15-16 Temmuz FETÖ Darbe girişiminin ilk duyulmaya başlandığı andan itibaren halkımızın kararlı bir şekilde meydanlara akın ederek olaya el koymasının iki sebebi vardır. İlk olarak gözyaşları ile infak duygusunu harekete geçiren, imanını istismar edenlerin art niyetli bir ihanet şebekesi olarak karşısına çıkmasını içine sindirememiştir. İkincisi ortalama her on yılda bir silah gücünü halkına kullanmayı, iki de bir halka parmak sallamayı adet edinmiş askeri-sivil güçlere “Artık yeter!” demek istemiştir.
Bu darbe girişiminin açıklaması, kısa ve açık ifadeyle rasyonel plan, irrasyonel imandır. Bu olayın dinsel izahının oldukça zor olduğu belli. Kamuoyu hem bunu izah etmede hem de ikna olmada zorlanıyor. Çünkü ortada çok yönlü ve bağlantılı bir kalkışma var. Kanaatimce, rasyonel plan, irrasyonel iman tanımı, bu karmaşık olayı en basit ve yalın bir şekilde anlatabilir, onu tertipleyenler ve onlara uyanların halini kestirme yoldan tasvir edebilir. Çünkü bir yanda, çok ince hesaplanmış akılcı bir plan; öte yanda sorgulamayan, kayıtsız şartsız teslim olmuş bir ‘iman’ söz konusudur. Elbette son birkaç gün ya da bir iki ayda hazırlanmış alelâde bir plandan bahsetmiyorum; yılları alan ve içinde onlarca parmağın olduğu daha büyük bir plan söz konusu. Son darbe girişiminin bu büyük planın bir parçası olduğunda şüphe yok.
Aslında ‘plan’ ince ve akılcı bir iştir. FETÖ/PDY darbe girişimini tertipleyenler cephesinden bakınca akılcı bir plan karşımıza çıkar. Bu organizasyonun ve onun tertibi olan girişimin siyasi, ekonomik, eğitim, askeri, güvenlik ve yargı boyutları ayrı ayrı değerlendirilmeli. Bunun en önemli boyutu dindir. Çünkü saf, temiz ve özellikle adanmış bir hareket imajının perçinlenmesi dinden yardım alınarak başarıldığı gibi işin silahlara havale edilerek onlarca ‘fedâkâr’ın elinin tetiğe uzattırılması da dini duyguların istismarı ile başarılmıştır. Başlangıçta, örgüte masum duygularla gelip müntesip olarak kapıdan çıkan kişilere, kayıtsız şartsız teslim olmak, yani irrasyonel bir iman aşılanmıştır. Olaylar ve fikirler anlatılırken abartılı, gizemli ve şifreli bir dil kullanılmıştır. Bunun için İslam’da işe yarar bütün anlayış, fikir ve kavramlardan yardım alınmıştır. Bazılarını sıralayalım:
-Ayetlerin keyfi, işari ve batınî yorumu
-Cennetle müjdeleme
-Peygamberimiz Hz. Muhammed’i (onların jargonunda ‘Efendimiz’) rüyada görme, ondan direktifler alma
-Hz. Muhammed için kurban hissesi toplama
-Liderin geleceği bilen, basiret ve feraset sahibi bir zat-ı muhterem olduğu algısı oluşturma
-İnfak duygusunu coşturabilmek için sahabenin fedakârlıklarını tablolaştırma
-‘Zaruretler mahzuratı mübah kılar’ ilkesini çarpıtma
