Sadece Anadolu’nun yüreklerini değil, Balkanlar’dan Kafkaslar’a, Musul’a, Kerkük’e kadar bütün yürekleri birleştiren iki unsurdur Kur’an ve türkü. Türkiye halkı bütün etnik zenginliği ve çeşitliliği ile, büyük çoğunlukla Müslümandır, Müslüman olmayı hiçbir baskıya mâruz kalmadan gönüllü olarak seçmiştir ve yaklaşık bin ikiyüz yıldır bu inanç değerlerine bağlı olarak yaşamaktadır. Türkiye halkı deyince, bugün her ne kadar elden çıkmış olsa da, Balkan coğrafyasını, Musul ve Kerkük’ü, Kafkasya ve Azerbaycan’ı da bu halk kategorisine dahil ediyorum. Bu coğrafya ve kültürün bütün yürekleri, Osmanlı sayesinde birbiriyle kaynaşmışlar ve oldukça sağlam, birbirine sımsıkı bağlı bir yapı oluşturmuşlardır. Bu coğrafya ve kültürün ortak başlığı, bir etnik tanım ve başlık olmaktan öte anlamlar kazanan "Türk" başlığıdır. Bu "Türk" başlığı, Arap, Kürt, Laz, Çerkez, Gürcü veya Boşnak olmayı reddetmeyen, bilâkis bu etnik kategorileri de büyük bir memnuniyetle ve sahiplenerek hatta koruyarak içine alan geniş ve zengin bir üst başlıktır. Her ne kadar sonradan bir “ulus kimlik” tanımı ile aslî muhteviyatı fakirleştirilmiş ve indirgenmiş olsa da, baskın bir etnik/milliyetçi başlık değildir. Bu başlığın en güçlü birleştirici unsuru da "Kur’an"dır. Bu coğrafyanın yaşama biçimi ve kültürel dokusunun merkezinde Kur’an vardır. Kur’an, bu coğrafyada yaşayan bütün Müslüman halkları birbirine bağlayan, onların ortak değeri hâline gelen yegâne unsurdur. Bu, yüzyıllardır böyle devam edegelmiştir. Bu coğrafyanın halkı, Kur’an-ı Kerim’e her zaman bağlı olmuştur, ona her zaman büyük bir hürmet göstermiştir. Kur’an’ın dilinden anlamasa da, onun manevî husûsiyetlerinden dolayı her zaman sükûnetle dinlemiş, elinden geldiğince de ona tâbî olarak yaşamaya gayret etmiştir. Kur’an, yüzyıllardır bu geniş ve "etnik zenginlik coğrafyası"nın ortak kitabıdır.
Bu geniş coğrafyanın değişik ırk ve renkteki insanlarının bir ortak değeri daha vardır. Bu değer, bu çok geniş coğrafyanın gönül ortaklığının bir göstergesidir. Samimi ve âşık bir yürekten çıkan, Kur’an’a göre yaşamanın ortaya çıkardığı kültürün bir sonucu olan türkülerdir. Türkü, Balkanlar’dan Anadolu’ya, Kafkaslar’a, Orta Asya’ya, Musul ve Kerkük’e, Mezopotamya’ya kadar geniş coğrafyanın ortak hissiyatını yansımaktadır. Bir Erzurum türküsü bir Rumeli göçmenini duygulandırıyorsa, bir Selânik türküsü Sivaslı bir yüreği dağlıyorsa, bir Kerkük ezgisi Anadolu insanının yüreğine dokunuyorsa, bir Azeri türküsü Türkiye’nin her yerinde dinleniyor ve söyleniyorsa türkü, bütün bu coğrafyanın çok önemli birleştirici unsuru demektir. Türküler, bu coğrafyada yaşayan insanların kitaplarda anlatılamayan hikâyelerini anlatmaktadır. Bedri Rahmi’nin dediği gibi; "Memleket ahvâlini onlardan sor / Kitaplarda değil, türkülerde ara Yemen’i / Öleni, kalanı, gidip gelmeyeni / Ben türkülerden aldım haberi." Karacaoğlan’ın, Emrah’ın, Âşık Veysel’in, Âşık Mahzûnî’nin, Abdurrahman Kızılay’ın, Neşet Ertaş’ın ve daha pekçok Anadolu ozanının yaktığı türküler, böylesine geniş bir coğrafyanın ortak dilidir. Kur’an’a inanmış ve bağlanmış insanımızın dili türkülerle