Bir süre bu coğrafyada görev yaptım ve önden gidenler üzerinde gözlemlerim oldu. Bunları Augsburg Notları başlığı altında daha önce perakende yayımladım.
Dil bilmeyen ilk nesil, başlangıçta, yersiz-yurtsuz, sahipsiz ve kimsesiz; bu yaban ellerde en ağır işlerde çalışarak; hatta 21.yy’ın eşiğinde elektriksiz iş şantiyelerinde yatıp kalkarak çile doldurmuşlar. Belirli bir mesafe almışlar; yurt edinmişler, ev almışlar, (dil öğrenmeye niyet etmeseler de, sahip oldukları değerler tartışmalı ve problemli de olsa) onlara sahip çıkmak ve onları yaşatmak için dayanışmaya girmişler; para ve emek harcayarak bugünkü ikinci kuşağa dayanışma merkezleri, dernekler, mescitler, camiler, misafirhaneler, bayındır mekânlar bırakmışlar. Bu, bir bakıma geleceği inşa hareketidir. Bu açıdan bakıldığında onlar ‘seçkin ve kutlu insan’ konumundadırlar; onlara büyük bir saygı duyuyorum. Onlar iki ülkeyi aynı anda bayındır ettiler; birini ihya ederken, diğerini imar ve inşa ettiler. Fakat onların Türkiye’de örgütlü bir kuruluşları yok; onların bu ülkeye katkıları unutuldu gitti; sesleri duyulmaz oldu; hatta cenazeleri sessizce gelmeye başladı bile.
İkinci kuşak, 2015 itibariyle, 50-55 yaşlarındalar. Onlardan doğan üçüncü kuşak Alman vatandaşı olmuş, Türkçe’yi zor konuşuyor. Bu yeni neslin değer yargıları da farklılaşmış. Dedeler bugün 70 yaş civarındalar ve torunların dedeleriyle ortak yanları kalmamış gibi. İlkler, kimlik sorunu yaşamadı; kendi yöntemleriyle halletti bunu. Önden gidenlerin entegrasyon gibi bir gündemi hiç olmadı; çünkü burada fazla kalmayacaklardı: Türkiye’de yaşadıkları yere tutunabilecekleri, insanca yaşayabilecekleri kadar bir maddî imkân elde eder etmez ülkelerine döneceklerdi. Bu hedefe kilitlendikleri için yaşadıkları topluma uyum konusunu gündemlerine bile almadılar. İkinci kuşak ise entegrasyon sorunu yanında bir kimlik çatışması yaşadı ve birinci kuşağın desteğiyle bu çatışmada yenik düşmedi.
Üçüncü kuşağın uyum sorunu yok ise de, kimlik problemi yaşadığı iddiası var. (Ama bu iddia, Türkiye’deki yeni nesil için de var.) Almanya’dakiyle ilgili bu iddia doğruysa, bu vebalin içimizdeki sorumluları büyük günah işlemişler demektir. Gerçek şu ki, Avrupa’da yaşayan Türklerin, bu ülkelerdeki uyum sorunları ile bizim, ülke olarak AB’ye uyum sorunlarımız birbiriyle paralel gitmektedir; biri aşıldığında diğerinin önündeki engel de ortadan kalkmış olacaktır.
Avrupa’da doğan Türkiyeli gençlerin, doğup büyümemiş olsalar da benimsedikleri ve aslî vatanları olarak gördükleri Türkiye’de bile ‘yabancı’ muamelesi gördükleri bir gerçek. (Bir dönem, paragöz esnaf arasında “Almancıları yolma” anlayışı bile vardı.) Bu paradoksal durum, bu sosyal ve içsel çatışma, bazı ailelerde kültürel yarılmalara da yol açabiliyor. Üçüncü nesil gençler, hayta uçarılıklar, cehaletin tavan yaptığı zaptedilmez aşırılıklar içinde suç işlemeye hazır, uyuşturucuyla tanışmak gibi tehlikelerle karşı karşıyalar. Gençlerin, bu ülkelerde yaşadıkları problemlerin ne kadarını babalarından tevarüsen devraldıkları olumsuz alışkanlıklar; ne kadarını Avrupa’da yaygınlaşan ırkçı, zenofobik eğilimler; ne kadarını buralardaki hükümetlerin politikaları, ne kadarını yeni sosyal problemler; ne kadarını ailevî sorunlar besliyor? Bu bir araştırma konusudur; fakat problemlerin yeni eklentilerle farklılaşarak çeşitlendiğini söyleyebiliriz. Netice itibariyle bu çocukların yaşadıkları ülkenin makamlarına da, ailelerine de sıkıntı verdikleri bir gerçek.
