğruydu. Ancaak, ne var ki, amma velâkin,..

Şimdi de yanlışlar

  • “Ustalık dönemi”nde AB reformlarını ihmal etmek, askıya almak, bir kenara bırakmak yanlıştı. Başta Gümrük Birliğinin sınırlarını bütün AB üyelerine teşmil etmek olmak üzere kendi yerine getirmediğimiz sözler de olmasına rağmen sürecin aksamasının bütün suçunu AB’ye atmak, “samimi değiller” diyerek kestirip atmak yanlıştı.
  • Türkiye’nin makro göstergelerinin en hızlı yükseldiği dönemin AB ile ilişkilerinin iyi olduğu, ev ödevlerimizi ciddiye aldığımız dönem olduğunu unutmak yanlıştı.
  • AB, ABD, BM ve Rusya’yı aynı anda karşımıza alacak tehditkar tavırlar, efelenmeler, “hümerme siyaseti” yanlıştı. Bize lâzım olan yumuşak güç siyaseti ve diplomasiydi.
  • NATO üyesi bir ülke olduğumuzu ancak Rusya ile yaşadığımız uçak düşürme krizinden sonra ve Rusya’nın tehditlerine maruz kaldıktan sonra hatırlamak yanlıştı.
  • AB’ye tam üye olmayı hedefleyen bir ülke olduğumuzu ancak Suriye ve mülteci krizinden sonra yeniden hatırlamak yanlıştı. Hırvatistan’la aynı tarihte tam üyelik müzakerelerine başladığımız halde, 11 yılda 35 faslın sadece yarısını görüşebilmek usta bir siyaset değildi. Açılamayan ya da askıya alınan fasıllardan birçoğunun sadece gümrük birliğinin teşmili (G. Kıbrıs gemilerinin limanlarımıza uğramasına izin verilmesi) ile ilgili olduğunu unutmayalım. Sanki G. Kıbrıs malları Selanik üzerinden bize yine de gelemezmiş gibi, dış ticaretin düşmanlıkları bitirecek en sihirli anahtarı olduğunu bilmiyormuşuz gibi…
  • Suriye krizinde -uzun süre- muhalif grupların tümünü kucaklamak yerine, yalnızca veya büyük ölçüde Müslüman Kardeşlere yakın durmak yanlıştı, tüm muhalif gruplar kucaklanmalıydı.
  • IŞİD’in terör örgütü listesine alınması için 2013 Ekimi gibi geç bir tarihe kadar beklenmesi yanlıştı. IŞİD’in ya da DEAŞ’ın kimin icadı olduğuyla ilgili komplo teorileri için harcadığımız zaman kadar, bu örgütün militanlarının Müslüman, komutanlarının Müslüman olduğunu, Haricilerden beri kendisi gibi olmayanı kâfir sayan bir tekfirci damarın İslam dünyasında hep olduğunu hatırlamalı; bu tür tekfirci-şiddetle içiçe-radikal-Selefi İslamcı zihniyeti daha net bir şekilde eleştirebilmeliydik. 
  • Mısır’da Mursi’ye karşı içerden direnişler başladığında, Mursi’yi siyasi muhalifleri yönetime daha fazla dahil etmeye ikna etmek ve gücünü fazla abartmamaya davet etmek yerine, iş işten geçinceye kadar uzun süre burnunun dikine gitmesine göz yummak yanlıştı. Mısır ekonomisinin yarısına Mısır ordusu hükmederken, AB, ABD, İsrail ve Suudi Arabistan Müslüman Kardeşlere güvenmezken, içerde ve dışarda bu kadar düşmanı varken izleyeceği politikalarda son derece hassas olması, dengeleri gözetmesi ve bütün gücüyle yumuşak bir geçiş dönemine odaklanmasını sağlamak gerekirdi. Mursi Cumhurbaşkanı seçilirken aldığı %52’lik desteğin kendisine her türlü yetkiyi verdiğini düşündü, acemilik üstüne acemilik yaptı, “bizimkiler” ise kendisine yeterince yol gösterici olamadılar; sonunda göz göre göre darbe geldi…
  • Mısır-Suriye-Türkiye üçgeninde “kardeş rejimler” (Müslüman Kardeşler ve Ak Parti) kurup “Orta Doğuda değişimi yönetme” hesapları ve söylemleri son derece netameli, Batı açısından ürkütücü, Türkiye’ye güveni sarsıcı ve Türkiye ile ilgili hesapların silbaştan yapılmasına yol açacak bir hesap hatasıydı. “Orta Doğuda değişimi biz yöneteceğiz, sabah namazını Emevi Camiinde kılacağız..” söylemi çok yanlış bir söylemdi.