yunmuş, yıkanmıştır. Onlarla ağlayıp onlarla gülmüşüzdür. Bu geniş coğrafyada yaşayan farklı dil ve renklere sahip insanların, onları birbirine bağlayan iki ortak değeridir Kur’an ve türkü. Kur’an, hikmetin ve irfanın kaynağıdır, insanımız hikmet ve irfanı Kur’an’dan alır, ama türkülerle ifade eder. Yine Bedri Rahmi’nin dediği gibi bu türkülerin ne düzeni ne de yazanı bellidir. Altlarında imza yoktur ama içlerinde yürek vardır. Türkü samimi, sıcak, mütevâzî, garib, yoksul, âşık yüreklerin sesidir. Yüreklerden çıkan bu ses, sınır tanımaksızın, dağları aşıp ovaları geçerek başka yüreklere ulaşır. Kur’an ve türkü… bu geniş coğrafyanın Müslüman halkının iki mühim birleştiricisidir. Kur’an ve türkü sayesinde bütün yürekler tek bir yürek, bütün bedenler tek bir beden olabilmiştir.
Türkü ve hikmet
Anadolu, hiç şüphesiz ses ve melodi açısından dünyanın en zengin coğrafyasıdır. Hangi şehrine, hangi kasabasına giderseniz gidin, kendine has melodiler, ezgiler duyarsınız. Bir şehrinin bir mahallesinde bağlama başka bir üslûbla çalınır, başka bir mahallesinde başka bir üslûbla. Her şehrin tarzı başkadır, havası başkadır, ifadesi başkadır. Bütün bu ezgilerin, türkülerin her birinin farklı hikâyeleri vardır, her biri birbirinden güzeldir. Dinledikçe dinleyesi gelir insanın. Böylesine ses ve ezgi zenginliğini dünyanın başka bir yerinde bulmak gerçekten mümkün değildir. Sadece ezgi açısından değil, enstrüman açısından da müthiş bir zenginliğe sahiptir Anadolu. Her bölgenin kendine has türküleri olduğu gibi, enstrümanları da vardır. Belki doğu coğrafyasında ve özellikle Azerbaycan’da bir ezgi (ve enstrüman) zenginliğinden sözedilebilir. Ama bütün doğu coğrafyasının ezgi zenginliği, Anadolu’nun zenginliğinin yanında oldukça fakir kalacaktır. Çünkü Anadolu birçok kültür ve medeniyetin izlerini taşıdığı gibi, farklı medeniyetlerden gelip Anadolu’ya yerleşen değişik ırk ve renklerden insanların kültürleriyle beslenen bir coğrafyadır. Bu tecrübe, Anadolu müziğini zenginleştiren önemli bir cevherdir.
Ben Anadolu insanını, her şeye rağmen dünyanın en özgür insanı olarak kabul ediyorum. Türkülerdeki ve ezgilerdeki zenginlik ve çeşitlilik, bu ezgi ve türküleri yakan her ozanın ve o ozanın birlikte yaşadığı insanların özgürlüğünün göstergesidir. Ezgi ve türkü zenginliği, ancak özgür insanların ortaya koyabileceği bir zenginlik türüdür bence. Yaşadığı zorluklara rağmen sabrını, yaşama sevincini kaybetmeyen, aza kanaat edip şükreden, tevâzû sahibi, hikmetten nasibini almış insandır Anadolu insanı. Ona bu özgürlüğü, bilgeliği, tevâzûu kazandıran, onu kanaatkâr kılan en önemli değerlerden biri de bence o muazzam tecrübesinin üzerine gelen ve bu tecrübeyle kaynaşan İslâm inancıdır. Şahsî gözlem ve kanaatlerime göre dünyada İslâmiyet’i en i’tidalli yaşayan Müslüman profili, Anadolu insanıdır (veya yakın zamanlara kadar öyleydi). İlim, irfan ve hikmet dîni olan İslâmiyet, Anadolu insanının hayat felsefesini değiştirmiş, Allah’a olan temiz imanı onun hikmete olan ilgisini de artırmıştır. Anadolu insanının hayatının her ayrıntısında hikmetten yansımalar görmek mümkündür. Hikmetle