Akademik bir dergi olan İslami Araştırmalar’da çalıştığım öğrencilik yıllarımda, Saim Yeprem’in, ‘İrade Hürriyeti ve İmam Maturidi’ isimli eserini okumuştum. İmam Maturidi’nin ‘Tevhidin Kitabı’ isimli eseri, dolaylı kaynaklar vesilesiyle de olsa fikri temellerimi teşkil etmiş olmalı ki, sözgelimi ‘Müslüman Commonwealth ya da Türk İslam Projesi’ isimli makalemdeki Maturidi’nin etkisi kendisini hemen belli eder. O makalede Doğu ve Batı ayrımının Tevhid ve Teslis bağlamında bir mantığının bulunduğunu iddia etmiştim.
Özgürlük, Modernitenin İnhisarında mıdır?
Özgürlük, fikir hürriyeti, insan hakları gibi konular modernitenin en fazla tartıştığı konular olmasına rağmen, Müslüman düşünürlerin bu konuda fikri olmadığı söylenir. “Doğu despotizmi” tabiri sırf bunu anlatmak için kullanılır. Biz burada, piyon niteliği arz etsin diye, konuya dair bir başlığa kısaca değinmeye çalışacağız. Neden şimdi tartışmalıyız. Çünkü “özellikle dijital medyanın tasallutuna rağmen bireysel irade ve inisiyatif mümkün müdür?” sorusu hepimizi, irade meselesiyle ilgilenmeye icbar ediyor.
Öncelikle itirazı kabil olmayan, yani aksiyom olarak tasarladığımız tümel yargımızı ileri sürelim: İçgüdüsel bir yanı olmakla birlikte her türlü insan davranışı az veya çok kognitiftir.
Bu aksiyomun iki hipotezi var: (1) İnsanlar bilgiyi zihinsel mekanizmasıyla edinir (2) Refleksif olmayan insan davranışları, edinilmiş bilgilerin zihinsel mekanizma tarafından işlenmesi sürecinin sonucudur.
Bu iki hipoteze doğru dürüst cevap bulmak çok önemli. Bilgi edinir ve işler iken ne kadar akıllı, mantıklı, zeki ve bilinçli bir zihinsel performans ortaya koyduğumuzu anlamak zorundayız. Daha da önemlisi, insanlık tarihi boyunca ortaya konulan eserleri (vahiy ve vahiy kaynaklı eserler de dahil) bugünkü aklımız, mantığımız, zekamız, bilincimizle anlamak, yorumlamak, açıklamak ve anlaşılır hale getirmek zorundayız. Özellikle sosyal bilim alanında çalışan akademisyenlerin yapacakları bundan başka bir işleri olamaz. Bunu başarabildikleri ölçüde, insan eliyle var edilen sosyal gerçeklikleri de birer text gibi anlamanın, yorumlamanın, açıklamanın ve anlaşılır kılmanın yolunu, yordamını berrak bir biçimde ortaya koymayı becerebileceklerdir.
Bu konuların dinle ilgili olan kısmının ilahiyat menşeli akademisyenlerin ilgi alanına ve müktesebatına mahsus olduğunun farkındayım. Öncelikle literatüre hakım olmak şart. Daha sonra da Arapça bilmek gerekir. Daha önemlisi ise, Arapçadan farklı bir dil olan Kur’an diline hakimiyet zorunlu. Ama o kadar cahilce mülahazalara muhatap olduk ki, söylediklerimizi ve düşündüklerimizi yazıya dökmek icap etti. Çünkü konu günümüzde, ziyadesiyle stratejik bir önem kazanmış durumda.
Maturidi’yi Şimdi Anlamak ya da Maturidi’ye Göre Bilgi Edinme ve İşleme
Tarihi kesin bilinmemekle birlikte Maturidi, Semerkant yakınlarındaki Maturid kasabasında doğmuş ve M.S. 944’te vefat etmiş bir Türk alimidir. Maturidi’nin yaşadığı yıllarda Grek ve Helen kaynaklarındaki fikriyatı Süryani mütercimler Müslüman düşünürlerin hizmetine sunmuştur. Mutezile büyük ölçüde bu tercümenin etkisiyle teşekkül etmiştir. Maturidilik, Mutezile tezlerinin bazılarının geçersizliğine delil oluşturan hazine değerinde bir fikri kaynak olarak ortaya çıkmıştır. Ancak hak ettiği ihtimama mazhar olduğunu söylemek mümkün değildir.
Maturidi, bilgi edinme ve işlemenin üç kaynağından söz eder. Algı, haber ve akıl. Bu üç kavramın bugün bizim anlayabileceğimiz anlam alanına intikal ettirilmesi şarttır.
