Pop sanatçısı Xavier Naidoo yeni şarkısı "Luzifer'in kapısını çal" ile Batı'nın ruh halini ele veriyor: Gnosis. Bu kavram ilahi gerçeğe yabancılaşmış bakış anlamına gelir. Karamsar, umutsuz ve anlaşılmaz bir dünyayı işaret eder. Artık iyi veya kötü diye ayırt edemeyeceğimiz 'şeytani' bir belirsizlik hakimdir yeryüzüne.
'Gnosis' Batı'da her zaman radikal bir eleştiri tarzı olmuştur. Örneğin, Adorno'nun bir 'modernite' eleştirisi olan ''Aydınlanmanın Diyalektiği' bu izleri taşır. Heidegger de sıkı bir Gnostik idi ve hayatı boyunca öyle kaldı. Gnostizm bir bakıma tarihsel bir gerçeğin dışa vurumudur ki 20. yüzyılın ilk yarısında Batı'nın akıl tutulması yaşaması tesadüf olamaz: 1929 Büyük İktisat Buhranı kırılgan demokrasileri silkeledi ve totaliter rejimlerin önünü açtı. Bugün de benzer duygular 'küreselleşmiş' ve yeryüzünü kaplamış gözüküyor. Doğu'da komplo teorileri, Batı'da korku dağları kol geziyor..
Dijital totalitarizme merhaba
Zygmunt Bauman yirminci yüzyılın tüm bu acılarını yaşamış bir sosyolog. Musevi aydınlar arasında yaygın 'kozmopolitizm' ideolojisinin ve aynı zamanda Adorno'nun deyişiyle ''mazinin umutlarından kurtulmak'' için mücadele eden bir kuşağın son temsilcisi. Sosyolojisine baş konu olarak 'Musevi Soykırımı'nı seçmiştir. Ona göre modernliğin ana karakteristiği, yıkıcılığı ve insanlık dışılığı örgütleme yeteneğidir. Kısaca; modernlik ve barbarlık içiçedir. Rasyonel yıkıcılık ve yıkıcı rasyonellik Batı medeniyetini felakete sürüklemiştir. Modernite ve Aydınlanma'nın kökeninde yatan delilik artık tüm insanlığı tehdit etmektedir.
Çerçevesini onun çizdiği bu pencereden etrafımıza baktığımızda; a) antimodern ve ultramodern anlayışın birleştiğini, b) modern kurumlarının çöktüğünü görmekteyiz. Batı'nın askeri veya siyasi müdahelesi ise öfkeyi daha çok kabartıyor. Hepimiz umumi vaziyeti 'kriz' olarak görürken, Bauman 'Interregnum', yani yeni bir dünya düzeni kurulmadan mevcut sosyal ve siyasal düzenin çökmesi şeklinde yorumlar. Eğer bu yeni durum - ki karşısında çoğu sosyal bilimcinin dili tutulmuştur - gerçekten modernlik ile ilgili olsaydı; piyasa ekonomisi, sanayii, ekonomik büyüme, askeri güç veya iletişim/bilişim teknolojisi yardımıyla çoktan bir çıkış yolu bulmamız gerekirdi.
21. yüzyılın başında içine düştüğümüz çaresizliği tanımlamak için Bauman bir terim öneriyor: »Liquid Modernity«. İnkita dönemindeki değişim sanattan bilime, cinsellikten kimliğe her alanda 'akışkan modernlik' çerçevesinde tahlil edilir. Bu süreçte cemaatlar, kurumlar ve kimlikler de istikrarsız ve müphem hale gelmiştir. 'Akışkan' şehirlerin yurtdaşları 'yerinden edilmiş', bir tüketici ordusu yaratılmış ve 'korku şehirleri' inşa edilmiştir.
Tarih geri döndü!
Zygmunt Bauman'ın kitap başlıkları ile verdiği mesaj açık: Tarih geri döndü! 20. yüzyıl biterken sosyal bilimler tarihin sona erdiğinden yola çıkmıştı. Tüm teorilerin - aralarındaki onca çelişkiye rağmen - ortak bir tek paydası vardı: Foucault, Bourdieu ve Luhmann vd. sadece reprodüksiyona odaklanmışlardı. Dünyadaki siyasal ve toplumsal gelişmelerin dünya nizamını(Nomos) bir belirsizliğe, hatta denetimsizliğe doğru sürüklediğini fark etmediler. Bauman yeryüzünün keşfedilmeyi bekleyen bir gezegene(Terra incognita) dönüştüğünü ilk söyleyenlerden biridir. O bu görüşleriyle tarihi geri çağırdı ama tarihselliği çöpe attı. Keşke insanlar kendisi kalsaydı avuntusundaki sosyologların yürekleri ağzına geldi. Yaşadıkları çağı ve değişen bağlamları göremeyen ilahiyatcıların kör kuyusuna düştüler. Çağdaşlık anlatısı seküler bir vaaza dönüştü, desek yeridir.