-Namaz, içki yasağı gibi dinin asli hükümlerini ta‘til etme
-Gerektiğinde eşlerini boşamak şartıyla biat alma
-Örtünmeyi ikinci plana atma
-Yalanı meşru sayma
-Bazıları hastalık belirtisi sayılabilecek kendinden menkul kerametler anlatma
-Özellikle Işık Evleri’ni Dâru’l-erkâm olarak kabul etme; oralarda keramet vari olağanüstülüklerin yaşandığını nakletme
-Mehdi, tarikat, velayet, biat, gizlilik/takiyye gibi kavramları amaca hizmet doğrultusunda yorumlama
-İslam’ın en titiz davrandığı mahremiyeti fotoğraf, video, filim vs. ile faş etmeyi caiz görme
-‘Dinlerarası diyalog’ gibi fikirler aracılığı ile dinlerin birbirinden farkı olmadığı, her birinin meşru olduğu anlayışını yayma
-Amaca ulaşmak için başkalarının hakkını yeme, önlerini kesme ve nihayet dinimizin en dokunulmaz saydığı hayatı koruma ilkesini hiçe sayarak insan öldürmeyi meşru görme
Bu dinî teviller, hikâyeler ve rivayetler, son derece gizemli bir dille sunulmuş, İslam hurafelerle örülü din haline getirilmiş, anlatılanlarla insanların akılları, düşünme melekeleri esir alınmıştır. ‘Hedef büyüktür, o halde hedefe ulaşmak için her yol mubahtır’ mantığı yerleştirilmiştir. Bütün bunlar telkin edilirken bırakın anlatılanların doğruluklarının sorgulanmasını, böyle bir şeyin akla bile getirilmemesi öğütlenmiştir. Çünkü soran ve sorgulayan mü’min, böyle bir amaç için tehlikelidir. Zaten böyle bir aşamaya gelmiş ‘mü’minlerin’ ‘yüce’ bir makamdan geldiğini düşündüğü telkin ve anlatımlardan şüphe etmesi mümkün değildir.
Bu yapılanlarla, Hıristiyan ve Hind din adamlarının birey ve toplumu etkileme ve yönlendirmelerine bakarak dinin afyona benzetilmesinin üzerinden yüzyıl geçmeden, bu yaklaşımı İslam için haklı çıkaracak bir faaliyete imza atılmıştır. Aslında bu tür eğilim ve girişimler Müslümanlar için yeni değildir. Müslüman bünye bu tür rezaletleri tarihinde çok gördü. Günümüzde de bu hareketle sınırlı değildir. Ülkemizde hali hazırda benzer bir kaç hareket ve oluşumu saymak mümkündür.
Plan deyince şu anımı aktarmadan geçemeyeceğim. 2007 yılının şiddetli kışında Erzurum’a gitmiştik. Rahmetli Mehmet Kırkıncı hocayı ziyaret ettik. Hoca iki önemli hususu dile getirdi. Birisi şu tespitiydi: “Bu Fetullah (kendisinden yaşça küçük ve samimi olduğu için böyle hitap ediyordu) ve onun arkasından gidenler nur talebesi değildir. Onlar nurcu olmaktan çoktan çıktılar.” İkincisi ise daha çarpıcıydı. Aynı kelimelerle olmasa da şunu anlattı: ‘Fetullah 1989 yılında bana geldi. Dedi ki, “Efe! Amerikalılar bana birlikte çalışma teklif ettiler. Ne dersin?” Ben de ona, “Sakın bu kapıyı açma, zinhar uzak dur.” dedim. Buradan ayrıldı gitti, bildiğini yaptı.” Sözlerin değerlendirmesi size ait.
