Fransa Cumhurbaşkanı François Mitterrand 1995 yılında Avrupa Parlamentosu'nda yaptığı bir konuşmada «Le nationalisme, c'est la guerre!», yani «milliyetçilik savaştır» der.
Amerika ve Avrupa'da fırtına gibi esen yeni milliyetçilik rüzgarı bu görüşün taraftarlarını korkutuyor. Trump Amerika'da başkan seçildi, Fransa'da Le Pen aynı yolda. Nereye gidiyoruz? sorusu Avrupalı aydınların beynini zonklatıyor.
Ancak bu saptamada bir eksiklik var: Ulus devletler birbirinden farklı gelenek ve geçmişten geliyorlar. Ve bu farklılık bariz şekilde görülüyor. Mesela; Baltık Devletleri'nin ulusal gururu, faşizm ve komünizm karşısında verdikleri mücadele ile irtibatlıdır. Yine 1930lu yıllarda ırkçılık anlayışına geçit vermeyen İsviçre'nin ulusal tavrı takdire şayandır.
Bugünkü milliyetçi yaklaşımlar da farklı okunabilirler. Peki, uzun zamandır küreselleşmeye karşı çıkan halklar ne istiyor? Bu sorunun cevabını karanlık geçmişte aramak yerine günümüzde hangi milliyetçilik taraftar topluyor, önce ona bakmak lazım. Bu bağlamda Türkiye'nin Batı'ya yönelik çıkışlarını da yanlış bulmuyorum.
Aydınlanma Çağında da aydınlar bugünkü gibi ikiye ayrılmıştı. Bir çoğu halkın 'terbiye' edilmesinden yanaydı. Özellikle Rousseau 'hakikati' halkın vereceği oydan üstün tutardı. O yüzdendir ki, Fransız Devrimi sırasında estirilen terörün fikir babası sayılır. Ancak onu öteki aydınlardan ayıran bir başka nokta daha var: Bilim ve ilerleme fikrine duyduğu düşmanlık..
Onun izinden gidenler yeryüzüne nizamat vermeye, insanlığı medenileştirmeye kalktılar. 1711'de Baltacı'nın Prutt boylarında durdurduğu Rus Çariçesi Katharina, Osmanlı Devleti'ne savaş açtığında ayakta alkışladılar.
Voltaire ise, «insanlığın selameti için halkların elçilerinin bir araya geldiği» - başta Londra Borsası olmak üzere - finans piyasasına övgüler yağdırır. Rousseau buna karşın dingin bir hayatı özler. Göç ve göçmen kavramı onun dağarcığında yer bulmaz. Antik Çağda yaşasaydı muhakkak Ispartalı olmak isterdi. Çünkü Atina Devleti kendi çöküşünü hazırlarken, Isparta bu çöküşün müsebbibi saydığı sanatçıları, alimleri ve şairleri sınırdışı etmiş; yalnızca geçim kaygısı taşıyan esnaf ve zanaatkar ülkesi olmaya karar vermişti...
Bir anlamda küçük ve denetlenebilir bir devlet arzuluyordu Rousseau. Bugün Batı dünyasında yükselen aşırı sağın taleplerine baktığınızda aradaki benzerlik kolayca görülecektir. Serbest Ticaret Antlaşmasını askıya alacağını, borçları ve işsizliği azaltacağını vaad eden Trump tek boyutlu bir küreselleşme anlayışına nokta koymaktadır. Yani ulus devlet çerçevesinde kalarak demokrasiyi ayakta tutmak istediğini belirtmektedir.
Aslında dün Aydınlanmacıların, bugün Aydınların gözden kaçırdıkları bir başka husus var: Demokrasi hiç bir zaman gerçeği temsil etmez, halkın siyasete katılımını ifade eder. Seçmen sandık başına giderken; yaşam şartlarından memnun olup olmadığını ya da bu düzende özgür hissedip hissetmediğini kendine sorar. Başka bir şey değil!
Elbette Uluslar Avrupasına geri dönüş içinde bir tehlike barındırıyor. Zira etnik milliyetçiliğin bedeli çok ağır olur. Ama ulusal egemenlik konusunu tartışmaya açarsanır, toplum içinden yükselecek sert tepkilere de göğüs germek zorunda kalırsınız!
Sistem sorununa dikkat çeken, işlemediği noktaları dile getiren nedense Türkiye ve Avrupa'da hep sağ ve muhafazakar partiler oluyor. Egemenlik sözkonusu olduğu zaman, seçmen her ülkede ağırlığını koyuyor ve bir denge unsuru haline geliyor. Tamam. Türkiye'de seçmen tabanı muhafazakarlığa kaydı. Peki, Avrupa'da durum daha mı farklı? Orta direk aşırı sağ ve ırkçı partilere yakınlık duyarken, halk ve aydın arasındaki ikilem ortadan kalkmaktadır.
Seçmen ekseninde 'millet' olgusu yeniden tanımlanacak belki. Sorunları açıklamak ve onlarla tartışmak elzem sayılacak. Toplumsal dinamikler kayboluyor sanılsa da; sosyal ağlarda bir güneş gibi doğan 'demokratik kamuoyu', solcu ve sağcı kalıpları alt üst edecek görünüyor.
Bunlar 'çapulcu' olmaktan ziyade, ihtiyaçlarını gözeten insanlar. Kim daha çok vaat ederse ona oy veriyorlar. Sözünü tutmayan partileri iktidardan indirmekten çekinmiyorlar.
Evet; bu halk, yani çoğunluk ne mensubu olmakla övünen 'sağcılar' ne de ona tepeden bakan 'solcular' tarafından sevildi. Bunun kendine göre nedenleri var. Onların ne yapacakları kestirilemediği için; Romalılar «plebsi» oyun ve eğlence ile teskin etmeye çalışmış, geçim kaynaklarına el koyan soylulara karşı ayaklanan halkı Martin Luther din vasıtasıyla uyutmuştur.
En son 'proleterya' halk önderlerini hayal kırıklığına uğrattı. Çareyi; partiyi 'sanal proleterya', orduyu 'sanal devlet' ilan ederek bulmuştular. Şimdi de halk savaşına hazırladıkları, ama bir türlü başkaldırmayan avam ile başları yine dertte. Meşruiyeti 'namlunun ucunda' arayanlar yanlış seçiminden ötürü kendi halkını cezalandırmaktan bile çekinmiyorlar.
İster Avrupa'da ister Türkiye'de olsun; halklar, kendi adına parti kuranları, kendi adına savaş çıkaranları, özetle onu kurtarmak isteyenleri yarı yolda bırakıyor.
Küfretmeden önce, sorgulamak gerekir. Neden acaba?