Tevatüre göre Babil’de parçalanan “dil” her ne kadar bugün İngilizce etrafında toplanıyor gibi görünse de zihinsel kaosu büyütmeye devam ediyor. İnsan kusursuz “bir” formda yaratılmış olsa da insanoğlu çok “çeşitli” formlarda yaşayıp inanıp düşünüyor. Bu çeşitlilik bilgi ve medeniyetin kaynağı olduğu gibi büyük bir kaosun da kaynağını oluşturuyor.
Hayat olağan akışında devam ederken, “görece” refah zamanlarında zihnin işleyişi ile savaş ve göç zamanlarında büyük felaketler sırasında zihnin işleyişi birbirinden farklıdır. Büyük felaketlerde zihinsel nabız yükselir. Zihin mevcut “referansları”yla alışageldik bağlar kurup anlaşılabilir çıkarımlar yapamadığında yönsüz, dağınık ve hızlı bir devinim başlar. Zamana şahit olduğumuz bu günlerde zihinsel manzara ürkütücü bir durumda. Mevcut durumu “zihinsel kaos” şeklinde ifade edilebiliriz.
Yüksek zihinsel nabızla yapılan analizler, tespitler, çözümlemeler, gelecek projeksiyonları, tahminler; her şey iç içe geçmiş halde. Çoğu kendi içinde tutarlı, gerekçeleri ve önermeleri makul, bir kısmı marjinal bir kısmı romantik bir kısmı rasyonel. Bunun doğurduğu şey müthiş bir zihinsel kaos. Bu zihinsel kaos iletişim teknolojisinin imkanları sayesinde tarifi mümkün olmayan bir kakofoniyi besliyor.
Bu sefer Nuh’un gemisinde Nuh da yok pusula da. “Herkes” dümene sarılmış durumda.
İçine düştüğümüz zihinsel kaos aslında insanoğlunun dille münasebetiyle doğrudan ilgili bir durum. Çünkü varlığı insan kılan şey dil. Dili, akıl ve idrakten daha kritik kılan şey; akıl ve idrakin işleyişini şifrelere kodlara dönüştürmesi, bilgiyi-fikri kodlaması, onların sınırlarını belirlemesi, onları aktarıp geliştirmesi. Dilsiz bir akıl belki korku ve heyecan halinde işlevsel olabilir, orada da akıl mı his mi daha belirleyicidir, tartışılır. Dil yoksa akıl topal olur.
Zihinsel kaosta dilin etkisini anlamak için dilin işlevine kısaca değinmek gerekir.
Gördüğünüz şeyin bir “telefon” olduğunu anlamak için zihninizde “telefon” göstergesi ile kodladığınız bir kavram olması gerekir. Tanımını, sınırlarını, özelliklerini bildiğiniz bir kavram olarak “telefon” zihninizde yoksa gördüğünüzün bir “şey” olduğunu anlarsınız, ancak onun ne olduğunu anlamaz ve “Bu nedir?” diye sorarsınız. Ancak o “şey”i gördüğünüzde “Bu nedir?” sorusunu sormadan “Bu bir telefondur” diyorsanız o zihninizde daha önceden var olan bir “kelime” sayesindedir. Demek ki çevremizi, olayları, soyut-somut kavram ya da nesneleri anlamak-kavramak ancak sahip olduğumuz “kelimelerle” mümkündür. Aklın “anlayıp kavrarken” kullandığı en önemli vasıta olan kelime yoksa insandan da insanlıktan da insana dair diğer üst kavramlardan da bahsetmek olanaksızdır. Bu bağlamda; kullandığımız kelime sayısı, bu kelimelerin doğru kelimeler olup olmadığı, kullanılan kelimelerin anlamlarına vukufiyet, çevreyi ve yaşananları anlayacak “kelimelere” sahip olunup olunmadığı ve kelimelerin-kavramların ait oldukları kültür ve medeniyetlerin farklılığı gibi hususlar en az kelime dediğimiz hayati vasıta kadar önem arz eder.