olan bu saf irtibatını türkülerine yansıtmıştır Anadolu insanı. Onun için bir türkü dinlediğinizde değme şâirlere taş çıkartacak müthiş sözler duyarsınız. Anadolu türküleri, genellikle hikmet ehlinin ifadeleridir. Bedri Rahmi Eyüboğlu gibi bir şahsiyetin köy türküsü duyduğunda şâirliğinden utanmasına sebeb olan şey, türküyü yakanın hikmetle, irfanla olan irtibatı ve bu irtibatın türkü diliyle ifadesinden başka hiçbir şey değildir. Yoksa okuma yazma dahî bilmeyen bir insan bu derinlikli sözleri nasıl söyleyebilir ? Anadolu tasavvufunun, ilim, hilm, hikmet ve irfanın şekillendirdiği hayat, türküyü çalıp söylenen bir form olmaktan çıkarmış ve ona derinlik kazandırmıştır. İçine muhakkak bütün Rumeli’yi, Trakya’yı da alan ve Anadolu’yla bütünleşen coğrafyamızın insanı, tasavvufla, ilm, hilm, hikmet ve irfanla yoğurulmuş bir akla ve kalbe sahiptir. Yaktıkları türküler de, Belgrad’dan, Selânik’ten Kars’a, Iğdır’a, Hakkari’ye kadar bütün bu geniş topraklar üzerinde yaşamış ve yaşamakta olan insanımızın hikmetle yoğurulmuş kalplerinin ifadesidir.
Ancak, tehlikeli bir gidişât vardır… türküler özündeki hikmetten uzaklaşmakta, samimi duyguları ifade etmemektedir. Çünkü insanımız hikmeti kaybetmektedir. Hikmetten uzaklaşıp onu kaybettikçe, ürettiği her şey anlamını kaybetmektedir.
Türkü Sadeliktir, İçtenliktir
Türkü, Anadolu'nun bağrı yanık insanının hikâyesini anlatır. Dinlemeye doyamadığınız, bazen nasihat yüklü, bazen ibret verici, bazen duygulandıran, bazen coşturan... abartısız ve içten bir hikâyedir bu. Aslında hikâye değil, gerçeğin ta kendisidir.
"Türk insanının yazılmayan romanı türkülerde saklıdır" der Ahmet Hamdi Tanpınar. Dinlediğiniz zaman, neredeyse sınırsız bir tarihi derinliğe kapı açar türküler... hiç görmediğiniz geçmişe, bir türkünün kanatlarına binip uçuverirsiniz. Aşkları, hüzünleri, neşeleri alır getirir, önünüze koyar türküler. Çoğu zaman tarih kitaplarında bulamadığınız ve asla bulamayacağınız ayrıntıyı, pekalâ türkülerde bulabilirsiniz. Türkülerde insan vardır çünkü, insanın hayatındaki ayrıntılar vardır. Dışarıdan baktığımızda göremediğimiz, içine attığı duyguları vardır. Bu yüzden de türküler sadedir, içtendir. Onu yakan ozanın sadeliğini içtenliğini, dostluğunu, cana yakınlığını yansıtır. Ozan, türküsünü yüreğinde taşır, onun yüreğinden çıkar gelir. Dolayısıyla tabiidir türküler, onlarda zerre kadar yapaylık ve sahtelik bulmak mümkün değildir.
Son yıllarda - tabii bu düşünce ve fiil, bu cesareti ve teşvîki Cumhuriyet ideolojisinin müzik politikasından almaktadır- türküler tabii mecraından uzaklaştırılarak, TRT bünyesindeki çoksesli halk müziği korolarıyla çok sesli icrâ edilir oldu. Bazı yeni popçuların malzemes i haline geldi. Bir ozan türküsünü söylerken arkasında köylü kadın ve erkeklerden oluşan bir “çok sesli koro” eşlik etmez kendisine... geleneğimizde böyle bir şey yoktur. Ama türkülerimiz maalesef "halk müziğimizin çokseslendirilmesi" gibi anlamsız ve gereksiz bir düşünce ve uygulamanın kurbanı olmaktadır. Tabiiliğinden uzaklaştırılmakta, halkına yabancılaştırılmakta, halk da kendi bağrından çıkan türküyü tanıyamamaktadır.
