Devlet aklı, devletlerin varoluşlarına kadar geriye götürülebilecek bir kavram olarak telakki edilir. Hâlbuki bugün anladığımız şekliyle kullandığımız devlet aklı kavramı 16. yüzyılda kendini bulmaya başlar. Batı’da insanın kutsallığının keşfi ile devlet, dini öğretilere bağlı yapıların tekelinden kurtarılmak suretiyle seküler bir yapıya dönüştürülmeye başlandı. Devletin Tanrı değil de insana hizmet eder hale gelmesiyle birlikte, mevcut tüzel kişiliğinin yeniden tasarlanması gerekti. Devleti sahiplenen küçük bir grubun çıkarlarını kutsayan devlet aklı böyle bir gerekliliğin sonucu olarak çok sistematik ve hızlı bir şekilde kurumsal yapılara sirayet etmeye başladı.
Bu şekliyle devletin ruhunda tesis edilmeye çalışılan husus, iktidara hâkim küçük bir zümrenin haklarını korumanın ötesinde bir şey değildi. Devlete sahip çıkan zümrenin bu sahipliği nesiller boyu sürdürebilme arzusu ise devlet aklının kurumsal hale gelmesini sağladı. Bu şekliyle Batı’da devlet aklı insanı tanrısallaştıran bir iradeyle ortaya çıkmış ve her dönem kendini yenilemiş örtülü bir toplum sözleşmesidir.
Devlet aklı her ne kadar küçük bir zümrenin haklarını korumak için geliştirilmiş olsa da esasında halkın devlete olan ihtiyacından dolayı bu sözleşme yüzlerce yıldır kesintisiz bir şekilde devam eder. Bu da halkın devleti kutsal bir yapı olarak görmektense “gereklilik” olarak kabullenmesini sağlamıştır. O halde devleti anlamaya çalışırken “kutsallık” ve “gereklilik” kavramlarının taraflarca ne anlam ifade ettiğinin ziyadesiyle iyi anlaşılması gerekir.
Devleti mülkiyeti olarak gören zümre bu kutsallığı korurken, halkın “gereklilik” ihtiyacına da ziyadesiyle saygı göstermişlerdir. Bu uyum içindeki süreç, devlet nezdinde her iki kesime de ihtiyaçları olan yaşam tarzını sunmaya devam ediyor. Bu nedenle Batı’da insanlar herhangi bir dinî ve millî endişelerini gündeme getirmeden devleti kutsamak yerine onu saygıyla sahipleniyorlar.
Kendilerine bir isim bulmak suretiyle ortak değer ve kültürler oluşturabilen ve dünyanın sayılı etnik yapılarından birisi olan Türkler de kurdukları devletlerde çok net bir dinî motivasyon kaynağı oluşturmuşlardır. Orhun Abidelerinde çok açık bir şekilde gördüğümüz bu dinî kutsanmışlık Türk toplumu tarafından da ziyadesiyle kabul görmüştür.
Batı’daki gibi bir Rönesans ve reform yaşamayan Türkler, kurdukları devletlerin sözleşmelerinde binlerce yıldır herhangi bir tereddüt yaşamadılar. Çünkü Türklerde devleti kutsal yapan şey insanın kutsallığına dayanır. Lakin bu asla Yaratıcıyı öteleyen ve insanı tanrısallaştıran bir kutsallık değildir. Sadece insan olmaktan ve insan gibi yaşamaktan kaynaklanan bir kutsallıktır. Bu nedenledir ki kurdukları devletler ne dini sömüren bir grup tarafından ne de insanı tanrısallaştıran bir akıl tarafından yönetilmiştir. İnsanın kutsallığı devletin ruhunda tecelli etmiş ve böylece toplumla yönetici elit arasında hatırı sayılır bir uyum sağlanmıştır.
Devletleri kuranlarla yönetilenler arasındaki ilişki devlet ve toplumsal aklı eş zamanlı ve oranlı bir şekilde yapılandırdı. Hatta çoğu zaman kolektif (toplumsal) akıl devlet aklının ötesine geçmek suretiyle toplumun her hal ve şart altında bir devlet çatısı altında var olmasına vesile oldu. Zira devleti yöneten egemen grup kendi varlıklarının sürekliliğinden ziyade toplumlarının varlığını öncelemiştir.
Türkler var oluşlarına dair kodları yalnızca devletin tüzel kişiliğinde şekillendirmedi. Zira devletlerin vakti gelip yıkıldığında onun yenisini kurabilecek bir topluma ihtiyaç duyduklarını her daim akıllarında tuttular. Hal böyle olunca Türkler farklı dönem ve mekânlarda çok rahat bir şekilde devlet kurabilme yeteneklerini asla kaybetmediler. Mısır’da bir Türk cariyesi olan Şecerüddür hanımın Memluk devletini kurmasının ardındaki güç ve sır da buradan gelir. Yıkılmakta olan bir imparatorluğun içinden Türkiye Cumhuriyeti Devletini kuran da yine bu toplumsal akla sahip Türklerdi. Öyleyse Türklerin çok rahat bir şekilde devlet kurabilmelerinin altında yatan genetik kodların kolektif akıllarına kazınmış olduğunu söyleyebiliriz. Bu aklı devletin kodlarına işlemediler, zira devletin yıkılması sahip olunan değerlerin yok olması anlamına gelirdi. Hâlbuki insanların zihinlerindeki devlet ve varoluş düşüncesi nesiller boyu sürdürülmek suretiyle binlerce yıldır ayakta tutulabiliyor.
