TAŞRA HALLERİ-1: Alacağın Olsun Ankara!

14 Kasım 2021

 

Bir kasaba çocuğu olarak büyümüş, iki taşra şehrinde geçen yatılı okul yıllarından sonra Ankara’ya gelip Fakülte’ye kayıt yaptırarak nüfusu iki milyonu aşan bir şehirde kaybolmuştum. O iki taşra şehrinde farkına varamadığım şeyler, bu büyük şehirde olanca ayazıyla insanın yüzüne çarpıyordu. Tanımadık yüzlerin aktığı kalabalık cadde ve meydanlarda, tıklım tıkış belediye otobüsleri ve dolmuşlarda, çoklu bloklardan oluşan öğrenci yurtları ve apartmanlarda… beni neyin bu kadar bunaltıp incittiğini yıllar sonra anlayacaktım. O vakitler farkına bir hayli geç vardığım şey şuydu: Benim yaşamağa alışkın olduğum mekânlarda, insan herkesi tanımasa da, tanıdık yüzler görürdü. Hele kasabalarda hayat, tanımadık bir sima ile karşılaşmanın nadir yaşandığı bir şeydi. Yüzüne bakılmayacak kadar olumsuz hisler beslediklerinizi bile tanırdınız. Oysa büyükşehir denen bu dünya, bir tanımadık yüzler cangılıydı.

İyi de, bunun beni bu kadar incitmesi nedendi, niye bu kadar yoruyordu beni bu sıradan gerçek? Nihayet anladığım şuydu: Ben küçük taşrada, tanıdığı yüzlerden ibaret bir “aşina dünya”nın sıcaklığı ile yoğrulmuş bir insandım. Bu demek değildi ki, küçük taşrada bütün simalar size gülümser; aksine, nizalar, hasetlikler, fesatlıklarla parçalanmış bir dünyaydı küçük taşra. Ama olsun, bir insanın sizi gördüğünde somurtması bile o kişi için –olumsuz ve hatta düşmanca olsa bile– “anlamlı bir kişi” olduğunuzu gösteriyordu. Oysa büyükşehir, insanların çehresine gülümsemekten, görmezden gelmek veya somurtmaktan, tiksinti veya nefretten eser barındırmayan bir matlığın, sana bir anlam yüklemediği ölçüde kendi simasına kalın bir otel perdesi gibi astığı bir anlamsızlığın, duygudaşlıktan eser barındırmayan bir ölgün suratlılığın damga vurduğu, “insanlığı azalmış bir mekân”dı.

Bir kasaba çocuğu olarak anlamdan ve ışıltıdan soyunmuş binlerce çehrenin çalkalandığı bu “azalmış insanlık deryası”nda kulaç atarken yoruluyor, bu benim için anlamsız simaların birbirleri için de anlamsız olmaktan rahatsızlık duymadıkları abartılı dalgalar arasında bata çıka boğuluyordum. Bu çalkantılı dünyanın beni incitmekten öte paramparça etmesinin asıl nedeni, suratıma bakan her simanın bana bir tanışıklık ve anlam atfederek belirli bir duygu yansıttığı o kasaba dünyasından mahrum bırakmasıydı. Büyükşehir’e yeni gelmiş taşralı açısından can yakan asıl gerçek, o mat, anlamsız ve ölgün suratlılıkları ile binlerce insan için kendisinin de anlamdan yoksun, duygudaşlıktan arınmış, isimsiz, kişiliği ve değeri önemsiz bir beşer siluetinden ibaret varlığa dönüştüğünün farkına varmaktı.

Birkaç nesilden beri şehirde yaşayanların bu anonim kalabalıklar ummanında tanıdık bir yüze rastladıklarında yaşadıkları “olağan tanıdık karşılaşması”ndaki minimal sima ferahlamasına karşılık, taşradan tanışık iki insan birbirine rastladığında, “vaaay hemşerim, sen nereden çıktın be!” afallamasından tutun da, “ula emmoğlu, nerelerdeydin sen!” diye birbirinin boynuna sarılmalara ve hatta birbirlerine çok yakın iseler sarılıp ağlaşmalara varan maksimal tepkilerinde açığa çıkan şey, büyükşehrin bu soğuk gerçeğiydi. Büyükşehir, soğuk yüzlü bir varoluşu ve sıcak yüzle karşılaşma ihtimalinin asimptotik sıfırlanmasını kanıksama uzayıydı. Şehirliler ayaküstü iki laf ederek birbirlerinden ayrıldıkları halde, taşralılar bu ayaküstü laflama ile yetinemezler, birbirleri ile “hasret giderme”den ayrılamazlardı öyle.