Darbe girişimini tertipleyenlere uyanlar, irrasyonel bir bağlanmaya sahiptirler. ‘İrrasyonel’ iman, akıldışı belki akla ziyan bir bağlılık ve sadakat, kayıtsız şartsız teslimiyettir. Bu iman’, İslam itikadında bahsedilen Allah’a teslim olmuş bir insanın imanı değildir. Bu iman, inanmayı gizli, gizemli, ruhçu bir çerçeveye oturtmaktadır. Daha açık bir ifadeyle söylemek gerekirse, iman ve bilgi, bir biriyle içli dışlı, birbirinden ayrılmaz iki parçadır. İman da dahil dinin bilgi kaynakları akl-ı selim, havvâss-ı selîme ve doğru haberdir. İman, Allah’ın tek ilah ve din koyan yegâne varlık olduğuna kesin teslimiyettir. Bu iman doğrudan Allah’a yapılır; neye ve nasıl inanılacağı bilgisini Allah’ın kitabı Kur’an ve peygamberimiz Hz. Muhammed verir. Fakat maalesef bazı Müslümanlar bu iman anlayışını sulandırmış, popüler bir kalıba dökmüştür. Bu işte en büyük payı kimi cemaat, gurup ve tarikatlar almıştır. Önder, lider, imam, şeyh gibi vasıflarla kendi topluluklarının başına geçen kimseler, müntesiplerine neye nasıl inanacaklarını anlatır, empoze ederler. İşte yolların ayrıldığı nokta burasıdır. Örneğin mehdiliği çok fazla ön plana çıkarırlar, bazı önderler mehdiliğe soyunur. Müntesipler de bunu sorgulamadan kabul eder ve ‘efendisi’nin mehdi olduğuna iman eder, başkalarını buna ikna etmeye çalışır. Onun yüce bağlantıları, müthiş kerametleri vardır; o hiç kimsenin ulaşamayacağı manevi mertebelere sahiptir. En etkili araçlardan birisi Rasulüllah’ı rüyada görme iddiasıdır. Görmenin de ötesinde ondan talimatlar, bilgiler, geleceğe yönelik perspektifler alınır. Keşif ve ilham da zincirin diğer halkaları. Sanki din tamamlanmamış, bazı bilgiler gizli kalmış da ‘Allah’ın seçilmiş kulları’ bunların tebliğcisi olmuş. Bu tür istismarlar baştan beri bilindiği için keşif, ilham, rüya gibi nesnel olmayan yolların bilgi kaynağı olamayacağı, hele hele iman ve amel edilecek bilgilerin bu yollarla alınamayacağı kesin bir dille belirtilmiştir.
Rüya yoluyla bilgi ve talimat alma iddiası, Rasulüllah’ın (sav) öldüğünü kabul etmeyen bir yaklaşımın ürünüdür. Bu düşünce ve inanç, daha geniş çerçevede ruhçu yapıya sahiptir. Yeri gelmişken Rasulüllah’ın vefat etmediğini kabul eden ve insanları ölümle tehdit eden Hz. Ömer’e Hz. Ebu Bekr’in cevabını hatırlayalım: “Kim ki Muhammed’e tapıyorsa, bilsin ki o ölmüştür. Kim de Allah’a kulluk ediyorsa, bilsin ki Allah ölümsüzdür.” Hz. Ebu Bekir, Hz. Peygamber’in yakınında olmanın geçmişi bilmenin verdiği avantajla bunu söylemişti. Şöyle ki, Müşriklerin “Muhammed öldü” diye bağırmaları, Uhud savaşının en kritik anlarından biriydi. Bu iddia üzerine sarsıntı geçiren Müslümanları uyarı için şu ayet inmişti: “Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan önce birçok peygamber gelip geçmiştir. Şimdi o ölür veya öldürülürse, (dininizden) geri mi döneceksiniz?” (3 Âl-i İmrân 144). Ebu Bekir yukarıdaki sözlerinin ardından işte bu ayeti ve “(Rasulüm!) Sen de öleceksin onlar da ölecekler.” (39 Zümer 30) ayetini okumuş ve hakikati net biçimde ortaya koymuştu.
İnsanımızın Rasulüllah’a gönülden bağlılığını ve aşkını istismar ederek, onları coşturma ve kendi emellerine daha da yaklaştırma adına, “Rasülullah da şu anda aramızda” diye ilan edilmesi, ruhçu anlayışın başka bir versiyonudur. Bu cümleyi son yıllarda kaç farklı gurup ya da cemaat önderinden duydum bilmiyorum!
