Vaktiyle sahipsiz depoların satıldığı bir TV programı izliyordum. Bir depoyu satın alan ortaklar, içinde neler olduğuna dair kaba incelemeler yaparken birinin eline tanımadığı küçücük bir makine geçti. Onun ne olduğunu kendince sorgularken arkadaşı, “biliyor musun, bir zamanlar Rusya’nın ülkemize (ABD) nükleer bomba atacağı korkusuyla herkes evine bu uranyum ölçer cihazından almıştı” dedi. Cihazın ne işe yaradığını öğrenen kişi sakince elindekini uygun bir yere koyarken benim şaşkınlığım hala devam ediyordu. Nasıl olur da bir ülke, imkânsız olduğunu bildiği halde, bir başka ülkenin kendilerini bombalayacağı tehdidini vatandaşlarına kabul ettirir ve hatta böylesi bir tehlikeye karşı üretilen anlamsız bir cihazı hiç vicdan azabı duymadan sattırabilirdi. Sömürgelerde psişik dengeyi bozacak boyuttaki bu zihinsel sömürüyü, kendi ülkelerinde zihni yönlendirebilecek dozlarda uyguluyorlardı.
Sömürgecilik, üstün insan(!) ırkının uluslararası alanda var olabilme mücadelesidir. Bu, kendini ispat ve egemenlik arzusu, aynı zamanda beyaz ırkın en büyük korkusudur. Irkın böylesi bir üstünlüğe sahip olup olamayacağı kaygısı bu korkunun temelini oluşturur. Sömürülen ise maruz kaldığı şiddetin çaresizliğini bilincinin tam merkezinde hisseder. Efendi köle ilişkisinin 550 yıllık sürdürülebilirliği bu korku kültürünün hazin bir hikâyesidir.
Şiddet ve korku sadece bir ırkın gelecek nesillerinin bu kisve altında vücut bulmasını sağlamaz, aynı zamanda buna maruz kalan insanların da kendi kalıpları içinde şekil almasına neden olur. Şiddeti kullanan da maruz kalan da aynı gücün etkisi altında ne zaman sonlanacağı belli olmayan travmatik bir bunalımla yaşar. Şiddet sadece mağduru değil aynı zamanda faili de kendi olmaktan çıkartır. Ancak her iki kesim de korkunun kontrol edilemez gücü altında yönetildiğinin farkında değildir.
Korkutma, endişe ve panikle desteklenen bu psikolojik yönlendirme 2021 yılının son çeyreğinde başta İngiltere ve Almanya olmak üzere Avrupa ülkelerinde bir enerji krizi ile gerçekleştirildi. Avrupa’nın Rusya ve Arap ülkelerine olan enerji bağımlılığını azaltmak amacıyla kurgulanan bir oyun seyrettik. Devletler bu şekilde vatandaşlarından, fosil yakıtlardan uzaklaşarak alternatif enerji kaynaklarına yönelmesi yolunda sınırsız bir destek almış oldu. Bu kısa zamanlı kriz, insanların ülkelerine olan sahiplenme güdüsünü güçlendirirken, fosil yakıtla geçinen ülkelerin geleceklerini ipotek altına almıştı. Isınma, benzin ve gıda lojistiğine kadar çok geniş bir alanda gerçekleştirilen bu şirin simülasyonun hemen akabinde, trilyon dolarlık fosil yakıt yatırımlarını kolayca alternatif enerji yatırımlarına aktarıverdiler. Aynı zamanda gerçek bir kriz döneminde oluşacak ekonomik ve toplumsal sorunların yönetilebilirliği test edildi. Demokrasinin olduğu ülkelerde hükümetlerin insanları ikna etmesi lazım. Bu her zaman sevgiyle olmuyor, yeri geldiğinde öteki üzerinden korku vermek gerekiyor. Ancak siyaset, diploması ve ekonomideki güven değerlerinin korunması için demokrasinin hiçbir şekilde zarar görmemesine de dikkat ediliyor.
Sömürgecinin kendi toplumu dışında sömürdüğü üç tip insan var; sömürüldüğünün farkında olanlar, farkında olmayanlar ve sömürgeciye düşman olduğunu düşünenler. Sömürüldüğünü kabullenmek çoğu zaman bir çaresizlik ve zayıflık olarak kabul edilse de sömürülmediğini düşünen toplumların trajikomik ruhsal bunalımları daha ciddiye alınmalıdır. Zira birinci gruptaki ülkeler psişik dengelerini sömürgecinin istediği şekilde bile olsa yeniden dengeye koyabildiler ya da durumlarını kabullendiler. Lakin diğer ikisi nasıl bir dengesizlik içinde yaşadıklarını bilmedikleri için ciddi bir çıkmaz içindeler.
Aslına bakarsanız dijital dünya ile oluşturulan evrensel kitle, sömürülen toplumlar arasında bir ayrım yapmaksızın aynı politik ve kültürel söylem içinde hareket etmekte. Bu süreç toplumsal farklılıkları kolektif bilinçdışını kullanmak suretiyle ortak bir potada eritebilecek güce kavuşmuş durumda. Kitle kültürüne tutunmuş her toplum ve bireyin farklı anlayış ve kabulleniş düzeylerinde sömürü düzenine müdahil olunduğu bir dönemde yaşıyoruz. Bunu yadsımak ve reddetmek yerine toplumların “kendi” olabilmesi yönünde politikalar icra edilmelidir.
