Enteresan bir ülkede yaşıyoruz. Enteresanlık ülkenin fiziki durumuyla ilintili değil. Enteresanlık bizimle ilgili. Zihniyetimiz, kültürümüz, ilişkimiz vs. ile ilgili. Başımıza gelen bu korkunç deprem felaketinin ardından gösterdiğimiz tepkilere bakın. Bir anda sanki başımıza gelen felaketin sebebi bizler değilmişiz gibi hepimiz mevzuya ilişkin doğruları kabul eder, söyler hale geldik. Deprem uzmanlarının söylediklerini yetkililerden tutun sıradan vatandaşa kadar herkes tekrar ediyor. Herkes zeminin uygunluğuna işaret ediyor, yapı ve denetimin gerekliliğinin altını çiziyor.
Bir anda sanki başımıza gelen felaketin sebebi bizler değilmişiz gibi hepimiz mevzuya ilişkin doğruları kabul eder, söyler hale geldik.
Nasıl oluyor böyle, nasıl olabiliyor? Ciddi miyiz gerçekten? Böyle bir durum ciddiye alınabilir mi? Böyle bir varlık, bu nitelikte bir varlık, bu tarz bir ilişkide olan varlık için ne diyeceğiz? Bu tarz bir varoluş olabilir mi? Daha doğrusu bu tarz bir varoluşun, bu tarz bir ilişkinin, bu tarz bir kurumsal ve kamusal işleyişin doğal neticesi değil mi yaşadığımız deprem felaketi?
15 Temmuz kalkışmasının ardından ülkemizde herkes yine ani bir aydınlanma geçirmiş ve FETÖ’nün nasıl inanç esasları ve ilişki ağı itibariyle yanlış, kötü ve karanlık olduğunu anlayıvermişti. Olay olmuş, darbe kalkışması yaşanmış ardından ülkece herkes yaşanmış olan hadiseyi şerh etmeye başlamıştı. Benzer şekilde bugün de deprem felaketi yaşanmış, binlerce insanın hayatına, milyonlarca insanın evsiz kalmasına, haddi hesabı olmayan maddi zararlara uğradığımız bir afet/kriz anında devletin en tepesinden tutun normal vatandaşlara kadar herkes depreme ilişkin doğru teknik bilgiyi paylaşıyor, bu bilgi doğrultusunda iş ve işlemlerimizi yapmamız gerektiğinden bahsediyor. Sanki kalkışmadan önce FETÖ hadisesi üzerinden yaşadıklarımız bu ülkede yaşanmamış gibi, sanki depremin baş edilmesi güç bir felaket olarak bizi vurmasından önce deprem dolayımında bir yaşanmışlığımız hiç olmamış gibi.
Bu tip ani aydınlanmalarımız açık ki bir savunma mekanizmasının parçası olarak dile geliyor. Ortaya çıkan maliyetli durum karşısında her türlü sorumlu olanlar sorumluluklarının hesabını anlamlı bir şekilde vermek yerine meseleyi ve şüphesiz bağlantılı olarak sorumluluklarını da örtbas edecek bir taktiğe sığınıyorlar. Bu taktik de altını çizmeye çalıştığım üzere her türlü geç kalmış ve ömrünün ne kadar süreceği konusunda ciddi şüphe duymamız gereken ani aydınlanmadır. Tam da can evimizden vurulduğumuz ve bir anlamda işin işten geçtiği noktada adeta işle, başımıza gelen felaketle anlamlı bir yüzleşmeye, hesaplaşmaya imkân vermemek üzere bir doğrular, olması gerekenler pozitifliğinde takatsiz bırakılıyoruz. Artık ne FETÖ’ye yol veren yerleşik ilişkiyi sorgulayabiliriz ne de yerküre sisteminin işleyişini göz ardı ederek kendi ellerimizle nasıl sosyal-siyasal bir felakete dönüştürdüğümüz gerçeğini konuşabiliriz. Herkesin her şeyi bildiği ve gerçekten de doğru olan bu bilgiyi dolaşıma soktuğu bu pozitiflik söyleminde neye itiraz edeceksiniz, nasıl itiraz edeceksiniz?
