1948'de Buenos Aires'te Arjantinli bir ana babanın çocuğu olarak doğan Alberto Manguel Kelimeler Şehri kitabında ötekini edebiyat eserleri üzerinden anlatır.
Gılgamış Destanı ile başlar ve başlangıçta tiran olan Gılgamış”ın öteki olan Enkidu ile dost olmasıyla kahraman olduğunu ve şehri Uruk”un büyük bir kente dönüştüğünü anlatır. Yine bu eserinde Haçlı seferleri ile egzotiğe yönelen batılıları ve ötekileştirmenin Müslümanlarca hayretle karşılanıp aşağılayıcı tanımlara hayat veren etkilerine kadar takip eder.
‘Rudyard Kipling, İngiliz yurttaşlarını Britanya İmparatorluğu'nun büyüklüğü ve çeşitliliği hakkında bilgilendirme cabası içinde şu soruyu yöneltmişti:
"Yalnızca İngiltere'yi bilen biri, İngiltere hakkında ne bilebilir?"
Gılgamış’ın ölümsüzlük arayışı ve otunu bulduktan sonra kaybedişi insanlık için bir kayıp değil belki de. “…büyülü olaylar silsilesinde, Gılgamış ölümün anlamına dair derin bir kavrayış edinir: Ölüm yalnızca kaçınılmaz ortak kaderimiz değildir; insanlığın ona dair ortaklığı bizzat yaşamın içine dek yayılır; yaşamımız asla bireysel değildir, öteki’nin varlığıyla ilelebet zenginleştiği gibi yokluğunda da fakirleşir. Gılgamış Destan'ının bir öğretisi varsa, o da öteki’nin varoluşumuzu mümkün kıldığıdır.”
Batılı Değil!
Öteki ben/biz gibi olmayandır artık.
“Egzotik kelimesi, Yunanca exotikos kelimesinden gelir. Exotikos "dışarı" anlamındadır, yani şehrin surları içinde olmayan demektir. Yüzyıllar boyunca Avrupalıların nazarında ev ya da "içeride" olan fikri, Batı fikriyle özdeşti. Geriye kalan her şey, "dışarıda" olandı: yabancı, tekinsiz, egzotik, ufkun ötesinde uzanan Doğu.
Haçlı seferleri, zorla ellerinden alındığını düşündükleri Hıristiyanlık mülkleri üzerinde hak iddia etme isteğinde olan toprak efendilerinin cezai atılımları olduğu kadar, Doğu'nun tuhaf "dışarısını" kendi sınırları içerisine hapsetme, egzotiği ehlileştirme yönünde girişimlerdi.
Müslümanlar, Haçlı seferleri döneminde tanıdıkları Avrupalıları (Batılı insanları) muhtemelen "Charlemagne imparatorluğunun tebaası" anlamına gelen Efrenc ya da Frenc olarak andılar ve bu deyimler tefernec ("Avrupalılaşmak") ve egzotik illetin en iyi örneği olan efrenciye ("frengi") gibi aşağılayıcı sözler doğurdu.
Günümüze yaklaştıkça küreselleşme süreci söz konusu edilse bile Marco Polo ve/veya İbni Batuta zamanından daha küresel değil dünya. Milli sınırlar pasaportlar. Doğu-Batı, İslam Dünyası veya Batı… Keskin sınırlarla ayrılması mümkün mü bugünkü dünyada? Her sınır içeriye aldığı kadar da dışarıda bırakır çünkü.
“Batı, bir hayli suredir, bir Müslüman için ölümcül tehlikelerin kol gezdiği topraklar olarak tasavvur edilmektedir!”
Müslümanlar da batı için terör/ölüm çağrıştırıyor artık. Barışı temel alan bir dinin mensubu olarak değil.
“Dickens’ın Our Mutual Friend [Ortak Arkadaşımız] adlı romanının karakterlerinden kendini beğenmiş Bay Podsnap, ne zaman anlamadığı bir şeyle karşılaşsa "İngiliz değil!" der ve tek bir kol hareketiyle, kendi küçük bilgi birikimi dışında kalan bütün dünyayı reddeder.”
Batı”nın bugün geldiği öteki yaklaşımının arka planında olanları edebiyat eserlerinden takip edebiliyoruz. Sonuçlarını da siyasi aktörlerden:
“İslam inancına bağlılıklarını dile getiren ve sayıları gittikçe artan genç Britanyalı Müslümanlarla karşı karşıya gelen Tony Blair hükümeti, Bay Podsnap'in yöntemini kullanmaya karar verdi ve 2007 yılı Ocak ayında, okulların "Britanyalılık" kavramı üzerinde ısrar etmeleri gerektiğini ilan etti.”