Kelimeler bilgi ve düşünceyi muhafaza edip aktarmanın dışında içinde doğdukları toplumların zihinsel hücreleridir. Bu zihinsel hücreler içlerinde doğdukları tarih ve toplumun olumlu olumsuz izlerini taşır. “İnsanlık” derken bir bütün algısı ortaya çıksa da tarihin belli bir noktasından itibaren bir bütünlükten bahsetmek olası değil. Her toplum kendi macerasının ürünüdür. Ve kelimeler içlerinde doğdukları toplumun zihinsel hücreleri olarak o toplumun inançtan sanata bilgiden hurafeye dek tüm unsurlarının izlerini taşır. Bu bağlamda insan düşündüğü kelimelerle hayatı anlamaya çalışırken aslında o kelimelerin yükünü de taşımak zorunda kalır. Bu yükün mahiyeti kelimenin aidiyeti ile doğrudan ilgilidir. İnsanlık diye tek parça bir “bütünden” bahsetmenin mümkün olmadığından hareketle “biz”e yabancı kelimelerle “biz”i anlamaya kalktığımızda doğru sonuçlara ulaşıp ulaşamayacağımız, “biz”im sorunlarımızı çözebilecek “evrensel kelimeler”in var olup olmadığı, varsa bu kelimelerin karşılıklarını “bizce” anlamının ne olduğu ve bu kelimelerle hayatı anlamanın ne kadar mümkün olduğu tartışmalıdır. “Evrensel” adını verdiğimiz ve üst standart olarak kabul ettiğimiz kavram; fen bilimleri ve teknoloji haricinde sosyal meselelerde, inanç, ahlak gibi alanlarda da bir standardize etme gücüne ve hakkına sahipmiş gibi durur. Eşitlik, özgürlük, demokrasi gibi tanımlarında barındırdıkları nihai hedeflerin gerçekleşmesi mümkün olmayan bu ve benzeri kavramların vadettikleri şeylerin pek yakında gerçekleşmesi mümkün şeylermiş algısını kitlelere “evrensel” değerler olarak boca ettiğinizde sonuç hayal kırıklığı ve bundan doğan büyük öfke olur. Sözlerden putlar haline dönüşen bu ve benzeri kavramlar asla tartışıl-a-maz kavramlardır. Tüm tartışmalar bu kavramların “taraflarca peşinen kabul edilmesinden sonra” başlar. Haliyle de o tartışmalardan doğacak ve insanlığı “aydınlık yarınlara” götürecek sonuçlara bir türlü ulaşılamaz. Sosyal meseleler mütalaa edilirken söze “bilimsel olarak” diye başlayan taraf bir “ayet”e atıf yapıyormuş gibi tartışmaya galip başlar. Üstelik bu atıf rakamlarla destekleniyorsa kesin kabul görür. Mesele hakikatin ne olduğunu anlama çabasından çok tarafı olduğu “evrensel” değerlerin “hakikat olduğu” kabulünü muhatabına kabul ettirmektir. Kendi içinde bu felsefi tartışmayı henüz sonlandıramamış olan “evrensel” kavramı “biz”im açımızdan bir “yabancılaşmanın” da konusudur. “Evrensel” bir perspektife sahip oldukları iddiası ile Türk aydını hem bu perspektifin bir üst standart olduğu inancıyla hem de kendi toplumuyla aynı dil kaynağından beslenmiyor olması sebebiyle yabancılaşır. Fransız kaynaklı Türk modernleşmesi tüm kavram ve terimlerini Batı’dan alır ve kendi kadim medeniyetini bir oryantalist tavrıyla kavramaya çalışır. Bu yabancılaşmadır.
Hayatı anlarken kullandığımız dilin kaynağı; ağırlıklı olarak aile, çevre, varsa eğitim süreçleri ve kişinin yaşam tecrübesidir. Bu kaynakların “hakikati” anlama ve kavrama yeterliliği kişinin de yeterliliğini belirler. Bu kaynaklar içinde var olan dil, tabi süreçlerde gelişebileceği gibi genellikle kaynaklara müdahale edilir, süreçler belirlenir, süreçlerin aktörleri kendi hallerine bırakılmaz. Aslında dil yazıya döküldüğü andan itibaren daha güçlü bir dönüştürücü, biçimlendirici mahiyet ortaya koyar. Dolayısıyla da yazıya dökülmüş dil manipülatif bir gücü içinde barındırır, çoğu zaman da manipülasyon için kullanılır. Dil tabi bir süreç içinde değil de kaynaklarının kontrol edildiği, sınırlandırıldığı, yönetildiği süreçlerde gelişiyorsa buna maruz kalan insan manipülasyonun nesnesi haline dönüşür. Orada hür bir insandan hür bir zihinden bahsetmek zordur. Hür bir zihin ve onun vasıtası “doğru” bir dil yoksa insanın hakikatle bağı da kopar.
İnsanın hakikatle bağının kopması, hakikatin örtülmesi, gizlenmesi, yok sayılması ve onun yerine kalabalığın hoşuna giden bir “gerçekliğin” ikame edilmesi durumu son zamanlarda simulakr, simülasyon, post truth gibi kavramlar etrafında anlaşılmaya çalışılmaktadır. Bu kavramların karşıladığı durumlar aslında insanlığın yüz yıllardır şahit olduğu durumlardır. Yer çekiminin Newton’dan önce de var olması ancak onun tarafından keşfedilmesi gibi, Tesich ya da Keyes’ten önce de post truth Jean Baudrillard’dan önce de simulakrlar şiddet ve biçimleri değişmekle birlikte hep var olan şeylerdi. Bu kavramların aktör ve araçları, şiddet ve biçimleri, yaygın ve yerleşik bir durumda olmaları zaman içinde gelişmiş, günümüzde bir çok değişkenle birlikte oldukça belirleyici olmuşlardır. Artık bunların birer kavrama dönüşmesi entelektüellerin üzerinde ittifak ettikleri bu kavramlarla analiz yapıp projeksiyon geliştirmesi daha kolay ve verimli olacaktır. Yaygın ve yerleşik durumun kavramlaştırılması zihin dünyamız açısından oldukça önemli bir aşamadır.