Yaşadığımız şeylerin, başımıza gelen felaketlerin bir daha karşımıza çıkmaması için bu tip bir baş etme stratejisinin, bu tarz bir varoluş şeklinin, meseleleri kavrayışı “ani aydınlanma” şeklinde olan bu biliş şeklinin neye yarayacağını, ne kadar yarayacağını açık konuşmak gerekirse acı deneyimlerimizden biliyoruz. Bilindiği üzere en maliyetli ve kötü öğrenme yaşadıklarından öğrenmedir. Yaşadıklarımızdan öğrenme de başımıza gelen felaketten alınması gereken en mühim dersin yetkinlikle çıkarılması şeklinde düz bir mekaniklikte asla işlemiyor. Üstelik çoğunluğumuzun zannettiğinin aksine yaşadığından, başına gelen felaketten öğrenme çoğunlukla maliyetli olmanın yanı sıra kötü öğrenmedir, yanlış öğrenmedir. Biz öğrenmenin karşıtına kolayca öğrenmemeyi, bilmemeyi yerleştiririz ancak bunun çok yüzeysel ve basit bir okuma olduğu apaçık ortadadır. Kötülükten, yanlışlıktan, felaketlerden mekanik bir şekilde doğru öğrenme olsaydı, doğru ve kalıcı bir terbiyeden geçirilmiş olmak olarak gerçekleşseydi muhtemelen bugün yeryüzünde melekleşmiş insanlar yaşıyor olacaktı. İnsanlar yaşadıkları ortama, yaşadıkları yere, tabi tutuldukları muameleye, içinde hayat sürdükleri sosyal-kültürel-politik-ekonomik evrenin işleyişine benzerler. Çünkü onun tarafından kalıcı bir terbiyeden geçirilirler.
Dolayısıyla son dönemde yaşadığımız FETÖ kalkışması da, büyük deprem felaketi de kendi başlarına asla doğru eğiticiler-öğreticiler olarak değerlendirilemezler. Meseleyi yaşadıktan sonra meseleye ilişkin genel doğruları kollektif olarak tekrar etmek anlamlı bir öğrenmeden ziyade sorumluluk savmak, yaşadığımız acı gerçeklikle yüzleşmemektir. Depremin değil binaların öldürdüğünü söylemek, alana ilişkin makul ve meşru bilgileri sıralamak ancak yerleşik düzeni ve ilişki ağını yapısal bir şekilde gözden geçirmekle, sistemik dönüşümlere zorlamakla mümkün. FETÖ hadisesinde olduğu gibi meseleyi devlet-toplum ilişkisinden, devletin yapılanmasından, işleyişinden çıkardığımızda iş gizemli bir yapının, ezoterik inançların, karanlık-karmaşık ilişkilerin, akıl-ruh sağlığı yerinde olmayan bir delinin ulusal ve uluslararası bağlantılarla başımıza çorap örmesinin konforunda buharlaştırılabilir ancak. Nitekim daha önce yaşadığımız sayısız deprem faciasında, bu topluma kasteden sayısız vesayet girişiminde de mevzunun gereklerini yapmak, gerçeklikle yüzleşmek ve bu gerçekliği anlamlı bir dönüşüme uğratmak yerine Boudrillard’ın ifadesiyle kullandığımız “çaresiz stratejiyle” sisteme can suyu vermeye devam ettik. Ani aydınlanmanın gecikmişliği kendi başına zaten adından da anlaşıldığı üzere önemli boyutuyla gecikmiştir ve dolayısıyla çok da anlamlı değildir. Gerçeklikten bizi uzaklaştıran, onu perdeleyen dolayısıyla kendi nefsinde olanı değiştirme iradesini göstermekten alıkoyan bu tarz “ani aydınlanma” kendimize çektiğimiz ölümcül bir operasyondur.
Düşmanlarımızın çok ve sinsi oluşuna ilişkin bir anlatıyı ilişki ağımızda dolaşıma sokmaktan, dolaşımda tutmaktan büyük keyif alıyoruz ancak bu son felakette de ve felaketle baş etme şeklimizde de gördüğümüz üzere öyle pek düşmana ihtiyacımız da yok açıkçası. Kendi elimizle kendimize yaptığımız muamele yeter de artar bile.
Çünkü odaklanmamız gereken yere odaklanmıyoruz ve odaklanmamak için de elimizden geleni yapıyoruz. Türkiye’de yürütülmesi gereken bir sistem, bir devlet, bir devlet-toplum ilişkisi tartışması var. Biyografik hikâyelerde mevzuları buharlaştırmak yerine (müteahhitlerin aç gözlülüğü vs…) sisteme, sistemin işleyişine, sistemin bu şekilde işleyişine yol veren ilişkiye dikkat kesilmek durumundayız. Bunun için başımıza gelen her felaket bir çağrı aslında. Her suç, her felaket topluma yöneltilmiş bir sorudur. Aliya’nın ifadesiyle acı gerçeklerle mi yüzleşeceğiz yoksa tatlı yalanların avutuculuğunda, kendimize yönelik operasyonel bir hamle olarak kullandığımız “ani aydınlanma”nın öldürücü pozitifliğinde bir ileri iki geri yol almaya devam mı edeceğiz?
Yeni yorum ekle