GİRİŞ
Arkasında çok büyük travma bırakacak bir yıkımla karşı karşıya kaldık. Nedenleri, etkisi, sonuçları pek çok farklı biçimlerde değerlendirilebilir. Fiziki/maddi boyutlarını değerlendirmeyi uzman bilim insanlarına bırakıyorum. Bu yazıda çok temel düzeyde ve sınırlı ölçüde meselenin mana boyutuna odaklanmayı düşünüyorum. Başka söyleyişle, insan ve değeri perspektifinden bazı hatırlatmalar yapmaya gayret edeceğim.
Çünkü, her ne olursa olsun, hala dünyevî bir avantaj uğruna sürekli bir saldırı / savunma refleksiyle hareket edenlerin, yaşadığımız "şey"in gerçekliğini tam olarak kavrayabildiklerinden derin şüphe duyuyorum.
DEPREM GERÇEĞİ VE İNSANLIKLA SINAVIMIZ
Bilimsel bakışla deprem bir doğa olayıdır. Zamanı bilinememekle birlikte, yeri ve şiddetine ilişkin bazı öngörülerde bulunulabilmektedir. Önleyebilmek konusunda henüz bir teknoloji mevcut değildir, ancak yıkıcı etkilerini asgariye indirmeye yönelik bazı tedbirlerin alınabilmesi mümkündür. İşte tam da bu noktada insanın değeri konusu ön plana çıkmaktadır.
Eğer bir coğrafyada insan hayatına mal olabilecek türden riskler varsa, insana değer veren, insan yaşamını önceleyen bir sistemin (hukuk, devlet, siyasi rejim, iktidar) bu riskleri mümkünse tamamen kaldırması, değilse yerleşim yeri planlamasına ve inşaatlara izin/onay/ruhsat verme konusunda azami dikkat göstermesi, olabilecek en güvenli yaşam imkanının oluşturmasını sağlaması beklenir.
Bu, bir devletin ve yöneticilerinin o ülkede (özellikle coğrafyada) yaşayanlara karşı en asgari düzeydeki siyasi ve hukuki yükümlülüğüdür. Ancak sadece resmi sıfatı haiz olmak dolayısıyla yükümlülüğü bulunanların değil, o ülkede / coğrafyada yaşayan herkesin de kendisi ve ailesi başta, birlikte yaşadığı tüm insanlara karşı bu konuda ahlaki bir sorumluluğa sahip olduğunun bilincinde olması gerekir.
Bu perspektiften bakıldığında, Kahramanmaraş ve sonrasındaki Hatay merkezli depremlerin açtığı yaraların, sadece yıkılanın yerine yenisini koymakla, hukuken sorumlu olanlardan hesap sormakla (tabii ki bunlar eksiksiz yapılmalıdır) tedavi edilebileceği söylenemez. Sorun daha derindedir ve içerisinde, meydana gelen yıkım ve maddi kayıplardan çok daha büyük bir tehlike barındırmaktadır...
Bu sorun, her birimizin insan olmak vasfı ile sahip olduğumuzu düşündüğümüz ve kendimiz dışındakilere verdiğimiz "değer" ile ilişkili bir sorundur. Sorunun, deprem felaketiyle açığa çıkmasında az ya da çok, doğrudan ya da dolaylı payımız olduğu gibi, iyileş(tir)me sürecinde de her birimize önemli görevler düşmektedir. Bununla birlikte, depremlerin yıkıcı sonuçları ve sonrasındaki olumlu / olumsuz tüm yaşananlar gösteriyor ki, çoğumuz böyle bir sorunun farkında bile değiliz. Oysa, bu sorunu çözmeden velev ki, yıkılan binaların yerine daha iyilerini, daha sağlam ve görkemlilerini, şehirler yerine daha gelişmişlerini, akıllılarını yapsak, yıkımlardan hukuken sorumlu olan herkesi olabilecek en ağır biçimde cezalandırsak bile, depremler dolayısıyla, başta hayatını kaybetmiş olanların yakınlarına ve genel olarak insanlığa karşı insanî (vicdanî) borcumuzu tam olarak ödemiş olmayız. Ancak daha vahimi, bununla, ileride yine benzer felaketlerle karşılaşma ihtimalini de bertaraf etmiş olmayız. Benzerlerini aynı boyutlarda tekrar yaşamamak için maddi kayıpları gidermenin yanı sıra yitirdiğimiz insanlığımızı, insanî hasletlerimizi de yeniden diriltmemiz gerekir. Çünkü yitirdiğimiz bu değerlerin, yıkımın ve acının bu denli büyük olmasında çok önemli bir rolü vardır.