İçinde bulunduğumuz noktada toplumların zihinsel durumunu belirleyen post truthun şiddetinin artması hayatın simulakrlarla dolması yaşam algısını belirleyen iklimin “içi içe geçmiş simülasyonlar” olmasının üzerinde durmak gerekir.
İnsan zihninin “hakikatle” bağının kopması Gasset’in tespitiyle “kitlenin merkeze yığılması” ve bu gün tek belirleyici olan “post truth”un sahnede görünür olmasıyla başlar. Rene Guenon “rasyonalizmin rölativiteyi doğurduğu ve rölativitenin de rasyonalizmi yıktığı”ndan söz eder.(1) Modernizm “insan”ı merkeze oturtur, merkezinde “insan” olan bir dil inşa eder ve o “insan” gün gelir rasyonel-modern düşünceyi yıkar: Post truth. Burada kritik nokta her ne kadar elitist bir perspektif de olsa Ortegya Gasset’in yaptığı “kitlenin merkeze yığıldığı” tespitidir. Gasset “merkezi insan olan” modern süreci “yetenek ve kabiliyetleri alelade olan kalabalık kitlenin – ki bunu yığın şeklinde anlamak da mümkündür- merkeze yığılması” şeklinde anlar. İlk bakışta değersizleştirici bir perspektif gibi görünse de kesinlikle üzerinde düşünülmesi gereken bir bakış açısıdır.
Kitleyi merkeze yığan şey sadece sanayi devrimi sonrası kapital, iş gücü, üretim kavramları değildir. Aynı zamanda “meşruiyet” kaynağının el değiştirmesi ya da yer değiştirmesi ve bu sırada üretilen yeni dil-söylemdir. Merkeze yığılan kitle her ne kadar “eğitilerek” arzulanan bir “tip”e dönüştürülmeye çalışılsa da istenilen hedefe ulaşılamadığı görülmektedir. Kitlenin, kendisini “istendik” biçimde dönüştürmeye çalışan “dili” etkisizleştirdiği hatta ona hükmettiği de söylenilebilir.
Batı’da endülüjansla “daha iyi bir geleceği” öteki dünyadaki cennette vaat eden, aksi bir durumu engizisyonlarla dünya cehenneminde yargılayan kilise “meşruiyet” kaynağı olma pozisyonunu kaybedince “meşruiyet ”in başına bu dünyada “daha” “ileri”yi vadeden modern dil-söylem oturur. Rönesans, reform, hümanizm, rasyonalizm, liberalizm hülasa “insan”ı merkeze oturtan yeni bir dil- söylem.
“İnsan” “meşruiyet”i tanrıdan-kiliseden alıp “meşruiyet “in merkezine oturunca “kitle de merkeze yığılır”. Ve yeni dil artık bu çatışmanın etrafında oluşmaya–gelişmeye başlar. Merkezin kitle tarafından işgal edilmesi de kendi meşruiyetlerini kitle üzerinden var edecek “güçler” için prost truth araçlarının, simulakrların ölçüsüzce kullanılacağı, nihayetinde rasyonalitenin–modern düşüncenin kitlenin arzu ve istekleriyle beslenen psot turtha mahkum olması sonucunu doğurur. Yani artık tek belirleyici yığının haz, konfor, şehvet arzusudur ve bu bağlamda gelişen “yığın neyi doğru sayıyorsa” o gerçektir.
Peki, nihayetinde bir Pirus zaferine dönüşen bu savaşın taraflarından “tanrısal dilin” vaadiyle “bilim dilinin” vadi arasında nasıl bir fark var?
Tanrısal dil vaatlerini cennet ve cehennem kavramları etrafında ifade eder. Buna karşılık rasyonalist dil de benzer hedefler ortaya koyar. Ancak onun vaatleri “öteki” değil “bu” dünyaya dairdir.
Vaat edilen nedir?
“Daha” iyi “daha” güzel “daha” ileri “daha” yaşanılabilir bir dünya. Yani modern düşünce aslında insanlığa ulaşılması mümkün olmayan bir hedef koyar. Modern çağ ve sonrasında hakim söylemin gösterdiği hedefi boşa çıkaran şey bu “daha” zarfıdır. Daha rahat, daha konforlu, daha zevkli, daha eğlenceli, daha “ileri” bir hayat. Burada daha zarfı ilerleme kavramının önüne geldiğinde “dogma karşıtı rasyonel düşünce” kendisiyle çelişir.
İlerleme.