Şimdi, günümüzde bazı insanlar, Rasulüllah’ın öldüğü hakikatini göz ardı edercesine, onunla rüyada veya başka zamanlarda görüştüklerini, talimat aldıklarını, onunla birlikte yeni stratejiler belirlediklerini, toplantıları onunla birlikte yaptıklarını iddia ediyorlar. Hz. Ebu Bekr’in yaklaşımında tezahür eden anlayışı, düstur edinmediğimiz sürece Hz. Muhammed daha çok aramızda dolaşır, birileri onunla daha çok görüşmeler yapar, talimatlar alır ve ona gönülden bağlı müminleri kendi amaçları için kullanır. Onların peşinden giden ve bu tür bilgi ve akıl dışı anlatılara iman edenler de onun böyle yetkilerinin olmadığını, vefatından sonra böyle şeylere kalkışamayacağını, Allah’a ait yetkilerin peygamber dahil hiç kimseye verilemeyeceğini sorgulamazlar. Hz. Muhammed’in belli bir guruba çıkar sağlayan bir işbirliği yapamayacağını; başkalarının haklarını çalarak belli bir zümreye peşkeş çeken bir ‘hırsız’ muamelesini hak etmediğini; birilerine rüyada veya başka zamanlarda görünüp özel talimatlar veremeyeceğini vs. sorgula(ya)mazlar. Yeterince dini bilgisi olmayıp bu tür hezeyanlara kapılan kimseler, kesin bir inançla bu tasavvura kapılır gider, artık onun oradan çıkması çok zordur. Çıksa bile ya büyük bir günah işlediği ya da dinden çıktığı hissine kapılarak derin bir hayal kırıklığı ve depresyon yaşayacaktır.
O halde şu soruyu sormamız gerekir: Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) sırlı, gizemli bir dünyanın adamı mıdır? O bütün ümmetin peygamberi değil miydi? Onların iddia ettiği gibi olsa bile, ümmetinin içinden bir gurubu kayırmak gibi nübüvvet ile örtüşmeyen bir şeyi yapmış olabilir mi?
Yukarıda sunulanlar sadece bir din tasavvuru değil, aynı zamanda Müslümanların kahir ekseriyetinin sahip olduğu ve asli kaynaklara dayalı din tasavvurunun tahribi demektir. Bu kadar ağır yazıyoruz ki, FETÖ dışındaki cemaat, dernek, vakıf gibi dinî yapılanmalar bundan ders alıp kendi amaçlarından, metotlarından ve alanlarından ayrılmasınlar. İnsan terbiyesi, Hakk’a hizmet davasını güdenler bu düsturlarından taviz verdikleri an, aynı akıbete doğru gitmeye başlamışlardır. Bu ağır eleştirileri yapıyoruz, çünkü bir musibetten bin ders çıkarmanın vakti çoktan gelmiştir.
Devlet de bu işlere tevessül edeceklerin iştahını kabartacak, ‘onları yoldan çıkartacak’ hareketlerde bulunmamalıdır. Devlet, öz kaynaklarının denetleyicisi olmalıdır; verdiği beş kuruşun hesabını yapmasını bilmeli, verdiği paranın nereye gittiğinin takibini ve denetlemesini yapmalıdır. Sadece kendi parası değil, halktan toplananların da denetimini yapmalıdır. Yine devlet dine müdahaleci davranmamalıdır; müdahale çok can yakmıştır. Denetlemeyi yapmadıkça ve dine müdahale ettikçe, rengi ve biçimi farklı fakat amacı aynı birçok darbe girişimine, en azından hevesine kapılacaklar çok olacaktır.
Bu bağlamda din anlayışı, İslam düşüncesinin kaynakları, cemaat ve tarikat gibi dinsel oluşumlar, mehdilik gibi tali meseleler ciddi bir şekilde tartışılmayı beklemektedir. Dinsel oluşumlar da burada dile getirilen ve benzeri konuları kendi açılarından yeniden gözden geçirmelidir. Bunları muhtemelen önümüzdeki süreçte çok konuşacağız. Hatta oldukça sert tartışmaların bizi beklediğinin işaretlerini alıyoruz. Biz hazırız.