NEYİ, NASIL YİTİRDİK?
Son bir kaç yüzyıldır bilim ve teknolojinin gelişmesiyle ters orantılı biçimde insanî duygularda bir gevşeme olduğu aşikardır. Bir başka söyleyişle, insanlar arasında, toplumsallığın gereği olan birlik, beraberlik, dayanışma, yardımlaşma gibi duygular zayıflamış ve ancak belirli ve sınırlı (afet ve kriz dönemleri gibi) durumlara özgü (vakıf, dernek, sendika gibi) yarı- kurumsal mekanizmalara dönüşmüştür. Bu dönüşüm insanlar arasındaki sosyal ilişkilerin de (akrabalıktan, iş arkadaşlığına, komşuluktan, hemşehriliğe, cemaat ve dernek üyeliğinden, vatandaşlığa kadar) sevgi, saygı, sorumluluk, ödev bilinci gibi ahlakî değer yargılarından soyutlanarak, daha ziyade ortak çıkarlara dayalı mekanik ilişkilere evrilmesine yol açmıştır. Yani insanlar, zorunlu olmadıkça birbirleriyle dostluk, arkadaşlık, gönüldaşlık gibi kişisel (ikili) ilişkiler kurmaz olmuş, hatta ortak mekânlarda yaşamalarına rağmen selamlaşmaz hale gelmiştir.
Özellikle son yüzyılda, mega kentlerin kurulmasıyla, güvenlikli sitelerin, rezidansların inşasıyla birlikte insanlar arasında, başta ekonomik faktör olmak üzere pek çok başka (meslek, statü, ırk, cinsiyet, dil, din, mezhep, ideoloji vb.) göstergeye dayalı sınıfsal farklar da, yeniden ve fakat geleneksel kültürel ve etnik kimliklerden başka türlü, hukuki rasyonel bir zeminde kurulmuştur. Geleneksel toplumsal yapılardaki sosyal ilişki biçimlerinin neredeyse tümü ya ciddi biçimde şekil değiştirmiş (mekanik dayanışmadan organik dayanışmaya evrilmiş) ya da tamamen yok olmuştur (örn. tanrı misafirliği adeti, imece usulü). Günümüz toplumlarında, özellikle de büyük şehirlerde yaşayan insanların büyük çoğunluğu, birbirlerine karşı ahlakî ödev ve yükümlülük altında oldukları bilincini tümüyle yitirmiştir.
Bireyselleşme ve dolayısıyla yalnızlaşma olgusu artmış, akraba dahi olsa, insanlar birbirleri için karşılıksız bir şey yapmayı, birbirlerinin sıkıntılarına birlikte göğüs vermeyi, birlikte gülüp eğlenmeyi, birlikte dertlenmeyi unutmuştur. Öyle ki, insanlar, komşusu cenazesini defnederken düğünler, partiler yapmakta bir sakınca görmez hale gelmiştir.
Hâl böyle olunca hemen tüm ilişkiler, çoğu ekonomik temelli, çıkara dayalı profesyonel ilişkilere dönüşmüştür. Toplumsal ahlâk diye bir kavram nerdeyse hiç kalmamış, yerine, yeni toplumsal yaşam tarzlarına uygun, "birey ahlakı", "meslek etiği", "belirli mekan ya da durumda uyulması gereken kurallar" vb. isimlerle adlandırılan, akli-hukuki normlar geçmeye başlamıştır. Böylelikle kendisini diğerine karşı ahlaken (vicdanen) sorumlu hissetmeyen insanlardan oluşan toplumda, işini, ilişkilerini, ticaretini, alışverişini yasa, kararname, yönetmelik, yönerge, genelge, tebliğ vb isimlerle anılan düzen kurallarına uyarak (ya da uydurarak) sürdürenlerin ayrıca, ahlaklı, dürüst, güvenilir olup olmaması çok da umursanmaz olmuştur.