Türküyü yaşayan, türküyle yaşayan bir sanatçı olan Bayram Bilge Tokel'in hoş bir açıklaması var türkülerimiz hakkında: "Türkü biziz. En yalın, en gösterişsiz ve en insan yanımızla biz. Türküye uzak olmak, kendimizden uzaklaşmaktır bir bakıma. Türküsüz kalmak ise gurbette olmanın diğer adıdır. Türkü anadır, yardır, türkü vatandır. Nevzat Kösoğlu ne güzel anlatır: ''Biz bu türküleri sokakta mı bulduk sanıyorlar. Kaç bin yıl var ki ölülerimize ağlarken, düğünlerimizde söylerken ve savaşlarımızda nâra atarken sesimizi terbiye ettik; hançeremizin bütün gücüyle söyleye söyleye bu hâle getirdik. Çin Seddi'nden Viyana'ya, Moskova kapılarından Yemen'e kadar o muazzam coğrafyanın genişliğinden ve derinliğinden nice zenginlikler devşirerek ruhumuzun ahengini kurduk. Biz bu türküleri sokakta mı bulduk?"
Türkülerimiz modern dünyaya direnmemizi sağlayan en önemli dayanaklarımızdan biri. Onları "modernize" ederek yaşamalarını sağlamıyoruz. Tam aksine elimizdeki yegâne malzemeyi tüketiyoruz.
Türkü dolu Anadolu
Pek fazla değil ama, dünyanın bazı ülkelerini dolaşmak nasib oldu. Az gezmişimdir ama, gezdiğim yeri de iyi gezmiş ve hakkını vermeye çalışmışımdır. Bir ülkeyi, tabanlarım şişene kadar, sindire sindire, yaşaya yaşaya gezmektir benim gezmekten anladığım. Gezdiğim her yeri gözümün görebildiği en küçük ayrıntıya, kulağımın duyduğu bütün nağmelere kadar tanımaya çalışmışımdır. Bir ülkeyi gezerken üç şeye çok dikkatli bakmaya ve bu üç şey arasında bir irtibat kurmaya veya var olan irtibatı anlamaya çalışmışımdır. Önce bir önçalışma yaparak gezeceğim ülkeyi veya mekânı iyi öğrenmeye gayret eder öyle yola çıkarım. Oraya gittiğim vakit de üç şeye dikkat ederim ve elimden geldiğince iyi gözlemlemeye çalışırım. Birincisi, o ülkenin, diyarın ya da mekânın insanlarına ve özellikle insanların yüzlerine… gözlerine ve lisanlarına. Çünkü insanların yüzlerinde, gözlerinde ve lisanlarında yaşadıkları ülkenin, diyarın ya da coğrafyanın, kültürün, medeniyetin… artık her ne diyeceksek… derin izleri vardır. Hatta insanlara öyle dikkatli bakarım ki, bu bakışlarım bakılan kişiye rahatsızlık bile vermiş olabilir. Hele farklı bir yüz ifadesi gördüğümde, o yüze bakıp yaşadığı ülkenin bütün geçmişini okuduğumu hissederim. İkinci dikkat ettiğim şey, bu ülkenin veya diyarın evleri, yapıları ve mimarî karakteridir. Çünkü mimarî yapılar, insanın iç dünyasının fizikî bir yansımasıdır. Mimârî yapılara bakarak, o ülkeyi ve insanını daha kısa yoldan tanıma imkânı elde edebilirsiniz. Üçüncü dikkat ettiğim unsur da, o ülkenin sesleri, müziği, enstrümanları veya nağmeleridir. Bu da o ülkenin ve insanının ruhunun yansımasıdır. Bugüne kadar gezdiğim her yeri bu anlayışla gezmişimdir ve bu da bana o ülkeyi ve insanı kısa sürede ve daha doğru tanıma imkânı vermiştir.