  • Suriye’de Esed reforma ikna edilemeyince “Esed gitmeli, zaten iki aylık ömrü var” söylemi oldukça aceleye getirilmiş, fevri, yanlış bir söylemdi. Esed’in koltuğunu koruma ömrü konusunda yapılan hesapların ne kadar hatalı olduğu sonradan görüldü. Suriyeli muhalif grupların organize olmadıklarını, aralarında derin görüş ayrılıkları olduğunu, ellerindeki silahların da Esed’i devirmeye yetmeyeceğini görebilmek gerekiyordu, bu yapılamadı.
  • Esed giderse nasıl bir yönetim gelecek meselesini Batılı güçlerle oturup konuşmadan, beraberce bir hal çaresi aramadan, ortak bir çözüm önerisi geliştirmeden, Türkiye’nin kendi başına buyruk hareket etmeye kalkışması “bardağı taşıran son damla” oldu. Aslında ABD’nin başlarda Suriye rejimini ve Esed’i devirmek için ciddi nedenleri vardı, ABD Esed’i devirmeye kararlıydı: Suriye’nin öteden beri Sovyet-Rusya müttefiki olması, İsrail ile ilişkilerinin gergin olması, İran’ın Hizbullah’a erişim ve yardımında Suriye’nin geçiş güzergahı olması gibi. ABD açısından Esed’i devirmek için ikna edici nedenlerdi bunlar.
  • Oysa çok geçmeden IŞİD ve öteki cihadist hareketlerin ortama egemen olmaya başlaması ciddi bir endişe kaynağı oldu. İkinci bir endişe kaynağı Esed’den sonra iktidara kimin geleceği konusuydu. Bütün bunların üstüne bir de Türkiye’nin kendi başına buyruk, kendine aşırı güvenen ve yer yer tehditkar bir söylemle hareket etmeye başlaması ABD’nin hesaplarını değiştirdi. ABD “Esed’i devirme” politikasından vazgeçti, bu konuda Türkiye’yi yalnız bıraktı, Rusya’nın Suriye’ye girmesine de yeşil ışık yaktı.
  • Sonuç, Türkiye’nin dış politika hedefleri açısından ham bir hezimet oldu: Esed muhaliflerle barıştırılamadı, reformlara ikna edilemedi, muhaliflere yardım yeterli olmadı, Esed devrilemedi, Batının müdahalesini hatta silahlı müdahalesini istemek zorunda kaldık, Rusya’nın Suriye’ye girmesine engel olamadık, Bayırbucak Türkmenlerini koruyamadık, PYD’nin kuzey Suriye’de kanton elde etmesine, Kürt hakimiyetindeki kantonların birleşmesine, ABD’nin PYD’ye destek vermesine engel olamadık…
  • Oysa en başında Suriye’de muhalifler biraz da Türkiye’den ilham alarak sokağa çıkmışlardı. Türkiye olarak bunların gücünü ve ne ölçüde insicam içinde olduklarını daha iyi tespit edebilmeli, ne yapıp edip olayın silahlı çatışmaya ve iç savaşa dönüşmesini önlemeliydik. Bu olmadığı takdirde Esed sonrası için Batı ile ortak bir çözüm aramalıydık. Altı milyon insanın vatanını terk ettiği, 500 bin insanın zalim Esed rejimi tarafından katledildiği veya iç çatışmalarda hayatını kaybettiği, binlercesinin Avrupa’ya sığınayım derken Ege ve Akdeniz’in sularında can verdiği bir facia. “Bu faciada bizim sorumluluğumuz yok mu?” sorusunu ciddi olarak sormalı ve derin bir iç muhasebe yapmalıyız.
