Özgürlük, Eşitlik ve Demokrasi

29 Ekim 2024

Bunca yıl geçmesine rağmen (her ne kadar çoğunluk olduklarını düşünmesem de) genel anlamda Cumhuriyet; özel anlamda demokrasi rejimine karşı halen tepki veren, anlamak istemeyen ve hatta saltanat rejimine yakınlık duyan kesimler var. Bunun yanında, içinde doğup büyüdüğümüz rejime sahip çıkma hususunda niçin yeterince duyarlılık gösterip, cumhuriyetin daha üst bir aşamaya geçmesi için çaba gösteremiyoruz diye düşünüp durdum. Bu soruların çok bağlamlı cevapları elbette olacaktır. Zaten ömrümüzü bu soruları cevaplamakla ve hatta soruları cevaplamak yerine birbirimizle cedelleşerek geçirdik. Birbiriyle cedelleşmeyi yaşam biçimi haline getiren toplumlar ne her hangi bir gerçeği fark edebilir, ne de kendi içinde huzur bulabilir.

İnsanın düşünsel serüveni aynı anda birçok kavramı üreterek tekâmül seyrine devam eder. Üretilen kavramlar birbiriyle bağlantılı ve birbirini tamamlar niteliktedir. Öğrenme aşamalarında olduğu gibi, daha üst bir kavramın inşası için bu kavramı hazırlayan daha öncül kavramlar vardır. Yani daha üst ve komplike bir kavramı anlayabilmek için, onun ön aşamalarında gündeme gelen ve üretilen ya da keşfedilen temel kavramları bilmek gerekir. Meseleyi daha derin/kavramsal analiz etme işini, işin üstatlarına bırakarak, meseleyi ilk etapta aklıma gelen şekliyle, daha yalın ve gündelik bağlamada ele almayı daha uygun gördüm.

 Cumhuriyet ya da demokrasi yönetim biçimi ve buna ait kültürün toplumumuzda istenilen düzeyde yerleşmemesinin ana nedeninin, bu kavramlara öncülük yapan temel kavramları yeterince anlayamamakta yattığını fark ettim. Yani cumhuriyet/demokrasiyi anlayabilmek için onun yaşam bulmasını sağlayan iki temel kavram olan özgürlük ve eşitliği yeterince anlayabildik mi acaba?

Kant'a göre özgürlük, istemenin özerk olduğunu açıklayan önemli bir kavramdır. Ona göre, akıl sahibi bir varlık olan insan, özgürdür. Özgür olarak, eylemlerinin belirleyicisi olan insan, bu eylemlerin sonuçlarından da sorumludur. Hegel, özgürlüğün ilk şartını bireyin özbilince sahip olması, yani kendi kendisinin farkında olması olarak tanımlar. İnsanın düşünce ve eylemlerinin belirleyici olabilmesi için, ona sunulan ve müstesna olan akıl sahibi olma vasfını aktif olarak devreye sokması beklenir. Ancak insana ait olan bu vasfın devreye girebilmesi için, aklını kullanabilme imkânına sahip olması da gerekir. Özgürlüğün, insanın eylemlerini belirleme fırsatına sahip olmasının yanında, özgürlük alanının da hangi seviyede ve nasıl kullanacağını da belirlemesi beklenir.

Kant, özgürlüğü aynı zamanda ahlakı inşa etmenin ön koşulu olarak görürken meşhur risalesinde,

“Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış durumu ise, insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır….. Doğa, insanları yabancı bir yönlendirilmeye bağlı kalmaktan çoktan kurtarmış olmasına karşın, tembellik ve korkaklık nedeniyledir ki, insanların çoğu bütün yaşamları boyunca kendi rızalarıyla erginleşmemiş olarak kalırlar, ve aynı nedenlerledir ki bu insanların başına gözetici ya da yönetici olarak gelmek başkaları için de çok kolay olmaktadır. Ergin olmama durumu çok rahattır çünkü.”

derken, aydınlanmanın başkalarının hegemonyasından kurtulabilme cesaretini göstererek kendi iradesini kullanabilme salahiyetini kazanma; yani bir özgürleşme serüveni olarak görür. Lakin bu cesareti göstermek, özgür olmanın getireceği sorumluluğu taşıyamama riskini de beraberinde getirdiğinden hep birilerinin hegemonyasında kalmayı tercih etme eğiliminde olmuştur insan.  Bu noktada Hegel özgürleşmeyi, insanın kendinin ne olup ne olmadığının bilincine vararak kendini gerçekleştirme ve insanlaşma süreci olarak görür. 

