Gerçeklerin bir gün ortaya çıkmak gibi kötü huyu olduğu söylenir. Doğrudur, lakin zamanı geçince ortaya çıkan gerçeğin de kimseye bir hayrı olmuyor. Toplumların duygu ve düşünce dünyasını doğrudan etkileyen pek çok hadise günümüz dünyasında malesef bir takım mülahazalar uyarınca görünmez kılınmaya çalışılıyor, çarpıtılıyor veya görmezden geliniyor. Ancak gerçekliğin açığa çıkması karşısında takındığımız bu tarz engelleyici tavrın sadece işin açığa çıkmasıyla mukayyet olmadığını, süreç boyunca bu yöndeki performansın başka tür komplikasyonlara yol verici olduğunu biliyoruz. Güven kırıcı bu tavır, ilişkileri bozarak geleceği çürütmekle kalmıyor aynı zamanda rutini, kural kaideyi ifsad edici niteliğiyle de maliyet oluşturuyor.
Bu noktalarda ülke olarak kötü bir performansa sahip olduğumuzu söylersek haksızlık etmiş olmayız sanırım. Aynı sonuca çıkan başka bir vaziyetimiz ise bir takım basit şeyleri karmaşıklaştırmakta, gizemlileştirmekte gösterdiğimiz maharet. Görüntünün gerisinde mutlaka başka bir gerçeğin, önümüzdeki hesabın altında muhakkak başka bir hesabın olduğunu düşünürüz. Böylece sözüm ona gizlenen gerçeğe nüfuz etmiş, görüntünün sahteliğine aldanmayıp ayaklarımızı yere sağlam basmış oluyoruz. Ancak sözümona hayatı, kendimizi ciddiye alma adına kurduğumuz bu ilişki, açık konuşacaksak gerçeklerden kaçmadan, sorumluluk savmadan ve dolayısıyla kendimize çektiğimiz operasyondan başka birşeye de benzemiyor. Sorun çözmeyen, öteleyip kronikleştiren bu ilişki biçiminin temel ilişki biçimi olarak temellük edilip ülke sathında dolaşımda olması en önemli sorun başlığımızdır. Ülke olarak sorun çözmeyi var olan sorunlarımıza mazeret üretmek, gerekçe üretmek zannediyoruz.
Türkiye’de niçin işleyen bir adalet mekanizmamız yok? Neden ülke olarak eğitim-kültür faslında başarısızız? Ekonomideki ahval niye iyi değil? Uzatabileceğim tüm bu sorular karşısında işletilen keyfe keder mantığı ve bu mantıktan süzülüp gelen gerekçeleri biliyoruz. FETÖ, dış operasyon, içerdeki hainler vs. Doğru, bizim bu düşmanlarımız var. Var da bu düşmanların varlığı çözüme mi engel yoksa zaten olmayan çözüm çabamızın mazereti mi o pek belli değil! Eğitim faslında laf ola beri gele kabilinden işler yapılıyor. Sormaya kalkınca Türkiye’nin beka sorunundan bahsediyor ilgili. Yaptığı eften püften şeylerin asıl beka sorunu oluşturduğunu veya beka sorunuyla baş etmenin en etkili yolunun işlerini layıkıyla yapmak olduğunu hiç düşünmüyor. Siyasal alanın korunması ve genişletilmesi, katılımın ve çoğulculuğun siyasetin doğası gereği sağlanması ve derinleştirilmesi, adalet ve özgürlük arayışının ciddiyetle ele alınması ve önemsenmesi gibi temel hususlarda azami çabamızın olması seçeneklerden bir seçenek değil beka endişesi içinde olan ülkemiz için, bizim için zorunluluktur. İşlerimizi doğru yapmak için reel siyasetin taleplerine değil varoluşsal sorumluluğumuzun gereklerine bakmalıyız.
Biraz sükunete, biraz elimizi vicdanımıza koymaya ihtiyacımız var. Zor zamanlardayız, evet. Ağır sorunlarla boğuşuyoruz, evet. Ama unutmayalım, zamanlarımız hep zor, sorunlarımız hep ağır olacak. Onun için ürettiğimiz mazeretlerden hatta bulmak zorunda olduğumuz çözümlerden evvel samimiyete, sükunete ve ciddiyete ihtiyacımız var. Gerçekliğimizle yüzleşmeye ihtiyacımız var. Gerçeklik derken komplocu bir aklın dizginsiz dünyasından bahsetmiyorum. Deneyimlediğimiz, gözümüzün önünde olan işlerden, o işleri gerektiği gibi yapıp yapmamaktan bahsediyorum.