Bauman bu tarihi değişimi ya da geçiş dönemini »Üç Meydan Okuyuş« şeklinde okur: İnkita; belirsizlik; ve eşitsizlik. Burada modern kapitalizmin doğuşuna benzer bir sürecin tekrarlandığını işaret ettiğini de söyleyebiliriz. Nasıl Max Weber 'ekonomi'nin özerkleşmesiyle modern toplumun doğduğunu iddia etmişse, bu kez Bauman 'dünya ekonomisi'nin ulus devletleri ortadan kaldıracağını savunmaktadır. Akışkan güce dönüşen egemenlik kısmen piyasa, sermaye ve sanal ortama sızdı, kısmen bireylere geçti. Ve bu süreç sonuçta bir 'risk toplumu'(Beck) yarattı. Değişkenlik ve süreksizlik yeni toplumun bir göstergesi sayılabilir. Bu algıya sınırsız çoğulculuk da eklenebilir. Ancak postmodern çağda ivme kazanan bireyselleşme sorunu henüz ortada 'modernite' diye bir olgu yokken esmeye başlamış bir rüzgardı..
Mağlup galibe tâbidir
Buraya kadar anlaşılmayacak bir şey yok! 'Yeni ötekilere' sunduğu bakış açısını yazdıklarından öğrenmekteyiz. Bu gerçeğin altını yüzyıllar önce İbni Haldun çizmişti zaten: ''Mağlup ebedi olarak galibin şiarına, [..] ahval ve adetlerine tabi olmaya düşkündür.'' Onun bütün yol ve yöntemlerini benimser, her hususta onun yolunu tutar, ona benzemeye çalışır. Çünkü öyle olduğuna inan(dırıl)mıştır. Sömürgecilik ve yayılmacılık dahil modernitenin her aşamasında onun yarattığı olumsuz olgular biz mağlupları her zaman etkilemişti. Mesela; üç tarz-ı siyaset her yönüyle Batı düşüncesinin tahakkümü altında ortaya çıkmıştı. Ardından dünya; birinci, ikinci ve üçüncü olmak üzere zihinlerimizde parçalanmıştı. 60 ve 70li yıllarda ekonomiyi merkeze alarak ulusları 'hammadde sağlayanlar ve işleyenler' olarak sınıflandıran kuramlar, aşırı bağımlılığımızı adeta yüzümüze çarptılar. Batı'nın ekonomik ve kültürel etkisi hız kaybetmeden günümüzde sürüyor. Avrupa'da cereyan eden gelişmeler ve müşahade ettiğimiz olaylar en kısa zamanda ve yüksek ihtimalle İstanbul'da yankı buluyor. Özellikle Özal'dan sonraki son 30 yıl bizi bu bağlamda çok ilgilendirecek..
İsmi ne olursa olsun ikinci modernlik – müphemliği yüzünden – bazı keyfiliklere izin verdi. Ama kesin bildiğimiz bir durum var: Modernite bitmedi, özünde yine modernite olan bir geçiş yaşıyoruz. Lyotard'ın ifadesiyle postmodernizm; 'aralıksız doğuran' modernizmin son çocuğudur. Aradaki tek fark şu: Modernizm geleneği aşmak isterken, postmodernizm bireysel özgürlüklerin önünü açıyor. İlkinde İslamcılık, milliyetcilik ya da sosyalizm diye davalarımız oldu. Toplumcu, cemaatçi ve teşkilatçı yapılarıyla dikkat çekerlerdi."Yarin yanağından gayrı her yerde her şeyde hep beraber"dik! Devletimiz mutlak kalkınmamızı beş yıllık planlara bağlar ve Amerikalıların kurulmasını hassaten tavsiye ettiği DPT'ye onu hazırlatırdı. Şimdi onlardan geriye ne kaldı? Allah'a şükür soğuk savaşı da atlattık..
Kimliğimi kaybettim hükümsüzdür
Planlamanın yerine Pragmatizm geçti. Namık Kemal 'The British Library'e kayıt sırasında 'Nationality' sorusunun karşısına ne yazacağını şaşırırken, şimdi birbirimizin etnik ve mezhep mensubiyetini merak eder olduk. Modern çağda 'sabit ve katı' kimlikler esastı; postmodernizm ise ucu açık sayısız seçenek sunuyor hepimize. Seç, beğen, al!..Toplam 57 kitap yayınlayan bir yazar inançları hakkında niçin bir şey yazmaz acaba? Ya da bir ideolog olarak ömr-ü hayatında herhangi bir kimlik taşımış mıdır? Zygmunt Bauman'ın kimliği 'sabit' ama Sezai Karakoç'un ki 'akışkan' olacak, peki neden? Yoksa hemen içselleştirilecek ve kolayca terk edilebilecek kimlikler inşa etmek için mi?