Doğduğundan itibaren tüm yaşam seyri içerisinde belli ailelere (saltanat), belli feodal liderlere bağlılığı doğanın ya da tanrının bir yasası gibi gören, onlara mutlak bağlılığı varlığının amacı sayan, doğuştan getirdiği ve sonradan kazandığı değerleri kendi öz hakkı bilmeyip, onların lütfu gibi görüp, onlara bağlılığın dışında bir düşünce geliştirmeyen toplumların özgürlük ve eşitlik kavramlarını bilmeleri elbette beklenemez. Düşünme edimiyle açılır özgürlüğün kapıları.

Gelelim “eşitlik” meselesine…Eşitliğin modern bir kavram olduğunu belirtilmiştik. İnsanın tekamül sürecini sürekli güncelleyen, bu minvalde düşünsel aşamalardan geçen, kültür ve değer üreten, ürettiği kültür ve değeri yine sürekli güncelleyen tarihsel bir varlık olarak görmeyenlerin bazı olgu ve kavramları anlamaları pek mümkün değil. Ne demek istiyorum? Baştan da belirtiğim üzere, bazı ön kavramların farkına varabilelim ki, onun inşa ettiği üst kavramları anlayabilelim. Eşitlik bu kavramlardan biri. Eşitlik kavramı genel anlamda doğunun, özel anlamda Ortadoğu toplumlarının yeterince anlayabildiği bir kavram değil. Anlaşılabilseydi, (ontolojik bir gereklilik üzerine) karizmatik liderlerin, efendilerin, sultanların, ulemanın (pir, mürşit, ağa, şeyh) peşinden yüksek heyecanla bir kurtarıcı gibi gidilmezdi. Toplumu oluşturan bireyler, kendi varoluşlarına bir önem atfedemedikleri için, kendilerinden üstte gördükleri kişilere yüksek önem atfederek onların lütfu ve iradesinde (bir köle gibi) yaşamayı tercih etmektedirler. (Burada elbette anakronizme düşmemek gerek. Var olan üretim ilişkileri böyle bir toplumsal yapı doğurmuştur.)

Burada bir kavram daha var; adalet.    Her üç kavram birbirini tamamlar mahiyette bir algı oluştursa da, esas itibariyle farklı yönleri olan kavramlardır. Adalet, eski Yunan’ a (hatta daha da önceye) kadar giden geleneksel bir kavram olmasına karşın, özgürlük ve eşitlik kavramları, aydınlanma dönemiyle ortaya çıkan modern kavramlar olarak değerlendirilmektedir.

Adalet,  kadim bir kavram demiştik. Bir şeyi yerli yerince yapmak veya herkese ve her şeye hak ettiği şekilde davranmak demektir. Bu kavram değerlendirilirken kadim dönemlerin paradigması ve kabulleri ele alınarak değerlendirildiğinde, modern dönemin kabulleriyle çelişen yanları görülecektir. Örneğin, kadına ve köleye biçilen ontolojik değer ya da bir cezalandırma aracı olarak “hak edene hakkını vermek” ilkesi doğrultusunda, “hak edene hakkını nasıl ve hangi şiddette verileceği” tartışma konusudur. Tam da bu noktada eşitlik kavramının adalet kavramına eşlik etmesi beklenir.