Algı beş duyu ile elde edilen hissiyattan ibaret değildir. Algı, elbette dış dünyayı kavrama aracıdır ama kesinlikle dış dünyanın niceliğini ve biçimselliğini görmek, gözlemlemekten ibaret değildir. Öyle olsaydı, hiçbirimiz, gezegenin etrafında bir atmosfer olduğunu iddia edemezdik. Atmosferin ne kokusu var ne tadı. Ne de boyutları, kütlesi, hacmi, çekim gücü. Ama biliyoruz ki, atmosfer olmaz ise biz de olamayız. Dolayısıyla Maturudi algı derken; görünen, gözlemlenen varlık alemi ile birlikte, görünmeyen, hissedilmeyen, sadece idrak edilebilen varlık aleminden bilgi edinme ve işlemeyi kast etmektedir.
Haber kavramı Müslüman düşünürler nezdinde çok çetin bir sorunsaldır. Akli ve nakli bilgi meselesi yüz yıllar boyu şiddetli müzakerelere konu olmuştur. Buna biz bugün enformasyon (dikkat; knowledge değil) diyoruz. Enformasyon bizim dışımızdaki bir kaynak tarafından, bizzat tanık olmadığımız bir hadiseye dair bize aktarılan bilgilerdir. Buraya kadar kolay anlaşılmakla birlikte, dini meseleler söz konusu olduğunda çok zorlu bir tartışma gündeme gelmektedir. Çünkü vahiy, resul tarafından Müslümanlara aktarılan bir bilgidir. Sebeb-i nüzul dediğimiz belirli bir hadiseye istinat ettirilse dahi, vahyin içeriğini belirli bir hadise ile sınırlandırmak mümkün değildir. Çünkü vahiy, cihan şümuldür ve çağlar üstü dinamizme sahiptir. Dolayısıyla her birimizin tabi olduğu zaman ile mekandan müstağnidir. Bu yüzden de vahyin anlamını yükümlenen, taşıyan, aktaran lafız; yani bugün medyatik mekanizma dediğimiz aracılar, yani biz insanların keyfi olarak var ettiği pragmatik, paradigmatik ve sentaktik boyutlarıyla dil, yani göstergeler; hiçbir değişikliğe tabi olmaksızın mütevatiren bize intikal etmiş olmakla birlikte, denotatif (düz) ve konotatif (yan) anlamlar ihtiva etmektedir. Biz, tam da bugünün zaman ve mekanına göre, konjonktürel ortamına göre vahiy göstergesinin gösterenini ve gösterilenini anlayabilirsek şayet, bugün, sadece bize özgü olmak kaydıyla, vahyi anlama, kavrama ve en önemlisi de itikadi ve ameli davranışlara dönüştürme imkanına nail olabiliriz.
Bu yüzdendir ki Maturudi, bilgiyi edinen ve işleyen zihinsel mekanizma için üçüncü bir yol olan aklı önermektedir. Aklı da doğru anlamak lazım: Aklın Arapça orijinali, deveyi sağlam kazığa bağlama anlamına gelir. Batı dillerindeki ratio ise kıyas, karşılaştırma, bir şeyi bir şeye göre anlamak, anlamlandırmak demektir. Yani akıl kavramını Maturudi, tahkik anlamında kullanmaktadır. Algılama ve enformasyon yoluyla elde edilen bilginin muhtevasının gün yüzüne çıkartılması için, insanın zihinsel performansının yetkin bir biçimde çalıştırılması gereğine işaret ettiği için, tahkik ona göre; bilgi edinme ve işlemenin en önemli evresi, en güvenilir tekniği ve kuşkusuz ki en emin yoludur.
Bu üç evre hakkıyla ve layıkıyla kullanıldığı, yani insanın zihinsel mekanizması gerektiği gibi işletildiği takdirde, insan iradesinden ve irade hürriyetinden söz etmek mümkündür.
İrade ve irade hürriyeti meselesiyle yazıya devam etmeyeceğim. Çünkü bu konu başlı başına birkaç yazının içeriğini teşkil eder. Ancak şunu yazmama da izin verin: Descartes’ten Spinoza’ya, Kant’a, Hegel’e ve özellikle Nietzsche’ye kadar yüzyıllar boyu, farkında olarak (Maturidi’nin pek çok bakımdan ilham verdiği İbni Sina ile İbni Rüşt’ün didik didik edildiğini biliyoruz) veya farkında olmayarak (hikmeti kendilerinde görme saplantısından dolayı) Batı, Maturudi’yi anlamaya çalıştı. Son örnek Husserl ile onun öğrencisi Heidegger ve özellikle onların takipçisi Gadamer’dir. Keşke, Gadamer’in ‘Hakikat ve Yöntem’ kitabını efsunlu bir metin gibi okuyan biz sosyal bilimciler, Maturudi’yi de anlamak, kavramak, yorumlamak için de aynı çabayı sarf edebilse.