Bu soruların yanıtını önce 1517'de Martin Luther'in başını çektiği Reformasyon Hareketi'yle başlayan modern Avrupa tarihini, sonra 1770'de Moses Mendelssohn'un önderlik ettiği Haskala'yı (Yahudi Aydınlanması) kavrayarak verebiliriz. 500 yıllık bir süreçte oluşan 'musevi imajı' Nazi döneminde kurumsallaştı. Musevi; Almanların gözünde 'yersiz', 'zamansız' ve 'köksüz' öteki yerine kondu. İki kavram 'yersiz' ve 'zamansız' onların her çağda ve her ülkede aynı kaldıklarını ima ediyordu aslında. Musevi aydın ve düşünürlere de 'köksüz kozmopolit' etiketi yapıştırılırdı. Mesela Mendelssohn, Kant'dan çok önce Almanya'da düşünür ünvanı kazanmış aydınlanmacı bir filozoftur. Neocon Leo Strauss(1899-1973)dan ikiyüz yıl önce Endülüslü filozof İbn Meymun'un görüşlerini şerh etmiş bir alim olmasına rağmen Kilise'nin - ihtida etmesi için – yoğun baskısına uğramış, hatta ruhsal bunalıma girmiştir. Ancak Haskala geleneğine bağlı aydınların yurtsuz olmaları 'mazisiz' oldukları anlamına gelmez. Çünkü onlar ruhlarını yalnızca tecrübe nehrinde yıkarlar.
Entellektüel Süpermenler
Bu tarihi tecrübenin derin izlerini çağdaş sanatçılar doğrudan ele almasalar da kültür ve edebiyat alanında rahatlıkla sürebilirsiniz. Örneğin, pop aleminde 'kült' olmuş şair Leonard Cohen(ö.2016) şiirlerinde kötülüğü sıradanlaştırır ve insanlığın tümden bozulmasından yakınır. Çoğunluk toplumunun onları 'yabancı' ve 'öteki' gören yaklaşımıyla açık ya da gizli hesaplaşma içinde olduklarını özellikle filmlerde izlemekteyiz. Yine Punk müzik akımı(Ramone, Dictator, Richard Hell, Lou Reed, J. Richman) onların ellerinde doğdu ve Jazz'ın stilini(John Zorn, Marc Ribot) 2. Dünya Savaşı sonrasında kökten yenilediler. Ortak noktaları yerleşik önyargıları olumlu izlenimlere dönüştürmedeki maharetleridir: ''Roll bus roll, take me off/ If I fall asleep, don't wake me up/ Roll bus rol, teke me up''. Yüzlerce yıl süren vatansızlığı nezih şekilde böyle yorumluyor şarkıcı J. Lewis. Kültürel arkaplandan hareketle pop müzikte anahtar sözcüğün 'kimlik' arayışı olmadığını hemen söyleyebiliriz. Türdeki 'belirsizlik' ve 'köksüzlük' gençlere gerek dini ve toplumsal kısıtlamalardan kurtulmak için bir imkan gerekse vatan ya da ulus gerçeğinden bağımsız kimlik için bir açılım sunuyor. Özetle; 'akışkan kimlikler' pop kültürü içinde kendilerine kolaylıkla 'yer' bulabilmekte, ve orada kendilerini hem içerde hem de dışarda hissedebilmektedirler.
Ancak Musevilere dönük bir imajı – sorumlu olmadıkları halde – başka insanlara yansıtmak ne derece doğrudur? Holywood'un Golem efsanesinden esinlenerek yarattığı Süperman kahramanı da - filmlerinden hatırlayınız lütfen – kendi kendisine yetki veren bir hayale sahipti. Sosyolojinin misyonerlik ve ideolojik yönünü dikkate alırsak, vaziyetten kendisine vazife çıkaran bir düşünür durmaktadır karşımızda. Kısaca; Bauman'ın kendini 'yersiz' ve 'zamansız' saymasının zihninde yarattığı bir karşılık mevcut: 'Makom'. Aynı zamanda Tanrı'nın bir ismi olan bu mekan yeryüzünde değil, aksine onun üzerinde salınmaktadır. Evet; Adorno, Arendt ve Bauman haklı olarak Batı medeniyeti ile hesaplaştılar. Ama onların çıkış noktası üzerinden çağdaşlık ve uygarlıktan duyduğumuz hoşnutsuzluğu dile getirmek bize ait bir duruş sayılmaz. Batı'nın 'asimilasyon' teşebbüsüne Doğu 'koexistenz' ile mukabele etmiştir. O yüzdendir ki dilimizde 'diaspora' kavramı yoktur. 'Muhacir-Ensar' kardeşliği vardır. Biz ancak tarihte vuku bulmuş bir adaletsizliği ya da zulmü kınayabiliriz. Örnek almayacağımızı tahahhüt edebiliriz. Pax Ottomana dayanan bir aidiyet geliştirerek benliğimizi sürdüreceğimize inanırız. Varlığımızı elbette üzerimize beton ve demir dökerek beyan etmeyeceğiz ama bu coğrafya ile köklerimiz bulunduğunu asla unutmayacağız.
Sartre; 'Karşısındakini öteki gören ötekidir' demişti. Biz bugün ve yarın Yunus'un diliyle 'Kamu âlem birdir bize' diyeceğiz.