Sömürgeciye düşman veya rutin diplomatik ilişkiler içindeki ülkeler böylesi bir çıkmazı hiçbir şekilde kabullenmeyecektir. Bu gerçekliğin reddi, sorunların çözümünden ziyade içinden çıkılmaz bir hal almasının en büyük nedenidir.
Medeniyetler çatışması bağlamında törpülenen kültürler, ortak bir zeminde uzlaştıklarında tarihin sonu gelir mi? bilemem. Ancak bu törpülenmenin farkında olunsun veya olunmasın, insanların sömürgecinin malzemesi haline getirilmek istendiğini biliyorum.
Covid 19 pandemisi, terör, göç, ekonomik kriz veya ülkesel çatışmalar kitle kültürünün yönetilmesi için gerekli olan korkuyu sömürgeciye ziyadesiyle vermekte. Sömürgecinin sadece zenci, sarı, kızıl veya melez olarak tabir ettiği insanları korkutmak suretiyle kontrol altında tuttuğu sanılmasın. O kendi toplumuna da aynı korkuyu vermek zorunda. Bu karşılıklı korku sendromunda sömürgecinin korkuları sömürüleninkinden daha fazladır. Zira sömürülenin kaybedeceği ile sömürenin kaybedeceği unsurlar birbiriyle kıyas edilebilecek boyutta bile değil. Bu yüzden sömürgeci ülkelerin halkları da en az sömürülen ülke halkları kadar korkuyu iliklerinde hissetmelidir.
Sömürgecinin kendi ülkelerinde oluşturduğu barış ve huzur dönemi sadece girişilecek yeni mücadele ortamlarına hazırlık sağlanması içindir. Barış, savaşın daha rahat şartlarda yapılabilmesinin bir gerekliliğidir. İnsani boyuttan baktığımızda asıl olanın barış olduğunu düşünsek de hayatın gerçekleri tam tersi yönde gelişmekte. Hiçbir zaman gereğinden uzun bir barış ve huzur dönemi olmamalıdır. Aksi takdirde korkunun yeri önce rehavete sonra da zevk ve sefaya bırakılmış olur. Bu da sömürgecilik sisteminin sonu demektir.
Ukrayna savaşında bunu bir kez daha görmüş olduk. Batı ne kendi halkının maruz kalacağı enerji sorunları ve ekonomik krizlerden endişe duymakta ne de Ukrayna’daki insanların katledilmesine yönelik çareler üretmektedir. Ölen her çocuk sistemin meşruiyetini oluşturan korkunun teminatıdır.
Bu anlamda Ukrayna savaşı Rusya’nın ayakta kalabilme mücadelesinden ziyade, sömürgecilik sisteminin sürdürülebilirliği olarak okunmalıdır. Ukraynalı gözü yaşlı kadın ve çocukları bağrına basan Avrupalı aileler böylesi bir durumu yaşayabilme korkusuyla ülkelerine dair aidiyet duygularını tazelemiş oldular. Hele bir de uzuvları kopmuş insanlar ve istismara uğramış kadınları gördüklerinde, gözlerinden dökülen yaşların kendi geleceklerine dair olduğunu daha iyi anlayacaklar. Savaş ne zaman mı bitecek? Avrupalı toplumların arzu edildiği düzeyde korkuyu hissettiği anda. Ancak bu korku eşiğinin diğer toplumlar için daha yüksek olacağı unutulmamalı.
Çoğumuz Avrupa ülkelerinin kendi halklarına kıyamayacakları tezi üzerinden yorumlar yaptık. Alakası yok. Bu savaş, gariban insanlar üzerinden Avrupa halklarına ihtiyaçları olan korkuyu vermenin ötesinde bir amaç taşımaz. Ama elbette ki diğer ülkeler için de bir korku oluşturmuyor değil. Dikkat ederseniz uzun zamandır ilk defa Hristiyanların birbirlerini öldürdüğü bir senaryo yaşıyoruz (Gürcistan ve Kırım çok yerel kalmıştı). Bu genel itibarla kendi halklarına mesaj vermek istediklerinde uyguladıkları bir yöntemdir. Savaşın müsebbibi olan sömürgeci, fail ve mağduru aynı kefeye koymak suretiyle bir mağdurlar savaşı çıkarmayı başardı. Bu savaşı ne Rusya kazanacak ne de Ukrayna kaybedecek. Batı dünyası en müreffeh dönemini yaşadığı soğuk savaşta bile bu korku kültürünü kullanmak zorunda kaldı. Ukrayna’ya yakın bölgelerde nükleer silah tehdidine karşı insanlara iyot tabletleri dağıtıldı bile. Şiddet ve korku bu sistemin sürdürülebilirliğin garantisidir.
Korku bazı toplumlar için sanıldığı kadar korkulacak bir şey olmayabilir. Doğu toplumu yaratıcıya itaatinde ve sevdasına muhabbetinde korkuya sarılmayı tercih eder. Sevgiliye kavuşamama veya sevgilinin terk etme korkusu melankolik aşkın olmazsa olmazıdır. Fuzuli “aşk derdiyle hoşem el çek ilacımdan tabib, kılma derman kim helakim zehri dermanındadır” der. Korkuya ve acıya olan muhabbet doğu toplumları için gizli sömürgecilik algısını buğulandırır. Korku, doğu melankolizminin baş tacı olsa da Batı toplumuna dönemsel olarak verilmesi gereken bir uyuşturucudur.
Sömürgecilik din, dil, ırk ve cinsiyet ayrımı yapmaksızın şiddet ve korkuyu kullanmak suretiyle herkesi ruh hastası yapacak bir sistemdir.
Yeni yorum ekle