“Dokunulmaz ve tartışılmaz bir dogma haline getirilen belirsiz bir ilerleme”den(2) bahseder Rene Guenon. “Tabiatı, daima tatmin olabileceğinden daha fazla suni ihtiyaçlar yaratan insan”(3) “bitimsiz ihtiyaçlarını” ancak “ilerleme”yle karşılayabileceğine “iman” eder. Bu durum, modern insana “yaşanılabilir bir dünya için kapitalizmden başka yolun olmadığı” anlayışını benimsetir.
İlerleme kavramının dogmaya dönüşmesi, dogmayı yok ederek “zafer” kazanan(?) rasyonel düşüncenin yeni bir dogma ihdas etmesi. Bilimin dogmaya dönüşmesi ifadesi kendi içinde çelişir gibi görünse de aslında bunun somut göstergelerini tarihte görürüz. Türk modernleşmesinin de en önemli belirleyicisi olan Fransız devrimi sonrasında 1793’te “artık yeni bir din tüm özellikleriyle(dogmalar,bayramlar,mitoloji,azizler,tapınaklar) birlikte ortaya çıkar. Bu seküler din Notre Dame Katedralindeki “akla tapınma ayini”yle zirvesine ulaşır. Paris Katolik Piskoposu “Hürriyet ve kutsal eşitliğe ibadetten başka hiçbir toplu ibadetin artık kalmaması gerekir.” açıklamasıyla Hristiyanlıktan irtidat eder. Artık “Akıl dini” kendini dayatmaktadır.(4) “Akıl Dini”ni (culte de la raison) "Akıl Tapınağı" (temple de la raison) kavramları artık teolojinin de yeni kavramlarıdır. Bu törenlerde modern insan şunu duymaya başlar: “Tek bir Tanrı var, Le Puple(halk)”(5) İlerleme bir dogmaya dönüşürken merkeze insanı oturtan “rasyonel düşünce” sınırları ve mahiyeti belli olmayan, muğlak ancak manipüle edilmesi oldukça kolay bir tanrı yarattığı düşüncesindedir: Le Puple. Ancak bu Le Puple tanrısı bir yandan dönüşürken diğer yandan dönüştüren ve tüm hakikatleri “şehvet ve arzusuna” kurban eden bir şeye evirilecektir.
Dogmatizme, skolastisizme karşı kendisini konumlandıran “bilim”in dogmatik-skolastik bir hüviyete büründüğü yalnızca bir tespit değil tarihte somut karşılığı olan bir gerçekliktir. Bu “Akıl Dini” sonraki yüz yıllarda “ayetlerinin” ruhunu örgün eğitimden sanat eserlerine, politik nutuklardan bilimsel makalelere, reklam metinlerine kadar her sahada “örgütlü bir dil” kullanarak “kitlelerin” ruhuna işler. Bu da bilim kavramını tanrısal bir kavrama dönüştüren onun karşısında hiçbir düşünceye yaşama hakkı tanımayan bir anlayışın gelişmesine neden olur.
Edebi ve bilimsel metinlerden hakim medyanın diline; resmi yazışmalardan eğitim-öğretim içeriklerine, reklamlardan politik nutuklara kadar tüm iletişim süreçlerinde istikrarlı ve yoğun biçimde kullanılan, açıktan ve satır araları ile aynı ve benzer mesajları ileten dil: Örgütlü dil. Kalabalık insan topluluklarını “tek biçimde” düşünmeye zorlayacak telkinlerde bulunan bu dil tabi bir akış içinde kendiliğinden gelişen bir dil değil tek amaca matuf bir dildir. “Aynı şekilde düşünen, benzer doğrulara inanan” kalabalığı zihinsel olarak belirleyen bu dil-söylem, günlük konuşma dilinden farklı bir mahiyet arz eder. Belli bir mantıkla işlemesi, benzer gerekçeler ve önermeleri sıklıkla, sürekli, değişik şekil ve şiddetlerde kullanması, aynı ya da benzer sonuçlar doğurması bu dil ve söylemi adlandırmamızı zorunlu kılar. Buna “örgütlü dil” diyebiliriz.