Türk hükümetleri ne vaktiyle bu gençlerin babalarıyla; ne onlardan doğanlarla, ne de üçüncü nesille ilgilendi. Göçmen vatandaşlarımızın sorunlarıyla ilgili -bildiğim kadarıyla- birkaç yıl öncesine kadar teşkilâtlanmış bir kurum olmadığı gibi, devletimizin sağlıklı, derinlikli bir politikası da yok. (Avrupa Birliği’nden sorumlu Bakanlığın ilgi alanının buralardaki vatandaşlarımız olmadığını, başına Ab eklenen kurumların konuyla ilgisi bulunmadığını söyleyemeye gerek var mı?) Gözlemimize göre, problemin ciddî biçimde araştırılarak bilimsel veriler ışığında, kapsamlı bir programla çözüm masasına yatırılması gerekiyor. Çözüm, önce nelerin kaybedildiğinin doğru teşhisi; sonra kaybedilenlerin nasıl kazanılacağı noktasında düğümlenmektedir. Doğru teşhis şudur: Bu çocuklar, kendilerini, ‘kök damarları kesilerek rüzgâra terk edilmiş ağaçlar gibi yalnız; istenmeyen, hiçbir topluma ve hiçbir kültüre aidiyeti olmayan işe yaramaz bir insan’ hissediyorlar. Bir de işsizlerse bu hissin ikiye katlanması kaçınılmaz. Bu gençlerin bir şeyleri kaybettikleri kesin. Yeni nesil içinde, ana dillerinin Almanca olduğunu, çünkü Almanya’da doğduklarını ve burada doyduklarını; üstelik önce Almancayı öğrendiklerini; Türkçenin-öğrenilecekse- ikinci bir yabancı dil olarak öğrenilebileceğini düşünenler bile var
Türkiyeli göçmenlerin yaşadıkları topluma uyum sorunlarının nesiller arasında devrederek devamına Avrupa’da son yıllarda yaygınlaşan zenofobik eğilimlerin büyük katkısı var. Zenofobi, içinde suçu da barındıran kabul edilemez bir hastalıktır. Uç eğilimlerin propagandaları sonunda, yabancıların; “yerlilerin işsiz kalmalarına yol açtıkları, ülkeye yük oldukları, ne tür imkân sunulursa sunulsun bu toplumun dilini hiçbir zaman öğrenmeyecekleri ve davranışlarını da değiştirmeyecekleri, sonuç olarak bu topluma asla uyum sağlamayacakları” şeklinde bir ön yargı oluşmuş durumdadır. Gözlemimize göre Türkiyeli muhacirlerin yeni nesli, burada uğradıkları bu türden total bir bakışın, (doğrusu ayrımcılığın) kendilerini bu toplumun bir parçası olarak görebilmelerini engellediğini düşünmektedir. Buna bağlı gelişen itilmişlik duygusu, bu ülkelerde yabancıların uyum konusundaki etkinliklere katılımlarını da olumsuz etkilemektedir. Dolayısıyla problemler, birbiriyle zincirleme bağlantılıdır.
2015 yılı başında, Paris’te, Kouachi Kardeşler’in Cahalie Hebdo eylemi sonrası Avrupa liderlerinin terör karşıtı ortak yürüyüşü çok anlamlıydı. Batı, 2001-2015 arasında öldürdüğü (veya öldürttüğü) sadece Irak’ta 1 milyon, Suriye’de yüzbinlerce Müslüman için sesini çıkarmazken ayağına batan 11 dikenden ayağa kalktı. (Aynı Batılıların Ankara’da ve İstanbul’da patlayan bombalar için kılı kıpırdamadı) Orada ünlü milyarder, medya patronu Robert Mordoch’un bu eylemden bütün Müslümanları sorumlu tutan açıklaması son derece açıklayıcı niteliktedir. Avrupa’nın Müslümanlara bakışını, Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri Nils Muiznieks, yaptığı itiraf gibi öz eleştiri ile güzel özetlemiştir: Muiznieks’e göre, Batı’daki Müslüman karşıtı duygular bizzat Avrupa’daki hükümetler tarafından beslenmekte; bu ülkelerdeki Müslümanların hedef hâline getirilmeleri de yine bu Kurumlar eliyle gerçekleşmektedir. Buna göre 2011’de her üç Müslümandan biri ayrımcı muameleye maruz kalmış; yüzde 25'i polis tarafından sorgulanmıştır. Komiser, daha ileri giderek, “Avrupa'da ırkçılığı ve hoşgörüsüzlüğü yenebilmemiz için bizim de Araplar gibi kendi Avrupa Baharı'mızı gerçekleştirmemiz gerekiyor. Müslümanların, Avrupa toplumlarının ayrılmaz bir parçası olduğunu, itibar ve eşitliği hak ettiklerini kabul etmeliyiz artık.” diyor (1).
