Diyalog Bir: Şuursuzluk üzerine
- Sürekli insanların şuursuzluğundan yakınıyorsun. Bu çok abartılı bir genelleme. Belki bazıları öyledir ama herkes de şuursuz olacak değil ya. Söyler misin bana "şuursuz" derken tam olarak kimi, neyi kastediyorsun?
- Kim olduklarını ve neye hizmet ettiklerini bilmeyenleri...
- Yani?
- İnandıkları, söyledikleri ile yaptıkları birbirini tutmayanları...
- Lafı dolaştırıp durma yahu!
- İnançları ve dünya görüşleriyle çelişse bile popüler olanın peşine düşenleri...
- Yok, sen adamı delirteceksin! Şunu kestirmeden söylesen olmaz mı?
- Olur tabii. Bak, şuursuz odur ki, bu dünyada niçin var olduğuna dair en ufak fikri yoktur. Neye, kime, niçin hizmet ettiğini bilmez. Bu haliyle hayvandan daha aşağıdır.
- Bu da fazla kestirme oldu. Yanlış duymadım değil mi, "şuursuz insan, hayvandan aşağıdır" dedin. Bu çok iddialı ve muhtemelen de haksız bir söylem değil mi?
- Ben açıklayayım sen karar ver. Evet belki ağır bir itham, kabul ediyorum ama düşün bir kere: Tanıdığın bir insanın davranışlarını mı, yoksa bildiğin bir hayvanın davranışlarını mı kolay tahmin edersin?
- Hımm, bunu hiç düşünmemiştim, bilemedim şimdi. Galiba hayvanın davranışlarını tahmin etmek daha kolay olurdu. Bunu niçin sordun ki?
- Doğru cevap. Peki neden öyle, biliyor musun?
- Neden?
- Çünkü, hayvan kendisine kodlanmış davranış kalıpları dışına pek çıkmaz. Genellikle tabiatı gereği istikrarlı bir yaşam sürer. Davranışları tabiat kanunlarına tabidir. Bu yüzden olağan şartlarda hangi durumda ne yapacağı kolayca tahmin edilebilir. İnsan ise maalesef böyle değildir, her şeyden önce, tabiat kanunlarıyla hayvan kadar barışık değildir. Çoğu zaman tabiatla uyum içinde değil, çatışma halindedir. Tabiata adeta savaş açmıştır.
- Bu mu yani, tabiatla uyumlu yaşamadığı için mi “şuursuz” ilan ediyorsun insanı?
- Çok sabırsızsın. O da önemli bir etken ama onun şuurla ilgisi yok. Şuur, tercih yetisiyle ilgili bir kavram. Burada esas meselemiz insanın kendisini hayvandan farklılaştıran aklını yeterince kullanmaması ya da doğru yönde kullanmaması...
- Yani?
- Yanisi şu: İnsan, aklı sayesinde daha başlangıçta, kendisini tabiatın tek hakimi gibi görmeye başlamış, giderek ona hakim olabileceğine inanmıştır. Başka söyleyişle tabiatla uyumlu bir yaşam modeli inşa etmek, yani insani yaşamı organik düzeyde sürdürmeyi tercih etmek ya da kendisini tabiattan koparacak bir yaşam modeli oluşturmak imkanı varken o ikincisini tercih etmiştir.
- İnsanı tabiattan koparan yaşam modeli mi? O nedir?
- Toplumsal yaşam
- Eee bu gayet doğal değil mi, insanlar toplu yaşamak zorunda değil mi zaten, ne demek istiyorsun?
- Hayır, bu hiç de doğal değil! Eğer öyle olsa “doğal yaşam modeli” diye anılırdı. Biliyorsun bazı hayvanlar da koloniler halinde yaşar ama hiçbirinin yaşam biçimi tabiat kanunlarına kafa tutacak tarzda değildir. Yine hayvan kendi fıtratı ve tabiatın imkanları dışında bir kural arayışında da değildir. İnsan yaşamı ise, toplu yaşamaya başladığı andan itibaren bazılarını kendisinin koyduğu bir takım normatif kurallarla çevrelenmiştir.
- Ne var bunda? Bir takım normlara, değerlere tabi olması mı onu şuursuz yapan?