SONUÇ
Ukalalık olarak görmeyin lütfen ama örnek olsun diye yazıyorum: Bu yazdıklarımı, Dede Korkut Destanları’nın sonuncusu üzerinde uygulamaya çalıştım. 13.ncü Destan, Oğuzların efsanevi kahramanı olan Kazan’ın ejderhayı mağlup etmesini anlatıyor. Bu destan gösterge bilimsel ve ideolojik analize tabi tutuldu. Örnek olsun diye tek bir paragraf sunacağım:
Kazan, ahalisini ve ordusunu beslemek için ava çıktığında, ‘alçak yerlere göz gezdirip av’ arar iken, ‘karadağın eteğinde yedi yerde meşale gibi yanan ışıklar’ ve ‘yedi yerde koyu koyu tütüp çıkan duman’ fark eder. ‘…ışıkların olduğu yere yaklaşınca’, ‘meşe gibi kokan’, ‘tepe gibi bir cismin’ yattığını görür. ‘…yedi yer evreni bir ejderhaya rast’ gelir. Meşale gibi yanan ejderhanın gözleri, Çin kentlerinin ışıltılı dinamizmini ve pırıltılı yaşamını andırmaktadır. ‘…yedi yerde koyu koyu tütüp çıkan duman’ ejderhanın ‘ağzının salyası’dır. Bu salya; parçalamasa, büsbütün yutsa bile ejderhanın avını sindirmesine, eritmesine, hazmetmesine vesile olan mikro organizmaları ihtiva etmektedir. Tıpkı, Çin kentlerinin içerden ve dışardan güvenlik ve askeri güçleriyle korunması, olası bir saldırı veya tehdit anında, saldırıyı bertaraf edebilecek inzibat ve güvenlik güçlerine sahip olması gibi. ‘Meşe gibi kokan ejderhanın yalıymış’. Yani bu ‘yal’ (ejderhanın besini); Çin kentlerindeki her görenin iştahını kabartan bolluk, bereket, refah ve konfora tekabül etmektedir. Ayrıca tıpkı, ‘koku’nun her yere yayılarak, koklayanı tahrik ve teşvik etmesi, iştahını kabartması gibi, Çin kentlerindeki refah ve konfor; her an açlık ve tehlike ile burun buruna yaşayan bozkır kabileleri için, son derece çekici ve baştan çıkarıcıdır.
Keşke, örneğin İzutsu değil de, kadim eserlerimiz üzerinde biz, bugünün diline uygun çok daha fazla eser üretebilsek. “Aforoz edilirim, giyotin kellemi alır. Nema kanallarım tıkanır, mevki imkanım yok olur, aralıklı kapılar yüzüme büsbütün kapanır” kaygısına kapıldığımız doğrudur. Sonuçta biz de insanız. Bence bizi frenleyen sadece bu kaygımız değil. Biz aynı zamanda korkuyoruz. Yanlış yapmaktan, anlayamamaktan korkuyoruz. İnsanız, biz yanlış yapmazsak kim doğruyu yapmak için harekete geçecek.
Keşke kaygılarımızdan ve korkularımızdan kurtulup özgürce yazabilsek. Bu kısa yazıda bile benim muhtemelen hatalarım var. Muhakkak, benim anlayamadığım konunun pek çok yanı, yönü var. Keşke, yazılarımızdaki fahiş hatalar, affedilmez yanlışlar yüzümüze vurulsa ve birileri de çıkıp, bizden daha iyi bir şeyler yazma azim ve çabasına kendisini kaptırsa.
Keşke akademisyenlerimiz…
Keşke akademisyenlerimiz aydın görünmek adına anlaşılmayan metinler yerine ortalama insanların rahatlıkla anlayabileceği yazılar kaleme alabilse, konuşmalar yapabilse. Bunu bilinçli olarak yapmazlar çünkü o zaman herkes gibi görünürüm endişesi taşırlar. Yazık hem de çok yazık. Halka yönelik yazacaksan, basit ve anlaşılır yazacaksın diye düşünüyorum. Cengiz Bey de maalasefet bu kabuklaşmış bu modaya uymuştur.
Cengiz hocamız böylesine…
Cengiz hocamız böylesine hassas bir konuyu dupduru ve yalın bir dille ifade etmiş. Bu ancak yetkin bir entelektüelin kaleminden çıkabilirdi. Konunun hassasiyeti ise hem biraz tedirginlik hem de kalıplaşmış ideolojik zihinlerce bu meselelerin bir tabu olmasından kaynaklanmaktadır. Hocamıza teşekkür ederim. Zihinlerimizi aydınlattığı için...
Yeni yorum ekle