Görünen o ki halkımız salgın hastalık konusunda yapılan ikazları ve çağrıları yeterince ciddiye almıyor.
Hükumet 19 senedir ilk kez seçmenine derdini anlatamıyor.
Neden? Çünkü bu kez mesele siyasi bir boyut taşımıyor. Kavga edecek sinsi bir düşman yok! Salgınla mücadele teknik bir konu. Bir uzmanlık meselesi.
Bireylerin kendi özellerinde somutlaşana dek soyut kalacak bir tehdit söz konusu. İnsanların stratejik davranmaları, bu görmedikleri, ciddiyetini kavrayamadıkları tehdide karşı tedbir almaları isteniyor.
Siyasiler (belki biraz da yaklaşan felaketin boyutlarını gördükleri için) sahneden çekilip yerlerini uzmanlara bırakıyorlar. Salgınla ilgili açıklamaları tıp profesörlerine yaptırıyorlar. Verilen mesajların halk üzerindeki etkisini gözlemliyor, infial yaratmadıklarından emin olunca sahne alıp aynı mesajları tekrarlıyorlar. Bu arada bazı kritik kararların “konunun uzmanlarınca” alındığını da -güya-“alçakgönüllülükle” dile getiriyorlar.
Gel gör ki yıllardır popülizm adına okumuşa, entelektüele, uzmana düşmanlık beslemeye sevk edilen kitleler, söylenenleri kâle almıyor.
Meslek birliklerinin itirazlarını kulak ardı etmek epeydir normalleşmişti. Bürokratik tecrübe, vesayetle eşitlenerek elimine edildi. Akademiden zaman zaman yükselen cılız itirazlar da ya siyasi ya beşinci kol faaliyeti olarak değerlendirildiği için azalarak kayboluyor.
Uzmanlığa saygıyı tükettik. Uzmanlara artık itibar etmiyoruz.
Acaba halk içinde hastalığı bizzat yaşayanların söyledikleri etkili oluyor mu?
Maalesef hayır!
Hastalığı yaşayanlardan, yakınlarını kaybedenlerden sosyal medya üzerinden gelen uyarılar da benzer reflekslerle karşılanıyor. İnsanlar bütün bu söylenenlerin ardında hemen bir komplo arıyor. İkazların, durum tespitlerinin din düşmanları, dış güçler, hükumeti yıkmak, içimizi karıştırmak isteyenler tarafından çıkarılmış şayialar olduğunu düşünüyor.
Peki, sanal olmayan, gerçek dost/tanıdık ikazları kitlelerde makes bulabiliyor mu?
Yani akrabalarımız, karşı komşumuz, okul arkadaşımız bizzat başından geçen tecrübeleri anlattığında tutumumuzu değiştiriyor muyuz?
Doğrusu ondan bile şüpheliyim.
Siyasi yatırımlarını çok önemseyen, belki artık daha değerli bir yatırımının olmadığını düşünen kitleler için “gerçeklik”, “yatırımlarına göre şekillenen amorf bir şey” haline gelmiş durumda.
Bunu sadece maddi beklentilerle yapılmış siyasi yatırımlar açısından söylemiyorum.
İşin psikolojik yönünü de hesaba katarak söylüyorum.
Sosyal medyada yazılan çizilenlerin, ortaya konan olumsuz tabloların hükumete, devlete yönelik bir komplo değilse bir mızmızlanmadan ibaret olduğundan son derece emin olduğu daha önce attığı twitlerden açıkça görülen bir gencin hastane tecrübesini anlattığı mesaj serisi çok konuşuldu.
Anlatılanlara inanmayanlar, arkada komplo arayanlar, anakronik şekilde düğün sahibini tedbirsizlikle suçlayıp ona hücum edenler, "devletine" sahip çıkanlar bize sosyal psikoloji sahasında güzel bir gözlem imkânı sundular.