Gerçek şu ki, Avrupa’da zenofobik eğilimler, önyargılar, zihinlerde beslenip büyüyerek zamanla kendi içinde fanatik örgütlerini de türetti. Solingen faciasından sonra Reichsbewegung, Mölln, Ludwigshafen, Winterbach saldırıları yaşandı. Bunları, 2012’de Norveç’teki Anders B. Breivik katliamı; sonra Hz. Peygamber’e hakaret içeren film ve karikatürler, Müslüman avına çıkmayı ihsas ettiren “Aranıyor!” kayıtlı ilan girişimleri… Bütün bunlar, bizim 6-7 Eylül 1955 olayları ile gayrimüslimlere yaşattığımızın bir benzerinin, gelecekte, Avrupa’daki vatandaşlarımıza yaşatılmasının, Müslümanları Avrupa’dan sürüp çıkarmanın işaretlerini veriyor. Bu olabilir mi? Olabilir, demek için yeterince sebepler var.
Konunun başka ve üzerinde hiç durulmayan bir boyutu daha var: Uyum sorunu, Avrupalılarca tek taraflı ele alınmaktadır. Yaşananlar, sadece yabancıların değil; yerli halkın da “yabancılara uyum” konusunda eğitilme ihtiyacını ortaya koyuyor. Olanların ve olacakların ilk işaretini, bireyin kimliği üzerine epeyce kafa yoran İsviçreli yazar Max Frisch, yıllar önce “Biz işçi istemiştik, insanlar geldi” ifadesiyle vermişti.
Önerimiz şudur: Sadece Almanya’da değil; Fransa, Hollanda, İngiltere gibi ülkelerde yerlilerin görsel ve işitsel medya yoluyla bir dizi etkinliklerle, programlarla eğitilmeleri; gerekirse “yabancılarla bir arada barış içinde yaşama” konulu uyum kurslarına alınmaları gerektiği gün gibi ortadadır. Böyle bir programda, farklı kültürel renklere hoşgörü ve saygıyla bakmanın uygar bir toplumun şiarı olduğu; kimsenin başkası gibi inanmaya, düşünmeye ya da yaşamaya zorlanamayacağı öğretilecektir ki, bu da gelip Batı’nın “alâmet-i farika”sı olan o ünlü müheykel kibir duvarına çarpıyor.
2014’te gittiğim Strasbourg’ta bir alt geçitte, duvarda şöyle bir yazı görmüştüm. “L'islam est la mort” (İslâm ölümdür) Avrupa’da İslâmiyet’in terörle yan yana getirilmesi Batı medeniyetinin kodlarında var olan hırsızlıkla ilgilidir: Bir asır önce İslâm ülkelerinin kaynaklarını çalmayı hedefine koydu. Savaşlar çıkardı ve işgallere başladı. Bir bir işgal ettiği ülkelerdeki yerlileri zincire vurdu ve zenginlik kaynaklarını (altınlarını, petrollerini, kütüphanelerini) talan etti; ülkesine taşıdı. Son iki yüz yılda Batının öldürdüğü veya öldürülmesine zemin hazırladığı savaşlarda ölen Müslüman sayısı 5 milyonun üzerindedir. Batı, işgal topraklarında Müslümanların varlıklarının en hassas bölgelerini acıttı, onurlarını kanırttı. Yavuz hırsızlar, zamanla, bu topraklardaki haydut varlığını korumak için önce Usame bin Ladin gibi uç figürler, Işid ve Taliban gibi karanlık örgütler üretti; onları besledi, büyüttü. Sonra ürettikleri mikrop kendi vücuduna da sirayet edince palazlandırdığı uç figürler üzerinden bu topraklara bulaştırdığı terörü, sonra dönüp bu ülkelerin uluslarına karşı ahlâksızca kullandı. Bu sırada kendi halkı da tabiî akış içinde şartlandırılıyordu. Bir taşla iki kuş vuran haydutların, kendi insanlarında meydana getirdiği İslâmofobi böyle oluştu. Bu talan edilmiş toprakların insanları; dedelerinden sonra babaları ve kardeşleri de savaşlarda öldürülmüş insanlar, çileden de insanlıktan da çıktılar; savaş makinesine dönüştüler. Ehlisünnet’in, o kucaklayıcı ve hoşgörülü anlayışının bölgede yok edilmesi de buna eklenince sarkaç tamamlanmış oldu: Şiddete cevaz everen bir din üretildi.
Avrupa’da hazır örgütlenmiş olan STK’lerin, tam bu noktada, çok önemli bir işlev yüklenmesi mümkündü. Fakat nasıl olacaktı bu? Devletimizin buradaki STK’lere bakışı ülke içindekinden çok da farklı değildi. Devletimizin canını sıkan ve onlara mesafeli olmasına neden olan saik, buradaki STK’lerin manevî değerlerle, özellikle dinle sıkı fıkı olmalarıydı. Yazık ki buradaki STK’lerin ciddiye alınması, devletin, onların her birinin ülkemizin Avrupa’daki lobileri olduğunu idrak etmesi, her ertelenen veya reddedilen sorunda olduğu gibi ağır bedeller ödendikten sonra mümkün olabilmiştir.
(1) Zaman Gazetesi, 25.7.2012 Emre Demir-Paris haberi