Gezdiğim ülkelerin hiçbirinin, Anadolu'daki kadar muazzam bir müzik, enstrüman, nağme zenginlik ve çeşitliliğine sahib olmadığını gördüm. Bir süre önce benim de katıldığım bir toplantıda bağlama ustası dostum Erol Parlak, Anadolu'nun bir müzik medeniyeti olduğunu söylemişti. Çok doğru bir tesbit. Ben de bu ifadeye “Anadolu bir türkü medeniyetidir” diyerek küçük bir katkıda bulunayım. Çünkü Anadolu'yu diğer bütün ülkelerden ve onların müziklerinden ayıran en önemli farkı, sadece Anadolu’da bulabileceğiniz ve dinleyebileceğiniz türküleridir. Müzik, çok genel bir başlık. Ama türkü, sadece Anadolu'ya has bir ifade şeklidir. Başka mecrâlarda yazdığım yazılarımda bu hususa temas etmiş ve böyle bir zenginliğe dünyanın başka bir ülkesinde rastlamanın mümkün olmadığını ifade etmiştim. Anadolu, gerçekten muhteşem bir nağmeler ülkesi. Her ilin, her yörenin kendine has bir tarzı ve nağme şekli var. Bağlama Anadolu'nun bir yöresinde başka, diğer bir yöresinde başka çalınıyor. Yöresel lehçeler, nağmelerle ifade edilince ortaya çok daha farklı ve zengin bir müzik ve nağme hazinesi çıkıyor. Anadolu'nun yüreği, kendisini nağmelerde ortaya koyuyor. Bu toprakların geçmiş kültür ve medeniyetlerden devraldığı birikimi, irfan geleneği ile harmanlayan Anadolu insanı, eşsiz bir nağme ve enstrüman çeşitliliği ortaya çıkarmış. Türkülerdeki sözün gücü, insanı şaşırtıyor ve değme şâirlere taş çıkartıyor. Tam burada; “ Şâirim, zifiri karanlıkta gelse şiirin hası, ayak seslerinden tanırım / Ne zaman bir köy türküsü duysam, şâirliğimden utanırım” diyen Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun “Türküler Dolusu” adlı şiirini hatırlıyor insan. Bu şiir kadar Anadolu türkülerini güzel anlatan bir şiir daha yok: “Ah bu türküler / Türkülerimiz / Ana sütü gibi candan / Ana sütü gibi temiz / Türkülerde tüter dağ dağ, yayla yayla / Köyümüz, köylümüz, memleketimiz. / Ah bu türküler, / Köy türküleri / Dilimizin tuzu biberi … (…) “Ah bu türküler, köy türküleri / Ne düzeni belli, ne yazanı / Altlarında imza yok ama / İçlerinde yürek var”.
Dünyanın neresine giderseniz gidin, bu zenginliği bulabilmeniz mümkün değildir. Bu, Anadolu'nun muazzam birikimini gösterdiği kadar, bu türküleri yazan, bu nağmeleri üreten Anadolu insanının ne kadar hür ve ne kadar “kendine has” olduğunu göstermesi bakımından da önemlidir. Her ozan, her şâir, her icrâcının kendine has bir tarzı, üslûbu vardır. (Batı’da ve batının gelişmiş müziğinde böyle değildir. Piyano veya keman veya viyolonsel veya flüt veya gitar… her yerde aynı kurallarla çalınır. Çünkü batının müziği “enstrüman merkezli” bir müziktir, ama Anadolu’nun müziği “insan merkezli” bir müziktir). Anadolu’da ustaların elinde şekillenen bu tarz ve üslûb, ozanın veya şâirin kendi çabasıyla gelişir ve Anadolu'nun ortak duygusunu ifade eder. Aslında Anadolu'nun bu muazzam nağme, enstrüman, icrâ ve türkü zenginliği, Anadolu'nun her bireyinin hür olduğunun alâmetidir. Çünkü bireyin bu hürriyeti olmasa bu zenginliği üretemez, daha da önemlisi “kendine has” olmayı başaramaz.
Anadolu insanına bu hürriyeti ve sahib olduğu zenginliği bir tek şey kazandırmıştır. Sadece ve sadece inandığı ve sahib olduğu değerler. Allah'tan başka her şeyin gelip geçici olduğu inancı ve O'na olan bağlılık. Dinleyin türkülerimizi, bunu duyacaksınız.
Yeni yorum ekle