Başbakan Gordon Brown ise, "Çok kültürlülükte yanlış olan farklılıkları onaylaması değil, birlik ve beraberliğe zarar vermek pahasına ayrılığı aşırı derecede vurgulamasıydı." Diyerek bir adım öteye taşıdı ötekileştirmeyi.
Nicholas Sarkozy'nin 8 Mart 2007'de bir Göçmenlik ve Milli Kimlik Bakanlığı oluşturulması önerisini sunarak surların dışında bırakılacakları ve içine alınacakları tek bir kurumda hünerli biçimde birleştirmesi özellikle dikkat çekicidir.”
Bugün ABD Başkan Adayı Donald Trump ötekini fişlemek bir ‘bilgi verisi’ oluşturmak talebi ile aynı süreci evrensel fişlemeye kadar götürecek gibi.
Oysa “her toplum kendini tanımlamak için kendisinin girift ve çok yönlü bir tasavvuru kadar, bir başkasıyla karşıtlık ilişkisine de ihtiyaç duyar.”
(Metindeki italikler; Alberto Manguel; KELİMELER ŞEHRİ kitabından… YKY Deneme Çeviren: Esen Ezgi Taşcıoğlu)
Öteki
Çok kültürlü imparatorluklardan sonra devletler, varoluşlarını ulusçuluk temeline bina etmiştir. Özellikle 100 yıldır sona ermeyen sorunlara, çatışma ve savaşlara yol açmaktadır, ulus devlet anlayışı. Her kavmin kendi devletine ulaşma çabası daraltılmış ‘biz’ sınırlamasına mahkûm ederken, ulusalcılığın hâlâ bitmeyen sorunlarla boğuşma tuzağına düşmesine de neden olur toplumların. Düşman yoksa tedbir ve güvenlik yoktur; silah edinme hırsı olmayacak. Bütün bunlarda en temel sorun Öteki anlayışındadır. Ulusal anlamda iç düşmanlar ve var kalmak için dış düşmanlar inşa edilirken aslında ötekileştirme gönüllü bir içe kapanma arayışına dönüşür. İletişim çağında ötekinden tecrid edilmiş bir dünya kurmanın zor olduğunu bilmelerine rağmen.
Bu nedenle başlangıçtaki soru bütün dünya gibi bizim için de anlamlı;
‘Sadece Türkiye’yi/İslam dünyasını bilen ne kadar bilebilir?’
Batı kendi içinde, doğu kendi içinde, İslam dünyası ve Türkiye kendi içinde surlar inşa edilip kapanırsa öteki olmaz belki. Öteki olmazsa rekabet, kültürel alışveriş, zenginleşme ve medeniyetlerin yükselme süreci de olmaz.
Coğrafi engellerin hiç kimseyi koruyamadığı bir dünyada güvenlik politikaları ile oluşturulan öteki, insanlığı ve dünyayı fakirleştirip “firengi” benzeri kan ve silahtan oluşan “terör” komplikasyonlarına yol açmaktadır. Kaldı ki küreselleşme ulus devletleri dağıtıp amorf grupların egemenlik için birbiriyle savaştığı bir dünyaya yöneliyor. Bu durumda herkes ancak ötekini yok etmekle hayat hakkı bulabileceği bir zorunluluğa icbar ediliyor.
Kafamızda çok kültürlü bir dünya, ötekine düşmanlıkla zihinsel surlara hapsedilen sınırlanmış hayatımız nereye kadar sürdürülebilir? Nasıl sürdürülebilir? İnsanlığın beraber yaşamak dışında bir tercihi olabilir mi dünyada?
Küreselleşme sürecinden sonra gelen ve Ötekini yok edilmesi gereken bir terörist gibi görenlere, dünyaegemenlere, güvenliği şiddet dilinin yükseltilmesinde bulanlara; Edgar Allan Poe gibi seslenmek gerekir;
"Sen kazandın. Boyun eğiyorum. Ama artık sen de ölüsün; dünya, cennet ve umut için ölüsün! Sen bende var oluyordun. Ben ölürken bu görüntüye, kendi görüntünmüş gibi bak ve kendini nasıl tamamen öldürdüğünü gör" (Bütün Hikâyeleri:, çev. Dost Körpe, İthaki Yayınları, 2002.)
dışlanmak
dışlanmak kötü bir şey.. ötekileştirme sanırım bunun hallicesi.. fakat "kabul etmek" zorunluluk da değil.. hatta gereklilik bile... fakat önemli olan dışlanana ve ötekileştirilene nasıl muamele edildiği ve ne şekilde davranıldığı.. birbirimize bağlı olduğumuz çıkar ve yarar bağlarından daha derin bağ sevgi ve saygıdır. Bu durumda şöyle diyebiliriz.. hatta demeliyiz ben seni sevmek zorunda değilim fakat seni sayarım ve saygı göstermek benim sorumluluğum..
Yeni yorum ekle