Örgütlü dilin hedefi, vaadi “daha ileri” “daha gelişmiş” bir dünyadır. Ancak “daha ileri“ hedefinin aslında akılla kavranmasının mümkün olmadığını bunun bir inanca dönüşmüş olduğunu görürüz. “Daha ileri”nin mümkün olması ancak “ebedi-sonsuz” kavramları ile izah edilebilecek bir şeydir. Bu da bilimin değil dinin konusudur. Çünkü “sonsuz olanın” akıl ile izahı mümkün değildir. Yani ezeli ve ebedi kavramları inanca müteallik kavramlardır. Bu bağlamda “ileri” olan değil ama “daha” ileri “daha” mükemmel olan “cennettir”. Cennet dinin bir argümanıyken modernizm de bu argümana sahip çıkar ve “daha ileri daha gelişmiş” gibi akıl ve bilimle izahı-ispatı mümkün olmayan bir gelişmişliği resmeder, bu bildiğimiz düpedüz cennettir. Geri kalmanın da bir cehennem olduğu algısı pek tartışma götürmez bir inanış olarak modern insanın zihnine yerleşmiş bir kabuldür. Cennet ve cehennem kavramları tartışılırken bunların “dünyevi” kavramlar haline dönüştürüldüğüne çokça şahit olmuşuzdur. Nihayetinde “daha” ileri bir hayat vaat eden bilimin meseleleri akıl ile izah etmek gibi güçlü bir iddiası vardır. Ancak ileri ve geri kavramları etrafında oluşan dogmatik ve irrasyonel durum bilimin kendisi ile çelişen bir durumdur. Aslında “fayda” ile “hakikat” yer değiştirmiş “akıl-bilim” gibi üst kavramlar etrafında basit bir pragmatizm oluşturulmuştur(6) Guenon’un bu tespitindeki haklılığı “ileri” sayılan toplumlardaki insan ilişkilerinin temelinin “kişisel çıkar”lar etrafında gelişmiş olmasında görülür. Bundan başka geleneksel düşünce – modern düşünce çatışmasında “ilerlemenin” sağladığı “fayda”lar; geleneksel düşüncenin “hakikat”e yaptığı atıflara karşı daima bir “fikir çürütücü olarak” çıkar. Bu tartışmalarda sıkça rastlanılan “Uçağa binmiyor musun, telefon kullanmıyor musun?” tarzında sorular Guenon’un tespitini doğrular.
Dogmaya dönüşen ilerlemenin doğurduğu “fayda”, rasyonel düşüncenin bu “fayda” ile tavladığı “kitle”, “kitlenin merkeze yığılması” merkezi işgal etmesi. “Güc”e sahip olmak isteyenler “kitleden” alacakları meşruiyet için bilim, teknoloji, sanat gibi tüm kavramları popülizmin emrine amade kılmış, kitlenin bir bütün olarak hakikati kavrama, hakikati görme ihtimali olmadığına göre “kitle” neyden “hoşlanıyorsa” o hakikat sayılmıştır. Aslında bu “cahil halkın, kendisine yanlışlardan doğru edinmesi” tabii bir süreç değil aynı zamanda çeşitli “aktörlerin” “gücü” elde etmek maksadıyla meşruiyetin kaynağı olan “kitle”yi manipüle etme halidir. (Politikacıların çektikleri nutuklarda halkı yüceltmeleri, parlamenterlere “millet vekili” adı verilirken “asıl olan millet, siz vekilsiniz” derken “asıl” vekilden değerlidir algısının oluşturulması ama tanınan hak, yetki ve imkânlara bakılınca bunun böyle olmadığı, popüler sanatçıların halka “beni sizler yarattınız” demesi vb. örnekler çoğaltılabilir)
“Kitle”nin hakikatle ilişkisi sadece modern zamanlarda tahrif olmuş bir şey değildir. Hz.Musa Tur’a çıktığında Yahudilerin ziynet eşyalarını vererek ve kendileri için Samiri’ye bir buzağı yaptırmaları hadisesi buna bir örnektir. Bu buzağı da aslında bir simulakrdır. Önce tanrının ikonu olarak tapındıkları şey daha sonra tanrının yerine geçecek, buzağı Yahudiler tarafından Allah yerine iman edilecek bir ilaha dönüşecektir.
Jean Baudrillard Simülakrlar ve Simülasyon isimli kitabında ikonoklastlardan ve ikonalatrlardan bahseder. İkonoklastlar tanrı ikonlarının tanrının yerini alacağı için ona karşı çıkan Bizans imparatoru yanlıları olduğundan buna karşılık ikonalatrların ikonalarla bir tanrı yaratma oyununa giriştiklerinden söz eder. Yahudilerin altın buzağısı da Lat, Menat, Uzza da ikonalatrların bir simülakrıdır. Modern çağa geldiğimizde geleneksel put ve ikonlardan başka markalar, statü kazandıran eşyalar, popüler sanatçılar, taraftarlıklar etrafında gelişen sayısız simülakrdan bahsedilebileceği gibi bunları üreten patronlar, ceolar, reklamcılar, politikacılar, kimi yazar ve sanatçıların da çağımızın ikonalatrları olduğu söylenebilir.(7)
“Tanrı öldü. Tanrıdan geriye bir ölü kaldı. Ve onu öldüren biziz.” diyen Nietzsche'nin bahsettiği tanrı ikonalatrların yarattığı tanrı mı, insan zihninde formu değişen tanrı mı, tanrı kavramı etrafında örgütlenen ancak belli kişilerin menfaatleri için kullandıkları tanrı mı olduğu konusu tartışmalıdır. Çünkü tanrı ölümsüzüdür. O halde öldüğü iddia edilen tanrı “tanrı görünümündeki” şeydir. Hakikat; hakikatin yerine ikame edilen ve hakikati örten, hakikat ötesi…
Tanrı ikonalarından putlara, efsane ve masallardan tarih yazıcılığına, politik nutuklardan reklam sloganlarına kadar tüm zamanlarda var olan post truth “kitlenin merkeze yığılarak” “meşruiyet” kaynağını işgal etmesi ile birlikte iyice işlev kazanmış, dil ve bilginin manipülasyonundan beslenen bu hakikat ötesi durum özellikle iletişim teknolojisinin müthiş hızı ve gücüyle “kendine refere ederek” ve yeni hakikatimsiler üretecek güce ulaşmıştır. Post turthun kendine refere ederek ürettiği şeyler Baudrillard’ın ifadesi ile iç içe simülasyondur. Buna maruz kalan zihnin hakikatle bağı zedelenir. İçinde yaşadığımız çağda “ortalama” bir insanın buna maruz kalmaması bununla baş etmesi mümkün değildir.
