Tarih bir kurgudur. Kabul etmek gerekir ki bu kurgu, -içinde bile olsanız- objektifliğin tamamıyla başarılabileceği bir alan değil. Duygulardan arınmanın imkansızlığı, tarih yazımında sevginin itici bir güç olarak kullanımını ön plana çıkarmış ve bunun sonucunda sevgiyi yok sayan değil, onu kontrol eden bilimsel bir yöntem geliştirilmiştir. Bu yöntem “pozitif objektiflik” olarak anılmaktadır. Bu yöntemi, kültürümüzde var olan “Yiğidi öldür hakkını ver” sözü ile özetlemek yerinde olur.
Ülkemizde ise tercih edilen yaklaşımdan biri, “hem öldürüp hem hakkını yemek” şeklindedir. Diğeri ise gerçek ile hayal arasında gidip gelen, sevgiyle yaklaşmaya sıkışıp kalma durumudur. Her iki yaklaşımın da ciddi bir eleştirel süreçten geçirilmeye ihtiyacı var. Oysa, ecdada duyulan sevginin sorgulanmasını tarihe muhabbetle yaklaşanların işi değilmiş gibi algılıyoruz. Elbette niyet bağcıyı dövmek değil üzüm yemek olmalı. Ancak, aklın sorgulayıcı tavrını bırakıp gözü kör romantikler haline dönüşmemiz, tarihi anlamamızı ve tarihin gücünden faydalanmamızı engellemektedir. Ciddi ama düzeyli bir eleştirel tavra ihtiyacımızı görmezden gelmeyi bırakmalıyız.
Bu açıdan bakıldığında Selçuklu için en temel yanlış, bu döneme ilişkin ikili mantık ile değerlendirmelerin yapılmasıdır. İkili mantıkta seçim siyah ve beyaz ile sınırlıdır. Selçukluyu gerçek anlamda sevebilmek için çoklu mantık gerekir. Çoklu mantık, Nasreddin Hoca’nın kadı hikayesindeki “sen de haklısın” hali ile özetlenebilir.
İkili mantık en çok halef-selef şeklinde Osmanlı - Selçuklu kıyasında karşımıza çıkıyor. Taraf seçmenin zorunlu olduğu bu yaygın anlayışın acilen gereksiz bir tercih mantığından kurtarılması gerekli. Selçuklu Oğuz Kınık boyu, Osmanlı Oğuz Kayı boyundan geliyor. Aynı evden çıkma iki kardeş gibi görmeli, ancak her ikisinin “farklı dönemin” medeniyetleri olduklarını da unutmamalıyız. Her ikisinin ortak özelliği “devlet” olma mantığıdır. Oysa, Osmanlıya devlet olma fikrini yakıştırırken Selçukluyu bu konuda daha zayıf görmekteyiz. Selçuklu Haçlı Seferleri ve Moğol İstilası gibi imtihanlardan geçerken esasen tıpkı halefi Osmanlı gibi “devlet” dirayetini hiç terk etmemiştir. Başarılı olmuştur, olmamıştır; doğru yapmıştır, yapmamıştır, bunlar tartışılabilir ama Selçuklu bir devlet anlayışına sahiptir. Selçuklu şans eseri tarih sahnesinde yer edinmiş bir “topluluk” değildir. Öncelikle Selçukluyu bu yönde hedefleri olan, bu hedeflere ulaşmak adına hazırlıklar yapan bir “devlet” olarak tasavvur etmemiz lazım.
Malazgirt Zaferi’ne bakışımız Selçuklu’yu “devlet” olarak göremediğimizin en büyük kanıtıdır. Malazgirt Savaşı’nı, geçerken kazanılmış bir savaş haline getirmek; anlık tercih ile kazanılan bir zafer gibi düşünmek, Selçukluya olan sevgimizin bir ifadesi ise sevgimizi gözden geçirme zamanı gelmiştir. Her şeyden önce Anadolu’ya geçiş, Selçuklu devlet politikasıdır. Çağrı Bey’in 1015 yılındaki akınlarıyla bu politika hayata geçirilmeye başlanmıştır. Sultan Tuğrul Bey’in desteklediği bu politika, yeğeni Sultan Alparslan ve oğlu Sultan Melikşah tarafından devam ettirilmiştir. Siyasi, askeri, ekonomik, sosyal ve kültürel olarak Anadolu’nun fethine yönelik bir plan dahilinde hareket eden Selçuklu, ileri karakol kaleleri olarak 1068 yılında Kars’ı, 1069’da Pozantı ve Palu’yu kontrol altına almıştır. Selçuklu devletinin dirayeti açısından Romen Diyojen ile Selçuklu elçisi arasındaki konuşma çoğunlukla gölgede kalır. Romen Diyojen “Sulh müzakerelerini Rey’de yapacağım. Ordumu İsfahan’da kışlatıp Hamadan’da sulayacağım.” demiş; Selçuklu elçisi de “Atlarınızın Hamadan’da kışlayacaklarından eminim, fakat sizin nerede kışlayacağınızı bilemiyorum” şeklinde karşılık vermiştir.