Türklerin bu özelliği onlara illaki bir devlet yapılanması içinde var olmalarını şart koşmamış, toplumsal değerlerin korunmasını öncelemiştir. İnsanın kutsallığı ve korunmasından kaynaklanan bu düşünce devlet kuramamış Türk topluluklarına da kendi yaşam alanlarında hatırı sayılır bir saygınlık vermiştir. Hali hazırda Müslüman, Hristiyan, Yahudi ve Şaman Türklerinin varlığı dünyada eşi benzeri olmayan bir toplumsal hafıza ve kültürün eseridir. Bunu birileri zafiyet veya gereksizlik olarak telakki etmiş olabilir. Ancak Türk toplumunun değerlerini anlayabilmek bu çok kültürlülüğü çözmekten geçer.
Bu uyum ve birlikte yaşama kültürü Türkleri etnik bir milliyetçiliğin ötesine taşıyarak, farklı din ve kültürlerle birlikte medeniyet kurabilme yeteneğini ortaya çıkarmıştır. Lakin bu birlikte yaşama kültürü asla sahip oldukları birikimlerin yok olmasına vesile olmadı. Bilakis birlikte yaşadıkları diğer topluluklar bu yaşanmışlıkları kendileri için bir kazanç olarak gördüler.
Gelelim sadede. Günümüzde sosyal medya ile yönlendirilen kitle din, dil ve kültürleri yerle bir edecek kararlılıkla hareket ediyor. Böylesi bir süreçte egemen devlet ve sistem aklı ulusal yapılara dair her şeyi yeniden tasarlama arzusunda. Ulusa ve devlete ait yerel bütün değerler yakın bir gelecekte kitle kültürünün etkisiyle yönlendirilecek. Özellikle uluslararası göç hareketleri ulusların yeniden tasarlanması sürecinde önemli bir görevi ifa edecek.
Yerel devlet akıllarının uluslararası sistem aklına entegre edilmesi, devletlerin tüzel ve ruhsal kişiliklerini dönüşü olmayan bir şekilde yeniden yapılandıracak. Tam da böylesi bir süreçte devlet aklını kutsamanın yerine kolektif (toplumsal) akılları kutsayarak hareket etmek artık bir zorunluluk olarak karşımıza çıkmakta. Zira devlet aygıtını ve ruhunu etkilemek toplumsal hafızayı etkilemekten çok daha kolay. Ancak toplumların yönlendirilmesinin de imkânsız olmadığını hayretler içinde izliyoruz.
Son dönemde kadim bazı topluluklar toplumsal akıllarını kutsayarak hareket etmenin gerekliliği içinde hareket ediyor. Aksi takdirde gelecek on yıllar içinde varoluşlarına dair çok yapısal kayıplar yaşayacaklarının farkındalar. Türkler de devletin hayati gerekliliğini unutmadan, Yaratıcının bir kulu olarak insana ve akla kıymet veren bir bakış açısıyla hareket edecekler. Zira böylesi bir metodoloji hali hazırda çok daha geniş bir kitle ve coğrafyayı da doğal olarak etkisi altına alabilecektir.
Türklerin uluslararası müesses nizamın alternatif güçlü bir parçası olarak hareket etme hususundaki arzusu, gelecek dönem uluslararası politik açılımlarına da yön verecektir. Bu şekilde düşünen toplumların muhtemel işbirliği, kitle kültürüne alternatif bir yapı oluşturabilir mi? bunu zaman gösterecek. Toplumsal hafızalarını kullanan toplumların her halükarda yollarının kesişmesi bir zorunluluk gibi görünüyor. Toplumsal akla dönüş, dünyanın her yerindeki Türklerin, bulundukları devletlerin ötesinde bir akılla hareket etmelerinin temel motivasyonu olacak.
Türkler şu an hafızalarında en az beş bin yıl geriye gidecek bir birikimle yaşıyor. Bunca yoğun bir geçmişin hangi dönemlerinin Türklerin gelecek vizyonunu oluşturacağı hususu sanıyorum kilit bir soru olacak. Bu geçmişin yönlendirilmesi bir kazanç olabileceği gibi kabul edilemez dönüşümlerin de başlangıcı olabilir. Yeniden varoluş gayretleri yok oluş handikaplarını da bünyesinde taşıyan bir zehirdir. Türkler bu zehri ya bir aşı olarak kullanmayı başaracaklar ya da zehirlenmenin bedelini ödeyecekler. Bünyeleri böylesi bir tehlikeyi kaldırabilecek güçte olsa da bu zaman kaybına tahammülleri olacak mı bilinmez.
Yeni yorum ekle