  • Bu arada Çözüm Süreci’ne bunca yatırım yaptıktan sonra yeniden başa dönmek zorunda kalmamızın, terör sorununun yeniden hortlamasının, hendeklerin ve “kurtarılmış mahalleler”in büyük ölçüde Suriye krizi ve bu bağlamda -hem Doğu hem de Batıyı karşımıza alacak şekilde- dış dünya ile ilişkilerimizin hızla bozulmasıyla irtibatlı olduğunu unutmayalım. Habur’dan sonra zikzak çizmek, geri adım atmak, Uludere faciasının üzerine yeterince gitmemek, zaman zaman tehditkâr milliyetçi söylemlere savrulmak ve nihayet Çözüm Süreci bağlamında yapılması gereken anayasal ve yasal reformları sürekli geciktirmek de affedilir hatalardan değildi elbette. Bunların üstüne bir de Suriye krizinde herkesi karşımıza alıp “komşularla sıfır sorun”dan “herkesle sorun” sürecine girince, Suriye’de PYD bir kanton elde edince, silahlısıyla silahsızıyla Türkiye’deki Kürt siyasi hareketi de hesaplarını yeniden yaptı. “Suriye’den biraz kopardık, biraz da Türkiye’den koparabilirsek bize buradan bir Kürt devleti çıkar” zehabına kapıldılar ve olanlar oldu…
  • Diyeceksiniz ki “İyi de hırsızın hiç mi suçu yok? Batının ve şiddetten medet uman Kürtlerin, PKK’nın hiç mi suçu yok?” Olmaz mı? Elbette var. Mısır’da darbeye darbe demeyen, Esed’in zulümlerine göz yuman Batı da, Çözüm Süreci’nin müsamahalı ortamını suiistimal ederek yığınak yapan, barış ortamını bozarak yeniden silaha sarılan PKK da suçlu, ona hiç şüphe yok. Ama suçu bunlara yıkarak işin içinden çıkamayız veya kendimizi temize çıkaramayız, kendi yaptığımız yanlışlar ve ihmallerle de yüzleşmek zorundayız…

Bundan sonra ne yapmalı?

  • Bütün bunların olmasını hiçbirimiz istemezdik, ama maalesef, biraz bizden, biraz dış güçlerden kaynaklı sorunlarla bugünlere geldik. Ağlayıp sızlayarak kaybedecek zamanımız yok. Atalarımız “Yanlışın neresinden dönülse kârdır” demişler. Hemen ciddi bir özeleştiri yapıp yeniden işe koyulmak, daha sağlıklı ve yapıcı bir istikamete yönelmek zorundayız.
  • İlk yapmamız gereken, “hümerme siyaseti”ni bırakmaktır. Nükleer silahımız olmadan, savunma sanayiini dışa bağımlı olmaktan kurtarmadan, kendi hassas teknolojilerimizi kendimiz üretir hale gelmeden, güçlü bir askeri gücü besleyebilecek yenilikçi ve rekabet gücü yüksek bir ekonomiye sahip olmadan, Avrupaya ve Amerikaya kaptırdığımız beyin gücümüzü ülkemize dönmeye ikna etmeden, patent-bilimsel yayın ve teknoloji üretiminde bir sıçrama yapmadan dünyaya yapılacak her tehdit bize, karşı-tehdit, teröre destek, içeriyi karıştırma çabası ve istikrarsızlaştırma girişimi olarak geri dönecektir, bilelim.