Tarihimizin dönüm noktalarından biri olan Malazgirt Zaferinin, “Selçuklu Sultanı Alparslan, Malazgirt Ovası’nda anlı şanlı Doğu Roma (Bizans) ordusunu yenmiştir.” şeklinde anlatılması bilimsel bir ifade değildir. Bu türden bir cümle kurmak Selçukluya ve hedeflerini anlamamak demek olur. Romantik sevgimiz, bu olguyu gerektiği gibi değerlendirmemizi gölgelemiş demektir. Oysa ki düşmanın gücünü abartarak zaferi yüceltmek nasıl yanlışsa, zayıf bir düşmanı yendiğimizi söyleyerek fetihleri de hasbel kader kazanılmış savaşlar konumuna düşürmek de bir o kadar yanlıştır. Bu İstanbul’un fethi için de geçerlidir. Bizansı paranteze alıp Doğu Roma demek de aynı yanlışa işaret eder. Antik Roma, dünya tarihinde etkili ve güçlü bir yere sahiptir. Bu mirası Doğu Roma devam ettirmiştir. Bizans ise Antik Roma ile Doğu Roma’yı birbirinden ayırmak adına Avrupalı tarihçilerin, Konstantinopolis’in kurulduğu yerde daha önceden var olan Byzantion adlı yerleşimden türettiği bir kelimedir. Bizans kavramı, Roma mirasını devam ettiren bir medeniyetin zihinlerde canlanmasını engelliyor. İster 1071’de Malazgirt Ovasında ister 1453 İstanbul surları önünde olsun, kimse Bizans diye bir yeri, Bizanslı diye birini tanımıyordu. Roma toprakları üzerinde yaşayan Romalılar vardı ve Roma topraklarını fethettiği için Anadolu Selçuklular kendilerine Selçuk-i Rumi demişti.
Israrlı bir şekilde Selçuklu için bir devlet anlayışına sahip olmadığını söylemek bizi gerçekleri doğru anlamamaya itecektir. Ayrıca bu yaklaşımla yaptığımız değerlendirmeler de övgüden çok yergi durumuna bizi götürmektedir. Malazgirt Zaferi’ndeki Selçuklulara özgü askeri bir taktik olarak turan taktiğinin kullanılmasını göz ardı eden yaklaşımlar için de bu geçerlidir. Doğu Roma (Bizans) ordusunun defalarca kullanılmış turan taktiğinden haberdar olup olmadığı tartışılabilir. Bu taktiğin işe yaramasını şansa bırakan bir Selçuklu algısı ise kabul edilemez. İstihbarat çalışmaları ile Doğu Roma (Bizans) ordusunun içindeki Peçenek ve Uzları kendi safına çeken, böylece turan taktiğinin işlemesini bir anlamda garanti altına alan ve Peçenek-Uzların peşlerinden Doğu Roma (Bizans) ordusunun geri kalanını sürüklemesini sağlayan Selçuklunun taktik ustalığını göz ardı etmek bilimsel bir anlayış değildir.
Selçuklunun fetih hedefleri arasında Konstantinopolis’in olduğunu kabul etmeliyiz. Nitekim Malazgirt Zaferi’nden 4 yıl gibi kısa bir zaman sonra İznik şehrini alıp başkent yapması bu hedefin açık bir ifadesidir. Öte yandan Selçuklunun bir devlet anlayışı çerçevesinde mali ve ticari konularda da gerekli dikkati gösterdiğine şahit oluyoruz. Sultan Alaeddin Keykubat Konya Kalesi onarımı sözkonusu olduğunda ilk önce muhasiplerini göndermesi bu dikkatin bir örneğidir. Selçuklu’nun şehirler arasında sayısız kervansaray inşasındaki strateji ile fetihlerindeki ekonomik yaklaşımı da bunu göstermektedir. Bu çerçevede uluslararası ticarette söz sahibi olmak için Sultan Alaeddin Keykubat’ın Trabzon ile Karadeniz’e, Alanya (Alaiye) ile Akdeniz’e açılma gayreti zikredilmeye değer bir başka stratejik inceliktir.
Selçuklu’nun bir devlet anlayışına sahip olduğunu öngördüğünüzde, içinde göçerler olduğu kadar, çok önceden şehirleşmiş bir nüfusun varlığını kabul etmek, Selçuklunun siyaseti, ticareti, mimariyi, sanatı ve bilimi Anadolu’ya gelerek öğrendiği ezberinden sıyrılmak anlamına da geliyor. Selçuklu değişime ve kültürel etkileşime açık olduğu kadar öz değerlerini de devam ettirmiş Ortaçağ dünyasının en nadide medeniyeti olarak karşımızda durmaktadır. Bu açıdan Selçuklu kültür ve sosyal yaşamı ile mimari ve sanatına olan romantik yaklaşımımız da tartışmaya açılmalıdır. Bir sonraki yazıda bu amaçla, Selçuklu sanatı ve mimarisini algılamaktaki sıkıntılarımıza değinmeye çalışacağız.