Binlerce yıllık geleneksel düşünceyi tahtından indiren modern düşünce bu bağlamda öyle bir örgütlü dil kullanır ki bu örgütlü dil iç içe simülasyonlarla örülü bir post truth çağını doğurur. Rasyonalite iddiasıyla yola çıkan modernizm rasyonaliteyi en sonunda post trutha kurban eder. Kaçınılmazdır. Kitle, arzu ve şehvetini doyuracak kurbanlar ister çünkü.
Örgütlü dile maruz kalmak radyasyona maruz kalmak gibidir. Uzun süre ve hissetmeden örgütlü dile maruz kalınca zihinsel bir mutasyon gelişir. Mutasyona uğramış zihin "birikiminin" mutlak doğru olduğunu sanır. Özünde “anlama, tanımlama, öğrenme, şüphelenme, yorumlama, üretme, muhafaza etme” gibi kabiliyetleri olan zihin, yalnızca maruz kaldığı propagandayı muhafaza etme işlevini yerine getirebilir duruma evrilir. Artık o zihne ulaşma, ondan yeni bir perspektif bekleme ihtimali zayıflamıştır.
*
Peki yazının başından beri kullandığımız bu “örgütlü dil”in son 3 yüz yıldır ısrarla, sürekli ve çeşitli biçimlerde insanlığa söylediği şey nedir?
Der ki:
İnsanlık dogmatik bir zihne sahip olduğu için geri, kötü, yoksul, tutsak durumda. Dogmatizm aklı tutsak eden bir şey. Ve çok kötü. Bu dogmatizmi doğuran şey de şu tahtına kurulmuş Tanrı. Şimdi biz bu dogmatizmin tanrısını tahtından indiriyoruz.
Tanrı tahttan indirildi, özne yok edildi ancak statü ve araçlar korundu. Statü ve araçların yeni sahibi “Bilim” oldu. Geleneksel Tanrının statü ve araçları Bilim tanrısının emrine verildi.
Bilim Tanrısının tanrılığı da dogmatizme muhtaçtı. Bilim Tanrısı etrafında bir dogmatizm inşa edildi. Bilim, deneme yanılma yoluyla insan aklının kendi "sınır"larını zorlamasından başka bir şey olmadığı halde "Bilim"i; “örgütlü dil” öyle dokunulmaz, öyle kusursuz, öyle mükemmel bir kılığa soktu ki onu eleştirmek, ondan şüphe etmek, ona itiraz etmek bir suç sayıldı. Yani “sınırlı beşeri akıl”, tanrı postundaydı artık. Meşruiyetini de "halktan" aldı. Böylelikle halk da aslında meşruiyet kaynağı olarak bir biçim tanrı olma iddiasındaydı. Çünkü halktan önce meşruiyetin kaynağı tanrıydı. Artık “Tek bir Tanrı var, Le Puple(halk). Popülizm kavramının “kudreti”ni düşündüğümüzde bunun yabana atılmaması gereken bir yaklaşım olduğunu görürüz. Devrimlerden savaşlara, politik vaatlerden bilim ve teknolojik gelişmelere, sanattan ekonomiye kadar her şey kendisini halka adadı. Her şey güya halkın çıkarları için yapılmaktaydı. Kalabalıkları buna ikna edenler erkin sahibi oldu ve meşruiyetin kaynağı olarak da halk gösterildi. Günün sonunda halkın, kalabalıkların eline ne geçti peki? Bunu tartışmayı siyaset bilimcilere, sosyologlara ve felsefecilere bırakalım ama iklim artık post truthtur.