- Kısmen evet… Şöyle izah edeyim. Norm demek, din başta, pek çok farklı değer sisteminin insan üzerinde bir baskı oluşturması demektir. Her insan tek bir değer sistemini esas alıp, örneğin belirli bir dine inanıp, onun öğretisini bütünüyle kendisine rehber edinebilir. Böylelikle amacı, hedefi, kuralları belirli bir yaşam tarzına sahip olur. Buna bilinçli bir kimlik inşası diyebiliriz. Sadece dini temelde olması da zorunlu değil, komünist olur, liberal olur, önemli olan savunduğu dünya görüşüyle uyumlu bir yaşam tarzını de benimsemiş olmasıdır.
- Peki bugün insanların yaptığı da bu değil mi?
- Evet bir kısmı görünürde böyle yapıyor ama tercih ettiği ya da içine doğduğu tek bir değer sistemini bütünüyle takip edebildiği de iddia edilemez. İşte kendi değerler sisteminden saptığı ölçüde, baştan beri konuştuğumuz sorunla, yani şuursuz bir kişilikle karşılaşılır.
- Galiba haklısın, modern toplumlarda, herhangi bir insanın bütünüyle tutarlı bir hayat felsefesi güdebilmesi kolay görünmüyor. Peki bu duruma nasıl gelindi?
- Uzun hikaye, kısaca izah etmeye çalışayım. İlk insan topluluklarında en yaygın görünen toplumsal normlar din normlarıydı. Suç ve ceza olgusu başta, her türlü toplumsal değer de bu üst normun belirleyiciliğinde ortaya çıkardı. Böylesine homojen bir toplumda, baskın normatif düzene başkaldıranlar, aykırı davrananlar, normu ihlal edenler cezalandırılır ya da toplumdan dışlanırdı. Böylece o toplumda yaşayanlar neye hizmet etmeleri gerektiğini bilir, ne yapması, ne yapmaması gerektiğinden haberdar olur, davranışlarını ona göre belirlerdi. Bu organik bir şuurluluk hali olarak adlandırılabilir.
- Organik mi?
- Evet, şaşırtıcı ama öyle. Çünkü, başka türlüsü yok, bilinmiyor. O topluluk içinde yaşayan herkes o normun tek mutlak doğru olduğuna inanıyor. O sebeple, üzerinde hiç düşünmeksizin normu içselleştiriyor.
- Hımm, sanırım anlamaya başladım. Normlar, değerler çoğaldıkça, çeşitlendikçe kafalar karıştı diyorsun.
- Bir bakıma öyle de denebilir. Ancak sanırım mesele bundan biraz daha karmaşık. Evet normlar çoğalıp çeşitlendikçe, toplumsal yaşamda insanlar arasında çatışmalar baş göstermeye başladı, farklı kültürel değerler oluştu. İnsanlar çeşitli kimlikler edindi ya da kendilerine kimlikler dayatıldı. Modern zamanlara gelindiğinde artık kültürel bakımdan homojen bir toplum kalmadığı gibi tek bir değer sistemine sadakatle bağlı insan kaldığını da iddia edemeyiz.
- Ne demek istedin? İnsanlar değerlerini mi yitirdiler?
- Sanırım evet… Yitirmeseler bile, değerler arasında kendileri yitip gittiler. Kadim değerler ile çağdaş değerler arasında bocalamaya başladılar. Eski normlar dar geldikçe yenilerini yaptılar. Yenileri bol geldikçe daralttılar. Çok farklı biçimlerde gelgitler yaşadılar. Her bir değişim / dönüşüm toplum yaşamında izler bıraktı. Kimi eskilere tutundu, kimi yenilere. Her insan bu karmaşık değer sistemleri arasından kendine uygun bir kimlik inşa etmeyi başaramadı. Kimi yenilikçi, devrimci, asi oldu. Kimi gelenekçi, muhafazakar, itaatkar oldu. Kimi devlete tebaa, kimi, şeyhlere mürit oldu. Aynı zamanda toplumda işgal ettikleri statüler, üstlendikleri, annelik, öğretmenlik, yöneticilik, sanatçılık, sporculuk vb. çeşitli roller nedeniyle, bir kimlik karmaşası yaşamaya başladılar.
- Bütün bunların “şuursuzluk” ile ne ilgisi var?
