Küçük bir çocuk gördük mü sorarız:
- Büyüyünce ne olacaksın?
Bu soru yanlış bir sorudur.
Bu soru, kültürel genlerimizin derinliklerine sinmiş, sakat bir varlık kavrayışının yansımasıdır aslında.
Çocuğa "büyüyünce ne olmak istediğini" değil, "büyüyünce ne yapmak istediğini" sormak gerekir.
Olmak pasif bir eylemdir. Öznesinin çabası olmadan dış faktörlere, özellikle de zamanın akıp geçmesine bağlı olarak gerçekleşir.
Kavun olur, karpuz olur, kızılcıklar olur, yaz olur, tatil olur ama insan "olmaz"!
İnsanı insan yapan "yaptıklarıdır".
Ama nasılsa bizde oluşlar, emeklerin değil beklemenin neticesinde gerçekleşir.
Eğitim fakültesine kapağı atarsan, biraz da atama beklersen eninde sonunda öğretmen olursun.
Askerlikte harbokulundan mezun olduktan sonra "arazi olup" bir maraza çıkarmadan yeteri kadar beklersen komutan olursun.
Üniversitede asistan olduktan sonra asla suya sabuna dokunmadan yeterince beklersen profesör olursun.
Nüfuzlu bir dayın varsa, düzenli olarak suyu verilen bir saksı çiçeği misali solana kadar bir köşeyi sessiz sedasız işgal eden, daha sonra unutulup giden bir memur olursun.
Ama bu oluşlardan, kendin, ülken, inancın, insanlık ve yaşadığın dünya için "ne yaptın" sorusuna bir cevap çıkaramazsın.
Olmak tek başına kıymetli bir şey değildir.
Kıymetli olan, yapmanın neticesinde gerçekleşen oluştur.
Kafamızdaki insan tasavvuru, bir ucunda "olmak" diğer ucunda "yapmak" olan bir skalada kendimize seçtiğimiz yere göre şekillenir.
Bugün yaşadığımız pek çok problemin temelinde, kendimize "yapmaktan" çok uzak, "olmaya" pek yakın bir yer seçmiş olmamız yatmaktadır.
İtikadımızı ele alalım mesela.
Kitabımıza göre insan için sa'yından (çabasından, yapıp ettiklerinden) başka bir şey yoktur.
Ülkemizde genel geçer inanca göre ise Müslüman olmak için kelime-i şahadet cümlesini söyleyivermenin ötesinde bir şey "yapmak" lüzumsuzdur.
Çok garip değil mi?
Adil olmasak da, Allah'ın bizden ne istediğini öğrenmek için parmağımızı bile kıpırdatmasak da, muhtacın, fakirin, yetimin yardımına koşmasak da, namaz kılmasak da, oruç tutmasak da, Müslüman "oluşumuza" bir halel geleceğini düşünmeyiz.
Yapılması gerekenleri yapmakta başarısız olduğumuz gibi yapılmaması gerekenler konusu da pek umurumuzda değildir.
Velev ki bunlar dinin açıkça yasakladığı şeyler olsa bile!
Yalan söylesek de, hırsızlık yapsak da, cinayet işlesek de, zina etsek de, rüşvet alıp versek de, kumar masalarında sabahlayıp sarhoş gezsek de tastamam Müslüman kalabileceğimize inanırız.
Halbuki Kur'an-ı Kerim'de yüzü aşkın ayette "inanmak" "salih amel" işlemekle, iyi ve doğru şeyleri "yapmakla" beraber anılır. Yani kuru kuru inanmak (olmak) yetmez, gerçekten inanmanın göstergesi o inanç doğrusunda ameller işlemek, yani "yapmaktır".
Eğer futbolcuysanız krampon giymeniz, sahaya çıkmanız, koşmanız, topa vurmanız gerekir. Ben bunları yapmayan bir futbolcuyum diyebilir misiniz? Yahut bunu söyleyen bir kişinin herhangi bir futbol takımında kendine yer bulmasını bekleyebilir misiniz?
Bu amelsiz "olmak" saçmalığını o kadar benimsemişiz ki birisi bize ne yapıyorsun diye sorduğunda ne yaptığımızı değil ne ya da nasıl "olduğumuzu" söylüyoruz.
"- Ne yapıyorsunuz?" sorusuna,
"- İyiyim çok şükür" cevabını veren çok oluyor. Ya da aynı soruya mesela,
"- Üniversitede araştırma görevlisiyim!" diye cevap verince herkes tatmin oluyor.