Bu umursamazlık karşılıklı olunca, insanlar daha büyük kazançlar, daha yüksek refah, daha iyi statü, daha yüksek mevkiler elde etmek için kıyasıya yarışır hale gelmişlerdir. İnsanlar arasındaki her türlü ilişki, çıkar ve rant üzerine kurulur olmuştur. Bu yeni toplumsal düzen anlayışına, devletin ve siyasetin de, izin vererek, görmezden gelerek, hatta ortak olarak destek vermesiyle insanın insan olarak değeri sıfırlanmış, herkes parası, makamı, mevkisi, konumu, statüsü kadar bir itibar elde edebilmiştir.
Özetle günümüz toplumlarında artık kimse sadece insan olduğu için bir değere sahip değildir, vatandaşlık statüsünden başlayarak, başta servet olmak üzere, toplum içinde işgal ettiği avantajlı / dezavantajlı konumlar insanların değerini de belirler olmuştur. İnsanlar (birey ya da örgütlü yapı olarak) bu itibarlı statüyü kaybetmemek için her türlü yola başvurur olmuştur. Her ortam ve şartta kendi değerlerini ön plana çıkaracak söylem ve eylem tarzını benimsemiş, bu konuda gerekirse birbirleriyle kıyasıya rekabet eder, hatta çatışır hale gelmişlerdir. İşte ülkemizin deprem gerçeğini bile bile, toplum olarak hazırlıksız yakalanmış olmamız ve bu denli büyük bir yıkım ve can kaybının ortaya çıkmasında, kendisinden, çıkarından başkasını düşünmeyen ülkemiz insanların, sorumsuzca davranışlarının rolü büyük olmuştur. Özellikle son yıllarda depreme dayanıklılık esaslarını düzenleyen yasal mevzuata uygun yapıldığı varsayılan bazı binaların yıkılmasına karşılık az sayıda diğer bazılarının ayakta kalması, yasalara riayet hususunda da insana saygı ve sorumluluk bilincinin ne denli önemli değerler olduğunu açık biçimde ortaya koymuş bulunmaktadır.
DEPREMLER SONRASI: ENKAZ ALTINDA İNSAN, ÜZERİNDE İNSANLIK ARAYIŞI
Deprem sonrasında, toplumun hemen tamamı gerçekten olağanüstü bir duyarlılıkla deprem bölgesine yardımcı olabilmek, yara sarabilmek için tüm imkanlarını seferber etmiş, ayni, nakdî yardım toplamış, çeşitli biçimlerde bölgeye ulaştırmış, pek çok kimse, gönüllü olarak fiilen yardıma koşmuştur. İlk anlarda, çok büyük bir şaşkınlık, telaş ve karmaşa yaşandığını kabul etmek gerekir. Çünkü pek çoğu bu konularda deneyimsiz insanların amatörce çırpınışları söz konusudur. Bu amatör ve samimi çırpınışların pek çoğunun motivasyonu, başka her mülahazadan önce, insani bir duyarlılıkla vicdani ödev duygusu olmuştur. İnsanlar hiç bir hesap yapmadan ellerinden geldiğince yardım götürebilmenin yollarını aramıştır. (İşte bu amatör ruh, daha başından itibaren iyi idare edilebilse, iyi bir organizasyon ve koordinasyon şemasıyla doğru yönlere kanalize edilebilse, bir yandan daha optimal bir faydaya dönüşme, öte yandan, koşulsuz dayanışma ve yardımlaşma duygusunun canlanmasına ve dolayısıyla insanlığın dirilişi ve şahlanışına vesile olabilecek bir potansiyele sahip bulunmaktaydı. Ancak maalesef böyle olmadı.)