Örneğin 28 Aralık itibariyle 9. yılını geride bıraktığımız Roboski hadisesi. 28 Aralık 2011 gecesi 19’u reşit olmayan toplam 34 kişi, ‘teorist oldukları istihbaratıyla’ bombalanarak öldürülmüştü. Olayın ardından ölen insanların kimler olduğu anlaşılınca yanlış istihbarat, kaza, hata, FETÖ operasyonu gibi pek çok şey söylendi. Üzüntüler dile getirildi, tazminatlar ödendi vs. Ancak aradan geçen onca zamana rağmen olay, kamu vicdanını rahatlatacak şekilde çözülmediği için toplumsal-siyasal bir sorun başlığına dönüştü. Olaya ilişkin ileri sürülen kaza, hata, yanlış istihbarat, FETÖ operasyonu vs. gibi gerekçeler doğru olabilir. Olayda ihmal veya kasıt da olabilir. Ancak olay, ilgilenilmesi icap eden şekilde ele alınmadığı zaman söylenen gerekçeler doğru olsa bile anlamsızlaşır. Olayın ne olduğunu, faillerinin kimler olduğunu usule ve esasa riayet ederek ortaya çıkarmak bırakın yaşamlarını yitiren 34 canı ve onların adalet bekleyen ailelerini adaleti tesis etme mecburiyeti olan devletin olmazsa olmazı olarak görmeliyiz. Onun meşruiyeti için yerine getirilmesi gereken bir zorunluluk olarak görmeliyiz. Günümüz dünyasında devletin ayırıcı vasfı hesap sorucu olması değil tersine hesap verici olmasıdır. Yaptığı iş ve işlemler hatta bazen de tıpkı Roboski hadisesinde yaşadığımız üzere yapması icap ederken yapmadıkları nedeniyle hesap veriyor olması gerekliliğidir.
Devlete ilişkin bu ayırıcı ve önemli vasfın askıya alınması daha önceleri müteaddid kereler deneyimlendiği üzere devleti daha güçlü ve emniyetli kılmıyor. Devletin uhdesinde hesap verilmez alanları çoğalttığımızda veya devletin âli menfaatleri(!) namına atılması gereken bazı adımlardan imtina ettiğimizde bu ülkenin birliği, dirliği adına iyi şeyler yapmış olmuyoruz. Tarihsel-toplumsal hayatımıza üzeri örtülmüş, karanlıkta bırakılmış hadiseleri biriktirerek ancak ayağımıza pranga bağlamış oluruz. Acı gerçeklerle yüzleşmek, hatalarımızı-eksikliklerimiz-yanlışlarımızı görmek onları gizlemekten, onları olmamış gibi davranmaktan, ne kadar zor ve maliyetli olsa da, bin kat daha evladır. Türkiye yanlışlarını, hatalarını veya eksiklerini görüp yüzleşme ile saklayıp görünmez kılma arasındaki farkın ne olduğuna ilişkin hatırı sayılır bir deneyime sahip.
Malesef belirli dönemlerde basiretimiz bağlanıyor, bir takım ufak-tefek hesaplar üzerinden kendi deneyimlerimize sırt çevirebiliyoruz. İşte önümüzde 9 yıl önce gerçekleşen ve 19’u çocuk 34 insanımızın hayatına mal olan bir hadisenin nasıl cereyan ettiğini ve sorumlularının kimler olduğunu bugün de bilmediğimiz Roboski hadisesi. Bu hadisenin evlere şenlik meclis ve mahkeme safahatına girmeyi gereksiz görüyorum. Bizim vicdanları rahatlatacak işlerimiz olmalı. Adaleti gözetmekten, hakkı söylemekten ve hukuka riayet etmekten başka sürdüreceğimiz ulvi bir işimiz yok. Aliya’nın ifadesiyle düşmanımıza bile adalet borçlu olduğumuz bir dünyada öldürülen 34 vatandaşımızın hatırasına saygı göstermek, yakınlarının haklı taleplerine duyarlılık göstermek olması gereken olduğu gibi devletin devlet olma iddiasının da gereğidir. Bu iddiaya halel detirici davranışlar yerine 34 insanımızın acı ölümünü içeren hadiseyi açıklığa kavuşturarak geciken adaleti tesis etmek ve dolayısıyla devleti iddiasına uygun bir pratikle buluşturmak devleti ve toplumu bekliyor.
Yorumunuza sağlık hocam
Yorumunuza sağlık hocam
Yeni yorum ekle