Halbuki bu soruya mesela "Osmanlı devletinin 16. asır vergi kayıtları üzerinde araştırmalar yapıyorum", "elektromanyetik dalgaların uzayda hareketlerini inceliyorum", "hareket halindeki araç plakalarını okuyabilecek bir algoritma geliştirmeye çalışıyorum", "1930-1940 arası sosyalist şairlerimizin hayatlarını araştırıyorum" gibi bir cevap vermek gerekmez mi?
Bir de memurlar var.
Ne iş yapıyorsun sorusuna "memurum" cevabı geliyorsa kimse üstelemeye gerek hissetmiyor.
Muhatabın hiçbir gerçek iş yapmadığı anlaşılmış oluyor.
Aslında onlardan pek de farkı olmayan yöneticileri ise burunlarından kıl aldırmıyorlar.
"-Ne iş yapıyorsunuz?" sorusuna "-filan bakanlıkta genel müdürüm", "falan kurumda müsteşar yardımcısıyım", "-feşmekan yerde daire başkanıyım" diye cevap veriyorlar. Gerçekten ne yaptıklarını öğrenmek için ikinci, üçüncü soruları sormak gerekiyor. Yine de cevap alamadığınız oluyor. Bu durumda algısal olarak bir yerde olmanın, yani bir makamda bulunmanın, bir şey yapmaktan daha öne geçtiği ifade edilmiş oluyor. Bu bireysel bir algı ifadelendirilmesi değil elbette. İçinde yer aldığımız sosyo-kültürel kodlamanın bir ifadesi olarak tezahür ediyor. O zaman bir yerde olmanız bir sonraki makam için bir manivela işlevine dönüşüyor. Esasen bir yerde olarak bir şey yapmak, yani bulunduğun yeri inşa ve ihya etmek de birincil amaç olmaktan çıkıyor.
Şimdi bu söylediklerimiz çerçevesinde olan ve yapan arasındaki farkların altını çizelim:
Olan, edilgendir, yapan etken.
Olan, tüketicidir, yapan üretici.
Olan, daha çok hisleriyle hareket eder, yapan daha çok aklıyla.
Olan, yaşadığı ana odaklanır, yapanın gelecekle ilgili düşünceleri, yapmayı kafaya koyduğu hedefleri vardır.
Olan, yapabileceği başka bir şey olmadığından güven ve teslimiyeti tercih eder, yapan kuşkucu ve kontrolcüdür.
Olan, her daim "yatış modundadır", yapan her daim koşuşturma halinde ve meşguldür.
Olan, ne zaman kesileceğini bilemediği, kendisine lütfedilmiş kaynaktan bir şeyler akarken "biriktirme" derdindedir, yapan, bileğinin hakkıyla kazandığını doğru yerlere "harcama" peşinde.
Olan, hazırlık, plan, proje yapmaya gerek görmez, yapan planlı ve organizedir.
Olan, yavaştır, kararsızıdır, aheste hareket eder, aheste düşünür, aheste konuşur. Yapan hızlıdır, derhal karar verir, hızlı hareket eder, hızlı düşünür, hızlı konuşur.
Olan, sabır taşını çatlatacak bir pasifizmin erdeminden dem vurur, yapan böyle bir sabır anlayışını reddeder.
Olan, kendisine söylenen, telkin edilen hemen her şeyi kabule hazırdır, yapan, şüpheci ve sorgulayıcıdır.
Her ne kadar "yapmanın" ehemmiyetini vurgulasak da, aslolan "olmak" ve "yapmak" arasında doğru bir denge aramaktır. Bizde problem bu dengenin çok uzun zamandır "olmak" yönünde bozulmuş olmasındadır.
Üç asırdır mütemadiyen yenile yenile gerileyen bir medeniyetin bir türlü çare bulamadığı, ama kabule de yanaşmadığı hezimetini kutsamasıdır, "olmayı" bu kadar öne çıkaran.
Meczupta hikmet aramak gibi ümitsizce ve zavallıca bir savruluştur.
Kur'an'da anlatılanın aksine, tüm varlığı Allah'ın zihninde oluşmuş geçici hayaller gibi tasavvur ederek her türlü "yapışı" anlamsız ve kıymetsiz hale getiren cinnet hali.
Ne yapıp edip bu bozulan dengeyi yeniden tesis etmemiz lazım.
Çocuklarımıza "yapmayı", "yaptıklarıyla var olmayı" öğretecek bir eğitim sistemi kurmamız lazım.
Doğru olanı "yapanları" ödüllendiren, hiçbir şey yapmadan "olmayı" bekleyenleri cezalandıran bir yönetim anlayışını benimsememiz lazım.
"Bugün Allah için ne yaptın?" sorusunu tekrar hayatımızın en mutena köşesine yerleştirmemiz lazım.