Bu arada, devlet de tüm imkanlarını harekete geçirmiştir. İlk olarak, uluslararası yardımı da içeren 4. seviye alarm ilan edilmiş, AFAD ekipleri olabildiğince hızlı biçimde bölgeye sevk edilmiş ve sonrasında askeri kurtarma ekipleri, madenciler, itfaiyeciler de arama kurtarma çalışmalarına katılmak üzere bölgeye sevk edilmişlerdir.
Ancak depremin boyutları, bölgenin genişliği, devlet aygıtınının hantallığı ve bürokratik işleyişin yavaşlığı, ulaşım imkanlarındaki daralma, bölge içindeki kamu görevlilerinin, kurum ve araçların da depremden etkilenmiş olması gibi sebeplerle ciddi bir gecikme yaşandığı da herkesin malumudur. Devletin (kurumsal mekanizmaların tümünün) harekete geçmekte gecikmiş olmasına rağmen kendiliğinden organize olan gönüllüler ordusunun bölgedeki varlığı ve etkinliği devletin yetersizliğine ilişkin bir kanaatin oluşmasına yol açmıştır.
Gecikme nedeniyle, bölgeden gelen bilgilere göre (ki sonradan bizzat Cumhurbaşkanı tarafından itiraf edilmiştir) ilk üç gün bazı enkazlara hiç ulaşılamamış, bazılarında çalışmalar gerekli iş makinaları olmaksızın, yetersiz imkanlarla sürdürülmüştür. Dördüncü beşinci günden itibaren, iş makinalarının bölgeye sevedilmiş olması, yabancı arama kurtarma ekiplerinin de iştirakiyle daha etkin bir arama kurtarma süreci yürütülmüştür.
Bununla birlikte, devletin gecikmesine rağmen, başlangıçtan itibaren tüm süreci kontrol edebildiğine dair algı oluşturma çabasına girişmiş olması, özellikle bölgedeki başta mağdurlar olmak üzere yardım için orada bulunan tüm sivil toplum örgütleri ve gönüllülerinin tepkisini çekmiş ve "devlet nerede" sorusunun yüksek sesle dillendirilmesine yol açmıştır. Bunun üzerine, devlete ve / veya iktidara karşı bir karalama kampanyası yürüten muhalif cephe bu fırsatı ganimet bilerek, derhal karşı propagandaya başlamış, felaketin zaten büyük olan boyutunu daha da abartarak, iktidarın yetersiz kaldığını gösterme yarışına girişmiştir. Bu noktada, ilginçtir ki, iktidarın savunması da, "asrın felaketi" nitelemesi yapmak suretiyle, felaketin büyüklüğüne sığınmak olmuştur.
Bunun üzerine, başlangıçta sadece insanî / vicdanî duygularla spontane biçimde ortaya çıkan yardımlaşma ve dayanışma hareketi, bölgede karşısına çıkan siyasi çekişme dolayısıyla önce irkilmiş, sonra yavaş yavaş duruma uygun vaziyet almaya başlamış, yani tarafını seçmiş ve ona uygun hareket etmeye başlamıştır.
Bu kapsamda, örneğin resmi ve sivil yardım kurum ve kuruluşları, yine resmi ve sivil, yerli ve yabancı arama kurtarma ekipleriyle ve lojistik faaliyetlerini yürütenler arasında gizli açık rekabet ve çekişmeler gözlenmiştir. Süreç boyunca iktidar ve muhalefet, taraftar ve yandaşları sürekli kendilerine avantaj elde edecek, konumlarını muhafaza ya da tahkim edecek bir anlayışla hareket etmeye başlamışlardır. Yazılı ve görsel medya da bu siyasi gerilimi körükleyen bir tarafgirlikle haberler yapmıştır. Yine aynı amaçla sosyal medya da etkin biçimde kullanılmıştır.