 Diğer bir husus, geleneksel inanç yapılarının kendileri gibi olmayanı eşit değerde görme fırsatı verememesidir. Tanzimat sürecinde de, azınlıklara tanınan eşitlik hakkı, Müslüman tebaa tarafından pek anlaşılamadığı için, “ne yani şimdi gavurlarlar bizimle denk mi olacak” gibi yakınmaları gündeme getirmiştir. Ve aradan 101 yıl geçmesine rağmen yurttaşlık temelinde inşa edilen hukuk devleti (cumhuriyet) rejimi içerisinde, aynı coğrafya ve aynı yasalara muhatap olan kitleler arasında birbirlerinin eşit olduğu anlayışı halen yeterince yerleşemediği için, toplum ve devlet ilişkilerinde benzer sorunlarla (ayrım, kayırmacılık vs) yaşamaya devam etmekteyiz. Modern demokratik devletin en başat özelliği, evrensel insan hakları çerçevesinde herkes tarafından kabul gören normlar üzerine inşa edilen hukuk sistemiyle yürütülmesidir. Hukuk sisteminde imtiyazlı sınıf yoktur. Birilerine imtiyaz tanındığı andan itibaren eşitlik ilkesi ve dolayısıyla sistemin tüm diğer unsurları iş görmez hale gelerek devlet olma vasfı kaybolmaya başlayacaktır. Hukuk sisteminin sağlam yürütülebilmesi için de eşitlik bilincinin toplumda yeterince gelişmesi gerekir. Eşitlik bilinci gelişmeyen toplumlarda bazılarının kendilerini ve kendi bulundukları etnik/dini/politik/ideolojik tarafı daha seçilmiş, daha istisna görmesi, beraberinde mikro milliyetçi, faşist, ötekileştirici yönelimlerin filizlenmesine yol açar.

Kısaca özetlemek gerekirse;

Özgürlük ve eşitlik kavramları yeterince anlaşılmadan, cumhuriyet ve demokrasi kavramları da anlaşılamaz. Bunu anlaşılmaz kılan sebepleri sahici, samimi ve ön yargısız olarak değerlendiremediğimiz sürece, inşa edilen/üretilen kavramların lafazanlığı yapmaktan öte bir kazanım elde edemeyeceğimiz aşikârdır. Devlet yüksek bir organizasyondur ve devleti oluşturan halkı birbirine bağlayan en temel kavram, yurttaşlık bilincidir. Yurttaşlar öznel farklılık, yönelim ve statülerini bir istisna hal olarak görmeleri durumunda, eşitlik ilkesini ihlal ederek birlikte yaşama kültürünün maya tutmasını daha işin başında engellemiş olurlar. Demokratik rejimin, kurumlarıyla sağlıklı ve barışık bir zeminde inşa edilebilmesi için, yurttaşların kararlarını rasyonel ve özgürce verebilecek yetkinlikte olmaları ve zihinlerinde imtiyazlı sınıf/zümre kabullerini aşan eşitlikçi bir algı ve tutum geliştirmeleri beklenir. Aksi taktirde, yönetim erkine sahip olan her yönelim/kimlik, yurttaşlık bağını zaafa uğratan uygulamaları (nepotizm, kayırma, imtiyaz tanıma vs.) gündeme getirecektir.

Tarih, toplum, yönetim, sosyoloji, kültür, antropoloji, felsefe, ekonomi politik gibi insanı konu edinen disiplinlerde asgarî malumatı olup, olay ve olguları bu disiplinleri harmanlayarak değerlendiremeyen zihinler, tarihin belli bir kesitindeki tekil olaylara takılı kalır ve takıldıkları yer üzerinden oluşturulan hamaseti hakikat zannederler... Düşünmeyi askıya alan zihinler, idraklerine giydirilen emanet yalanlarla ömür sürdürürler...

Cumhuriyet yönetim biçimi, eksiğiyle fazlasıyla insanın kendi bilinciyle ürettiği özgürlük ve eşitlik temelli bir yönetim biçimidir. Bize düşen, dünün insan anlayışı ve üretim biçimlerine uygun yönetim sistemlerine özenip bu sistemi örseleyerek boşuna zaman kaybetmek yerine, mevcut sistemi, hukukun temel alındığı daha özgürlükçü ve katılımcı bir hale getirmek için çaba göstermek olmalıdır.

Cumhuriyetin 101. Yıl Kutlu Olsun…

Yeni yorum ekle

Plain text

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.

İstatistikler

Bugün Toplam Toplam
9 kez görüntülendi. 267 kez görüntülendi. 0 yorum yapıldı.