Halbuki bilim tanrı postuna oturmasaydı, yani beşeri akıl ilahi aklın yerine geçmeye çalışmasaydı bu çatışma yaşanmayacak Allah'ın yarattığı nimetler ve külfetler dünyasında insan "beşeri akılla" kendisine “birçok” yol bulacaktı. Her ne kadar bilim ve din Orta Çağ Avrupa’sında bir çatışmanın tarafları olsa da -trajik bir çatışma: Engizisyonlar vs.- bizde bilim ve din hiçbir zaman birbirinin alternatifi ve düşmanı olmamıştır. Bizim tarihimizde ve kültürümüzde bu iki kavram çatışmaz, birbirinden rol çalmaz. Bahsi geçen çatışma ve tartışmalar aslında “biz”e ait çatışmalar değildir. Dikkat edilirse bu çatışmaları ifade ederken kullandığımız kavram ve terimler de “biz”e ait değil. Çünkü bizde ilahi akıl ve beşeri akıl bir birinin düşmanı ya da rakibi değil, biri diğerinden doğan diğerinin parçası ama diğerinin yerinde gözü olmayan bir akıldır. Ancak modernleşme tarihi maalesef “biz”i de artık bu çatışmanın bir tarafı haline getirmiştir.
Modernizmin inşa ettiği dili özellikle Tanzimat'tan itibaren kendimiz için de örgütlü bir dil haline getirip kabullendik. Ve yaklaşık 2 yüzyıldır bu örgütlü dile maruz kalıyoruz. Bu örgütlü dile maruz kalışımız nedeniyle "hiç yaşamadığımız Orta Çağ'ın marazi geçmişini kendi geçmişimiz sayıyor, bizde olmayan çatışmaların tarafı oluyor, olmayan düşmanlıkların motivasyonuyla çatışıyoruz.
Bu örgütlü dile maruz kalışın zihinsel formumuzu nasıl bozduğuna birkaç somut örnek verebiliriz.
Bu gün örgün eğitim kurumlarında “eğitilmiş”, diplomalı insanlar Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu ve Acımak romanlarının cumhuriyet dönemini anlattığını, Çanakkale Savaşı’ndaki cephede bulunan hemşireleri cumhuriyet kadını, Amerika’nın Kristof Kolomp tarafından keşfedildiğini sanırlar. Sanmazlar aslında bunları “bilgi” olarak kabul ederler. Bu örnekleri sayıca çoğaltabiliriz ancak gerek yok, mevcut örneklerden devam edelim. Çalıkuşu romanındaki Feride’nin Acımak Romanındaki Zehra’nın öğretmen oluşu, İstanbul’dan Anadolu’ya tayin edilmeleri sebebiyle bu kadın kahramanların “Osmanlı” olması ihtimali yoktur. Halbuki iki roman da Osmanlının son dönemini ele alır. Ancak “kadının okuması ve öğretmen olması” fikri “örgütlü dile” maruz kalan eğitimli insanlar için mutlaka cumhuriyete mahsus bir durumdur. Yine Çanakkale Savaşında cephedeki hemşire de cumhuriyet kadını sayılır. Henüz cumhuriyetin ilanına yaklaşık on yıl olsa bile “örgütlü dil” o zihni geri dönüşümsüz biçimde dönüştürmüştür. Halbuki hakikat şudur: "Dârülmuallimat" kız öğretmen okulunda 1870'te “kadın” öğretmen yetiştirilmeye başlanır. 1911 yılından sonra da “kurslar” vasıtasıyla hemşire yetiştirilir. Hakikat budur ancak “eğitimli birey” için “gerçek” kadın Cumhuriyetle birlikte eğitim ve kariyer sahasında görülür. İşte burada hakikati örten, üretilmiş gerçek “algısı” hakikatin yerine geçmiştir. Post trutha güzel bir örnektir.
“Aztek, Maya, İnka, Kızılderili toplumlarının yaşadığı, medeniyetler kurduğu bu toprakların Kolomp kıtaya çıktığında “keşfedildiği” asparagasının bilgiye dönüşmesi örgütlü dilin bir marifetidir. Üzerinde milyonlarca insanın yaşadığı bir toprağın nasıl “ilk olarak” Kolomp tarafından “keşfedildiği” sorusunu sormak kimsenin aklına gelmez. Hâlbuki keşfetmek için daha önce hiçbir insanın bilip bulup şahit olmadığı bir şeyin olması iktiza ederken. Bu bağlamda kıtada yaşayan milyonlarca insanın ya insan olmaması gerekir ya da ortada bir post truth vardır. Batı merkezli “bilgi” bu şekilde üretilirken dünyanın geri kalanında var olan tüm kültür ve medeniyetler, bilgi birikimi ve bilginin üretim biçimleri de yok farz edilir. Çin, Hint gibi kadim medeniyetlerin 20. yüzyılda yeni “keşfedilmiş” medeniyetler gibi Batılılar tarafından haklarında inceleme araştırma yapılıp kitaplar yazılması ve modern toplumların bu medeniyetlerin zihin dünyasını güya keşfe çıkmaları oldukça manidar bir durumdur.