Bu meyanda, örneğin, muhalif cephenin, devlete güvensizlik algısını körükleyerek, kamu adına yardım toplayan kurumlar yerine sivil toplum, özellikle de Ahbap derneğini öne çıkarma gayretine karşılık iktidar da tüm yardım organizasyonunun AFAD ve Kızılay koordinatörlüğünde yapılması gibi bir yönlendirme yapma gereği duymuştur. Doğaldır ki, her iki tarafın sempatizanları da sosyal medya başta, her türlü vasıta ile bu çatışmayı alevlendiren bir yaklaşımı tercih etmişlerdir. Hatta bir ara iş öyle bir noktaya gelmiştir ki, arama kurtarma faaliyetlerine sekte vurmasına rağmen sosyal mecralarına kısıtlamalar bile getirilmiştir.
FELAKETİN TELAFİSİ ZİHNİYETİ
Devlet, tüm unsurlarıyla bölgeye ulaşır ulaşmaz bir taraftan arama kurtarma çalışmaları, hasar tespitleri, yardımların organizasyonu gibi pek çok konuda daha organize bir çaba gözlenmiş, diğer taraftan da, bölgeye felaketin 3. gününde giden Cumhurbaşkanı tarafından ileriye dönük vaatler sıralanmış, en önemlisi de yıkılan binalar yerine derhal yenilerinin yapılmasına başlanacağı ve bir yıl içinde hak sahiplerine teslim edilerek mağduriyetlerin giderileceği dile getirilmiştir.
Sonrasındaki, depremle ilgili resmi yaklaşım ve faaliyetler önemli ölçüde, arama kurtarma faaliyetlerinin bir an önce tamamlanması, sağlık hizmetlerinin aksamadan sürdürülmesi, cenazelerin teslimi, defin hizmetlerinin yürütülmesi, kayıpların bulunması, beslenme, barınma ihtiyaçlarının giderilmesi gibi nerdeyse tamamı felaketin maddi zararlarının telafisine yönelik olmuştur.
Bu arada, depremde hasar alan mağazalara ve enkaz içindeki değerli eşyalara yönelik yağma eylemleri, güvenlik güçlerinin, özellikle polisin çok sert (insani olmaktan uzak, şiddet içeren) müdalaleleriyle kontrol altına alınmak istenmiştir.
Bundan başka, depremzedeler için, hak sahipliği, barınma ihtiyaçlarının karşılanmasında öncelik gibi hususların belirlenmesinde de mülk ve servet sahipliği gibi maddi hususlar ön plana çıkarılmıştır. Örneğin, depremzedelere kira yardımı yapılmasında deprem öncesi ev sahibi olanla olmayan arasında ayrım gözetilerek, ev sahiplerine daha yüksek (5 bin TL), kiracı olanlara daha düşük (2-3 bin TL) miktarda yardım yapılacağı öngörülmüştür. Yine geçici barınma imkanı sunacak koyteyner tahsisinde de mülkleri yıkılmış olanlara öncelik tanınacağı beyan edilmiştir.
Kalıcı konut yapımı konusunda da, resmi açıklamalardan anlaşıldığı kadarıyla yıkılan konut ve daire sayısı baz alınmak suretiyle projelendirme yapılacağı, yani yeni konutların da deprem öncesinde zaten konut sahibi olanlara tahsis edileceği öngörülmüştür.
Sözün özü, deprem felaketinin durumlarını eşitlediği, başka söyleyişle, sosyal sözleşme teorisyenlerinin "tabiat hali" diye nitelediği bir duruma getirdiği insanlara, salt insan olmalarından dolayı değil, deprem öncesi sahip oldukları servet, konum ve statüleri ölçü alınarak yardım edileceği izlenimi verilmiştir.
Bunlardan daha vahim bir iddia ise, arama kurtarma çalışmalarının ilk anlarında belli bazı mülahaza ve emirlerle bazı adreslere öncelik tanındığına ilişkindir.
Ezcümle, depremin izlerinin bir an önce silinmesi kaygısıyla daha tüm cesetler çıkarılıp usulünce defnedilmesine fırsat verilmeden, yani insanlar yakınlarının cansız bedeninin çıkarılması için enkaz başında nöbet tutarken, enkazların (iddialara göre parçalanmış cesetlerle) kaldırılmaya başlanması ve eş zamanlı yeniden inşaya girişilmesi, elbette bir taraftan insanların kayıplarının bir an önce giderilmesine yönelik bir anlayışı içermektedir ama bu aynı zamanda onların acılarına, yürek yangınlarına bigane bir anlayışın, yani insanı önemseyen ama insanlığı ıskalayan bir zihniyetin de yansıması olarak okunabilmektedir.
