Soğuk kış aylarından birine denk gelen 2001 yılının Kurban Bayramında, Saraybosna’daki Gazihüsrevbey Camii’nde ruhaniyet ve dinginlik bakımından İstanbul’daki selâtin camilerini aratmayan bir atmosferde kılıyoruz bayram namazını. 20. yüzyılın son yıllarında yaşanan o feci ve meş’um savaşın dumanlarının tüttüğü hemen ertesi yıllar sayılır. Müslümanlar bu ulu mabedi sabahın erken vaktinde akın akın gelerek son cemaat yerine kadar doldurmuş. Şadırvanda akan su şırıltısı kuş cıvıltılarına karışıyor. 500 yıldan beri ayakta duran caminin manevî havası birden sarıyor sizi. Kendinizi sanki yüzyıllar öncesine gidip bulunduğunuz yerde konuşlandırıyorsunuz.
Aynı kubbenin altında yüzyıllardır okunan Arapça ve Türkçe dua kalıplarını birlikte duyunca sonsuz bir ferahlık kaplıyor içinizi. Hutbe okunduktan sonra müezzinin dilinde öteden beri kalıplaşmış bir halde söylene söylene günümüze kadar gelmiş: “Efendimüz hazretlerinün mübârek rûh-ı şeriflerine salavât-ı şerîfe getirenlerün âhir ve âkibetlerü hayr ola!” diye başlayıp, “Sâhibü’l-hayrât ve’l-hasenât ervâhı içün, Gazi Hüsrev Hazretlerinün rûhi içün...” şeklinde devam eden cümlesi söylenirken sanki İstanbul’da selâtin camilerinin birinde bulunduğunuzu sanıyorsunuz. Duygu yoğunluğu bakımından hep birlikte coşkun bir ırmağa kapılarak inceldikçe incelen içinizdeki bir tel parçası koptu kopacak gibi oluyor. Geldiğim topraklarda da bundan farklı değil. Aradaki nüans, “Sultan Ahmed Hazretlerinün rûhi içün... Mihrimâh Sultan Hazretlerinün rûhi içün ve tüm hazerâtın rûhi içün” gibi isim değişikliğidir sadece.
Gazihüsrevbey Camii’nde imam efendi cemaate namazı tarif ederken yüksek sesle söylediği: “Dokuz tekbir ile iki rekât bayram namazını kılmaya, uyun hâzır olan imama!” sözünü yanlış yazmamış olmak için bizzat kalem kâğıt çıkarıp not ediyorum. Sağımdaki sinekkaydı traşlı yaşlı bir Boşnak amca yabancı olduğumu farkediyor ve kaş göz işaretiyle söylenenleri dinlememi emrediyor. Hocanın Bayram namazı tarifinin Adapazarı Orhan Camii’nden, Maraş Ulu Camii’nden ya da Ankara Hacıbayram’dan bir farkı yok. Aynı klişe ifadeler Anadolu’nun diğer camilerinde de geçerli.
Tehliller, tekbirler, namaz sonrası cami içinde halka olup musafaha etmeler, komşuların birbirine gidip bayramlaşmaları, ikramlar... bildiğimiz sıcak ve samimi bayram seremonileri. Boşnak Türkolog Amina Şiljak Jesenkoviç’in anlattığına göre, Türkiye’de mevlit olarak bilinen, cenaze sırasında ölenin ardından yedinci ve kırkıncı günlerde okunan tevhidlerde “bulalar” (abulalar yani aplalar) hiç konuşmadıkları Türkçe’den bazı kalıplaşmış dua sözlerini şöyle okurlarmış: “Abdestumuzi ve namazumuzi ve niyazumuzi noksaniyle kusuriyle Rabbum kabul eyleye!..” Amin!