Bu, elbette, iki taşralının da birbirine yakın bir kent deneyimine sahip olmasına ve azalsa da hala şehrin soğuk yüzlülüğünde yitirdikleri o sıcak temasa, benzer ölçüde hasret duymalarına yol açan “eş boyutlu taşralılık” halinde mümkündü. Hâlbuki şehre yeni gelmiş bir taşralı, uzun zamandır şehirde yaşayan bir taşralı tanıdıkla karşılaşır ve onun artık kanıksadığı “olağan tanıdık karşılaşması” tepkisine ve ayaküstü laflamanın ılık-serinliğine maruz kalırsa yaşadığı hayal kırıklığı ne kadar inciticidir. Acemi taşralı için bu, bir küçümseme, kendinden saymama, sırnaşacak bir zavallı yerine koyarak yüz vermeme… anlamlarının zihinde çalkalandığı bir travma yaratır. Uzun zaman önce şehre gelmiş bu tanıdık kısa bir laflamadan sonra onu öylece sokak ortasında yüzüstü bırakıp kalpsiz ve insanlıktan nasipsiz bir soğukkanlılıkla terketmiş olmaktadır. Alacağın olsun lan Maaamıt, sen de mi şeherli oldun!

Ankara’nın bu büyükşehir soğuk yüzlülüğü çalkantısı içinde bir iki yıl ağır bir biçimde yaşadığım incinmişliğin ortasında akademisyen olmağa karar vermiş, Din Sosyolojisi’nde karar kılmıştım. Türkçe Din Sosyolojisi metinlerinde bana karman çorman gelen şeyleri aşmak için nihayet Sosyoloji çalışmaya başladığımda, hangi kitapta okuduğumu uzun süre hatırlayamadığım bir kavrama rastladım, hatta rastlamadım, tosladım: Uygar kayıtsızlık.

Hani İsmet Özel mısralarındaki o tiksinti dolu aşağılamayla şehrin insanından alınan intikamı sanırım hatırlarsınız:

“şehrin insanı, şehrin insanı, şehrin 
kaypak ilgilerin insanı, zarif ihanetlerin
şehrin insanı, şehrin insanı, şehrin
bozuk paraların insanı, sivilcelerin
şehrin insanı, şehrin insanı, şehrin
pahalı zevklerin insanı, ucuz cesaretlerin”

 

İşte “uygar kayıtsızlık” kavramı bu taşralı intikama kışkırtılmışlığın kaynağındaki tecrübeyi “steril sosyal olgu” diliyle kavramlaştırıyordu. Modern kent hayatı, karşılaşan kentlilerin davranışında kendini şöyle ele veriyordu: Şehrin insanı, uzaktan birbirini farkettiğinde anonim bir ilgililikle birbirini süzse de yaklaşırken birbiriyle hiç ilgilenmiyormuşçasına geçip gider birbirinin yanından. Bu kayıtsız tutum, modernliğin getirdiği bilinçli bir ilgisizlik, kasıtlı bir kayıtsızlık davranışıdır.

Sonradan asistanlığımı tamamlayıp Kırıkkale’de Sosyoloji dersleri verirken okutmaya karar verdiğim Giddens’ın Sosyoloji kitabında yeniden rastladığım bu kavram, benim üç-beş yıla yayılan taşralı sancılarımın ne kadar duygusuz bir anlatımıydı. Fakat artık hoca olmuş, o uygar kayıtsızlığı kanıksamış, tuhaf bir “hormonlu taşra” olarak Kırıkkale’de çalışmağa başlamış ama Ankara’da yaşamağa devam etmiştim. Dile kolay, 12 yıl günlük gidiş gelişlerle de olsa Kırıkkale’de çalışmama rağmen toplamda çeyrek asır Ankara’da yaşadıktan sonra bu 12 yılımı Kırıkkale yollarına döküp saçarak Balıkesir’e hicret ettim. Ankara’yı hiç sevemedim ama fena halde alıştığımı Balıkesir’deki afallamalarımla fena halde anladım. Elveda Ankara, merhaba Balıkesir.

 

Yeni yorum ekle

Plain text

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.

İstatistikler

Bugün Toplam Toplam
0 kez görüntülendi. 325 kez görüntülendi. 0 yorum yapıldı.