SONUÇ YERİNE: SOMUT BİR ÖRNEK
Bu yazıya bir sonuç yazmayacağım. Onun yerine, son satırlarını kaleme aldığım gün medyaya düşen bir haberi yorumsuz paylaşacağım. Sonuç yazmayacağım çünkü yazacağım hiç bir sonuç söylemek istediğimi aşağıda okuyacağınız haber kadar çarpıcı ve somut kılamazdı. Habere konu olayın münferit olduğunu tabii ki biliyor ve genele teşmil etmiyorum. Ama bu münferit olayın failiyle (kimliği, konumu, statüsü, görevi), eylemiyle (depremzedelerin haklarının gaspı, hırsızlık, güveni suistimal) ve söylemiyle (kuşlara dair sosyal medya paylaşımı) kaygı duyduğum ve dile getirmeye çalıştığım sorunun ne denli derinlere nüfuz etmiş olduğunu gösteren somut bir örnek olduğu da inkar edilemez...
Haber şöyle:
Depremzedelerin yardım malzemelerini evine götürdüğü [çaldığı] iddia edilen emniyet müdürü açığa alındı
Tekirdağ Valiliği, Kahramanmaraş merkezli depremlerin ardından Gaziantep’in Islahiye ilçesinde görevlendirilen ve görev bitimi depremzedelere dağıtılan bazı yardım malzemelerini resmi otobüse yükleyip evine getirdiği iddia edilen 4'üncü sınıf emniyet müdürü Y. I.'nın açığa alındığını ve adli kontrolle serbest bırakılmasına itiraz edildiğini açıkladı.
05.03.2023 - 15:05 TEKİRDAĞ (DHA)
Kahramanmaraş merkezli meydana gelen ve 11 ili etkileyen büyük depremlerin ardından Tekirdağ İl Emniyet Müdürlüğü, Gaziantep’in İslahiye ilçesinde görev yapmak üzere çevik kuvvet personeli görevlendirdi. Personelin başında bulunan 4’üncü sınıf emniyet müdürü Y. I., görevlerini tamamlayıp 26 Şubat'ta Tekirdağ’a dönerken iddiaya göre, depremzedeler için gönderilen yardım malzemelerini resmi otobüse yükleyip, Tekirdağ’daki evine getirdi. Y. I.'nın durumu müdürlerine bildirildi. İhbar üzerine İl Emniyet Müdürlüğü, Y. I.'nın evine yakın kameraları inceleyerek, malzemeleri evine taşıdığını belirledi. Tekirdağ Cumhuriyet Başsavcılığı’ndan alınan izinle Y. I.'nın evinde yapılan aramada; 1 Jeneratör, 2 Büyük Çadır, 5 Siyah Renkli Ara ve Bağlantı Kablosu, 9 Şişme Yatak, 5 Uyku Tulumu, 5 Seyahat Çantası, 7 Bere, 2 Bot, 2 Yağmurluk Kaban, 5 Yağmurluk Üstü, 1 Yağmurluk Altı, 4 Küçük Çadır, 15 kilo Köpek Maması, 3 Elektirikli Isıtıcı ve Adet Kettle Isıtıcı ele geçirildi.
Gözaltına alınan Y. I., Asayiş Şube Müdürlüğü'ndeki işlemlerinin ardından adliyeye sevk edildi. Savcılık sorgusunun ardından tutuklanma talebiyle nöbetçi hakimliğe gönderilen Y. I., adli kontrol şartıyla serbest bırakıldı. Savcılık, Y. I.'nın serbest bırakılmasına itiraz etti. ...
"Bu arada Y. I.'nın deprem bölgesinden aldığı 2 kuşun kafes içinde fotoğrafını sosyal medya hesabından paylaşarak, 'Deprem ve zede kuşlarım' yazdığı görüldü."...
Yeni yorum ekle