Bu "post truth" işi öyle noktalara geldi ki insanımızın objektif gerçeklikle ilişkisi neredeyse kopma noktasında. Yalancı çoban hikayesini bizzat yaşıyoruz.
Yahut Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sı içinde Orwell’in 1984’ünü!..
Orwell 1984 romanında hakikati “sözle” manipüle etmenin varabileceği son noktayı, roman karakterleri O’Brien ile Winston arasındaki diyalogla şöyle anlatır:
Sen, gerçekliğin nesnel, dışsal ve kendi başına var olan bir şey olduğunu sanıyorsun. Ayrıca, gerçekliğin apaçık ortada olduğuna inanıyorsun. Herkesin her şeyi senin gibi gördüğüne inandırıyorsun kendini. Ama beni dinlersen, Winston, gerçeklik dışsal bir şey değildir. Gerçeklik insanın zihnindedir, başka bir yerde değil. Bireyin her zaman yanılabilen ve kısa zamanda yok olup giden zihinlerinde değil, yalnızca Parti'nin ortaklaşa ve ölümsüz zihnindedir. Parti neye gerçek diyorsa, gerçek odur. Parti'nin gözünden bakmadıkça, gerçekliği görmek olanaksızdır. İşte senin yeniden öğrenmen gereken de bu, Winston. Bu da benliğini yok etmeyi, iradeli olmayı gerektirir. Akıllı olmak istiyorsan, özünden geçmelisin."
"Ama maddeye nasıl hükmedebilirsiniz ki?" diye haykırdı Winston. "İklime ya da yerçekimi yasasına bile hükmedemiyorsunuz. Hastalığa, acıya, ölüme de..." O'Brien, Winston'ı eliyle susturdu. "Biz maddeye hükmediyoruz, çünkü zihne hükmediyoruz. Gerçeklik kafanın içindedir. Yavaş yavaş öğreneceksin, Winston. Bizim yapamayacağımız hiçbir şey yok. Görünmezlik, havaya yükselme, ne istersen. İstersem bir sabun köpüğü gibi yükselebilirim yerden. İstemiyorum, çünkü Parti istemiyor. Doğa yasalarıyla ilgili bu on dokuzuncu yüzyıl düşüncelerini kafandan atmalısın. Doğa yasalarını biz yaparız."
../.. "Ama sizin dünya dediğiniz yer bu evrende küçücük bir nokta. İnsanoğlu da minicik, umarsız! Ne kadar zamandır var ki? Milyonlarca yıl kimse yaşamadı dünyada."
"Saçmalama. Dünya bizimle yaşıt, bizden yaşlı değil. Nasıl daha yaşlı olsun ki? İnsanoğlunun bilincinde olmadığı hiçbir şey var olamaz."
"Ama kayalar, insanoğlunun esamisi okunmazken burada yaşamış olan soyu tükenmiş hayvanların, mamutlar, mastodonlar ve dev sürüngenlerin kemikleriyle dolu."
"Sen o kemikleri gözlerinle gördün mü, Winston? Görmedin tabii. Onlar on dokuzuncu yüzyıl biyologlarının uydurması. İnsandan önce hiçbir şey yoktu. Bir gün sonu gelirse, insandan sonra da hiçbir şey olmayacak. İnsan dışında hiçbir şey yoktur."
../.. Eski despotluklar, 'Şunu yapmayacaksın, bunu yapmayacaksın' diye buyuruyordu. Totaliterler, Şöyle yapacaksın, böyle yapacaksın' diye dayatıyorlardı. Biz ise, insanlara, 'Sen aslında şusun, aslında şöyle düşünüyorsun, şuna inanıyorsun' diye bastırıyoruz.
Bence salgın, hakikatin sözle nereye kadar manipüle edilebileceğini gösterecek bizlere.
Hakikatle irtibatımızı ya yeniden kuracağız ya da iyiden iyiye kaybedeceğiz.
Bakalım neler olacak…
Yeni yorum ekle