  • Atalarımız “usül olmadan vusül olmaz” demişler. Yöntem, tarz, üslup uygun olmazsa amaca ulaşılmaz, “menzili maksuda erişilmez.” Hedeflerimiz sahih olabilir, ama yöntemin de uygun olması lâzımdır; tehditten ziyade tatlı dil, kaba kuvvet yerine yumuşak güç, bilek gücünden ziyade zekâ ve beyin gücüne müracaat etmek gerekir. Bu bağlamda “Ayaklı kütüphane” sıfatını hak eden, değerli hukukçu, muhterem Ahmet Bilgin hocamızdan bölgemizde olup bitenler ve başımıza gelenler konusunda yaptığımız bir sohbet sırasında duyduğum son derece veciz bir Hadisi Şerifi hatırlatayım: “İnsanın akıllısı, gücünün sınırlarını bilendir.” Biz gücümüzün sınırlarını iyi hesap edemedik, ne yazık…
  • Bir NATO ülkesi olduğumuzu sadece bir dış gücün tehdidine maruz kaldığımız zaman değil, her zaman akılda tutalım.
  • AB üyelik hedefinin –sonunda tam üyelik olsa da, olmasa da- bizim için son derece hayati önem taşıyan bir stratejik hedef olduğunu unutmayalım. Yeni fasıllar açmak, reformlara sarılmak için ille de bizi zor durumda bırakan krizler beklemeyelim. AB’ye uyum yolunda yapılacak siyasi, iktisadi ve hukuki reformların kendi insanımız için gerekli, askeri vesayeti kalıcı olarak sona erdirebilmek için zorunlu olduğunu akıldan çıkarmayalım.
  •  Bir zamanlar Kemalist rejimin ileri gelenleri Barzani ve Talabani’yi “eşkıya, terörist” diye küçümser, adam yerine koymaz, onlarla ilgili sürekli komplo teorisi üretirlerdi. Oysa devir değişti, köprülerin altından çok sular aktı, kaderin cilvesine bakın ki bugün Barzani ve başında olduğu Kuzey Irak Kürt Yönetimi bölgedeki en samimi dostumuz. Aynı şeyin yarın öbürgün Salih Müslim ve temsil ettiği hareket için de geçerli olması pekâlâ mümkün. PYD’ye bizden başka “terörist” gözüyle bakan yok, biz de kendi tezimize onları ikna edemiyoruz. O halde bakış açısını değiştirmekte yarar var. Uzun vadede Türkiye’nin Kuzey Suriye ve Kuzey Irak’taki Kürt ve Türkmen bölgesiyle bütünleşmesi en akılcı ve en kalıcı çözümdür. PYD ile ilişkilerin normalleşmeye başlaması PKK terörünün sona ermesi konusunda da anahtar rol oynayabilir.
  • Terör sorunu dünyanın hiçbir yerinde silahla çözülmüş değildir, eninde sonunda masada çözülmüştür. Bu noktayı akılda tutarak, bir yandan PKK terör örgütünün elinden hendek kazılmış ve işgal edilmiş mahalle ve ilçeleri kurtaralım; ama aynı zamanda terörün zeminini ve beslenme kaynaklarını kurutacak anayasal ve yasal reformları da süratle yapalım.
  • Türkiye’yi artık tam demokratik, hukukun araçsallaştırılmadığı, her türlü keyfi uygulamanın son bulduğu, devletin şeffaflaştığı, hesap verebilir hale geldiği, askeri vesayeti kurumsal anlamda sona erdirmiş, iç barış ve istikrarını sağlamış, kendisiyle ve dünya ile barışık bir ülke haline getirelim. Bunun yolu ise “kana kan, dişe diş” siyasetinden, zora dayalı tehdit ve şahin politikalardan değil, barışçı bir söylemden, serbest ticaretçi ve dışa açılmacı bir ekonomi politikasından ve özgürlükçü, çoğulcu ve hukukun üstünlüğüne dayalı bir demokrasiyi tesis etmekten geçer, vesselam… 

İstatistikler

Bugün Toplam Toplam
0 kez görüntülendi. 303 kez görüntülendi. 0 yorum yapıldı.