Cumhuriyet kadını ve Kolomp örneklerinde görüldüğü gibi “örgütlü dil” marifetiyle üretilen “bilgi”nin hakikatle bağı olmasa da gerçek sayılması, üstelik bu hakikat dışı “bilgi”nin sınavlarda soru olması ve bunlara verilen “istendik” cevaplarla bireyin diploma ve kariyeri hak etmesi böylelikle toplumunun saygın bir bireyi kabul edilmesi, modern Türk insanının hakikatle olan ilişkisinin niteliğini göstermesi bakımından oldukça önemlidir.
İnsanı insan kılan şey akıl ve dildir. Akıl ve dili kurguladığınızda, dönüştürdüğünüzde ortaya çıkan insan da yaratılmış değil üretilmiş bir insan olur. Ve bu insan kendi zihnine atıfla hayatı anlamaya kalktığında “tartışmalı” bir referans üzerinden argümanlar üreterek zihinsel kaosu büyütecek bir katkıda bulunur. Eskilerin “kerameti kendinden menkul” dedikleri şey bu olsa gerektir.
Her ne kadar “simulakr, post truth” gibi kavramlaştırmalar yeni yapılsa da sosyal medya ve iletişim araçlarının çeşitlenip gelişmesiyle bu kavramlar etrafında insan zihninin belirgin biçimde manipüle edilmesi apaçık bir hal alsa da; yazı , tasvir ve sembollerin iletişim aracı olarak kullanılmaya başladığı çağlardan itibaren bu kavramların karşıladığı durumlar hayatın bir parçasıdır. İnsan ve hakikat arasında bir engel olarak süregelmiştir.
Hakikati anlamaya keşfetmeye yönelik ısrarcı bir perspektife, doğru kavram ve kelimelere sahip olmadan; örgütlü dile maruz kalarak mutasyona uğramış zihinlerin bu post truth çağında bir similasyon dairesinden çıksa da diğerine düşeceği, hakikati görüyorum sandığında aslında onun da başka bir simülasyon olacağı görülmektedir. Üstelik zihinsel nabzımızın kontrolsüz biçimde yükseldiği bu günlerde tarihin dönüm noktalarından birine şahit olurken içinde yaşadığımız bu zihinsel kaos nevzuhur bir durum değildir. Yüzyıllar içinde oluşan bu zihinsel kaos ikliminin öznesi de nesnesi de (faili de mefulü de) “insan”dır.
1- Modern Dünyanın Bunalımı- René Guénon- İnsan Yayınları sf 115
2- age- René Guénon-sf.32
3- age- René Guénon-sf 55
4- Türk’e Tapmak-Onur Atalay-İletişim Yayınları sf.25
5- age-Onur Atalay-İletişim sf.26
6- age-René Guénon-sf 116
7- Baudrillard ikonoklastlardan ve ikonalatrlardan bahsederken bize şöyle de bir perspektif sağlar:
Aslında hakikati yok edip-örtüp kendisini hakikatin yerine ikame eden simulakrın bir nevi şirk aracı olduğunu söylemek de mümkündür. Hakikatin yerine ikame olan, hakikati örten, gizleyen bu simulakrlar özellikle Hristiyan dünyada ikonalar olarak görülür. İslam anlayışının resim ve heykel karşısındaki duruşu “sembol”ün sembolize ettiği şeyi unutturup onun yerine geçme durumundan kaynaklanır. Bu noktada İslam anlayışı ferdin hakikatle ilişkisini vasıtasız, doğrudan bir ilişki olarak belirler. Allah’ın kuluna şah damarından yakın oluşu, Allah ve peygamberinin tasvirinin yasak oluşu “insan” “hakikat” ilişkisine İslam’ın yaklaşımını göstermesi bakımından son derece önemlidir. Yaratıcıyı önemsizleştirme ve yok sayma durumları “şirk ve küfür” kavramları ile karşılanır. Ortak koşup vahdaniyeti değersizleştirme “şirk”, inkar ve gerçeği örtme manasındaki “küfür” kavramı da hakikati yok sayma anlamındadır. Hakikatin yok sayılışı, “görece bir hakikat” tasavvuru da simülasyon ve post truth kavramları ile yakından ilgilidir.
Güzel ve doyurucu anlatım…
Güzel ve doyurucu anlatım icin teşekkürler
Dikkatle okudum. Düşüncebiz…
Dikkatle okudum. Düşüncebiz sağlam, kaleminiz güçlü. Sonraki yazılarınızdan haberdar ederseniz sevinirim.
Rasyonalite göreceliği doğurdu diyeceksiniz, diğer yandan kitlesel simülasyondan bahsedeceksiniz. Bu ikisini birden bağdaştırmak zor olsa gerek.
Diper yazılarınızı da okumaya çalışacağım.
Selam ve başarı dileklerimle ...
Yeni yorum ekle