- Tam da oraya geliyordum. Bunca çok ve çatışan değerler arasında kendisine dört dörtlük muhkem bir kimlik inşa edebilen insan sayısı maalesef çok az. Çünkü, her bir insan her bir şeyi baştan düşünüp tutarlı bir dünya görüşü inşa etmeye girişmiyor. Girişecek olsa bile, içine doğduğu, din, aşiret, töre, yöre gibi geleneksel yapılar ya da o toplumdaki egemen güçler (devlet) buna izin vermiyor. Buna imkan olsa bile, bunca karmaşık bir değerler sistemi içinden en doğrusunu seçmek o kadar da kolay olmuyor. İşte bütün bu sebeplerle insanlar, kendilerine bütüncül ve tutarlı bir kimlik inşa etmek yerine hazır şablon kimliklerden birini benimsiyor.
- Hala şuursuzluğa getirmedin meseleyi…
- Geldik sayılır. Seçilen ya da sahip olunan bu, anayasal vatandaşlık gibi hukuki, Türklük, Kürtlük gibi etnik, Sünnilik, Alevilik gibi dini kimlikler yahut da parti, tarikat, cemaat, dernek, vakıf mensubiyetleri gibi kurumsal kimliklerin hemen hiç birinin herhangi bir insanın kişiliğiyle mükemmel biçimde örtüşmesi mümkün görünmüyor. İnsanlar da kimlik değiştirmeyi ya da kendilerine özgü bir kimlik inşa etmeyi hem zahmetli hem de çağın değerleri bakımından gereksiz buluyor. İşte bu sebeple, kendi görünen değerler sistemi ile örtüşmeyen, hatta çatışan bir yaşam sürmek onlar için anormal olmaktan çıkıyor. Bu bağlamda, insanların davranışlarını belirleyen belirli bir temel motivasyonun bulunmaması onları, daha ziyade çıkarları çerçevesinde, nefsi arzularını tatmin hevesinde, kendilerince doğru ve haklı buldukları tarzda eylemlerde bulunmaya sevk ediyor. Bu eylemlerin, bir birleriyle tutarlı olup olmamasından ziyade, kime ve neye hizmet ettiği, kısa, orta, uzun vadede içinde yaşanılan topluma, dolayısıyla eylem sahibine zarar verip vermediği gibi hususlar önem kazanıyor. İşte bütün bunları hiç hesap etmeksizin, aklına estiği, keyfine ve işine geldiği gibi davranan insanlara “şuursuz” diyorum.
- Örnek verebilir misin?
- Tabii ki, o kadar çok ki… Mesela müslüman kimliğine sahip kimselerin, geçtim ibadet edip etmemeyi, yalan söylemesi, faiz alıp vermesi, Batıya hayran, İslam coğrafyasına düşman olması, milliyetçi kimliğe sahip kimselerin, yabancı otomobillere binmesi, döviz biriktirmesi, İnsan hakları savunucusu olup, Gazze hassasiyeti olanların, boykot ürünlerini satın alması, Millete tasarruf tavsiye edip, fakirliği övenlerin, en lüks konutlarda yaşaması, en pahalı araçlara binip en ünlü markalardan giyinmesi gibi…
- Tamam, galiba bu defa anladım ne dediğini tam olarak…
- O halde, sen özetle, ne dedim!
- Sanırım en geniş özeti şöyle olur: Aklını ve mantığını kullanarak kendisine belirli hedefleri ve nihai bir gayesi olan içinde yaşadığı toplum değerleriyle de uyumlu, tutarlı bir hayat felsefesi edinmek yerine, başkalarınca, pek çoğu çatışma ve çıkar ekseninde kurulmuş ve kurgulanmış olan, belli şekillerde dayatılan yaşam formlarından biri ya da bir kaçını sorgusuzca benimseyen; ötesinde de nefsinin, ihtiyaç ve arzularının, keyfinin peşine düşen, anlık mutluluklar için kendisinin ve mensup olduğu topluluğun inanç ve değerlerini yok sayan, her türlü etik davranış ilkelerini umursamazca çiğneyebilen insanlara, yani kısaca, aklına eseni, aklına estiği zaman, önünü arkasını düşünmeden, sonuçlarını hesap etmeden yapanlara “şuursuz” diyebiliriz...
- Tebrik ederim, ben yapsam bu kadar rafine ve güzel bir özet olmazdı. Ağzına sağlık.
Yeni yorum ekle