İslâmın coşkun ummanına bu kadar karışmış, samimi bir dille bu kadar içten söylenmiş insanı etkileyen çok az Türkçe dua cümlesi vardır. Biz nasıl, “sübhanallahi velhamdülillahi velâ ilâhe illallahu hüvallahu ekber, Allahu ekber, velillahi’l-hamd” gibi Arapça dua kalıplarının anlamını bilmesek de sabah akşam namazlarımızda günde beş vakit tekrarlıyorsak ve ne ifade ettiğini az çok anlıyorsak, bu insanlar da söyledikleri bu Türkçe ifade biçimlerinin anlamına en az o kadar vâkıftırlar. Tasavvuftaki “kesrette vahdet” dedikleri bu olsa gerektir. Böyle bir günde, elbette, Süleymaniye’de Bayram Sabahı şiirinin şairini hatırlamamak olmaz:
Dili bir, gönlü bir, imanı bir insan yığını;
Görüyor varlığının bir yere toplandığını;
Büyük Allah’ı anarken bir ağızdan herkes:
Nice bin dalgalı Tekbir oluyor tek bir ses…
Büyük şairin İstanbul Süleymaniye’deki cemaat için söyledikleri aynen buraya da uyarlanabilir. Bir iki asır önceki Osmanlının gözleri ışıl ışıl parlayan yetim kalmış torunlarıydı bu insanlar:
Gördüm ön safta oturmuş nefer esvaplı biri
Dinliyor vecd ile tekrar alınan Tekbir’i.
Ne kadar saf idi siması bu mü’min neferin!
Kimdi? Banisi mi, mimarı mı ulvi eserin?
Yavuz’un bahadır yeğeni
Gazi Hüsrev Bey ismi, Bosna ve Hersek deyince kitleleri etkileyen ilk akla gelen manevî dinamiklerden biridir. Gazi İsa Bey’den sonra Bosna’nın en önemli kurucularından olan Gazi Hüsrev Bey, yine bu toprakları mayalayan Ayvaz Dede kadar, Travnikli şair İlhamî Baba kadar, halkın “velî” olduğuna inandığı Mahmud Paşa-yı Velî kadar manevî kişiliğine inanılan önemli bir şahsiyettir. Neredeyse Boşnakların Müslüman geçmişiyle yaşıt bir tarihi vardır. Saraybosna’nın, daha doğrusu eski Bosnasaray’ın (Starigrad) ortasında yüzyıllardır şehrin manevî bekçiliğini yapan bu zat kimdir ve o topraklar için ne yapmıştır? Boşnaklar arasında bu kadar çok sevilmesinin sebeb-i hikmeti nedir?
Kaynaklardan öğrendiğimize göre Gazi Hüsrev Bey, babası Ferhat Bey’in vali olarak görev yaptığı bugünkü Yunanistan sınırları içerisinde bulunan Serez’de 1480 yılında dünyaya gelir. Ferhat Bey, Saraya damat gelerek Sultan İkinci Bayezid’in kızı Selçuk Sultan’la evlendikten sonra, Adana Muhafızlığı görevindeyken Mısır Memlûklüleri tarafından 1486 tarihinde öldürülür. Babasının ölümünden sonra Serez’de büyük bir mirasın sahibi olan çocuk yaştaki Hüsrev’in, annesi ile birlikte İstanbul’a yerleşmek mecburiyetinde kaldğını görüyoruz.
Hüsrev, Sarayda diğer sultanzâdeler gibi özel olarak yetiştirilir. Akıllı ve zeki bir çocuk olarak hocalarının ve arkadaşlarının dikkatini çeker. O yaştaki bir çocuğun muhakeme gücü ve hadiseleri yorumlaması karşısında Saray erkânı hayret eder. Bir süre sonra annesini de kaybeden genç Hüsrev, onu Bayezid Camii avlusundaki türbeye defnettikten sonra, Yavuz’un kardeşi Şehzade Mehmed’in Kefe Sancakbeyliği’ne atanması üzerine 1503’te dayısı ile birlikte gider ve onun elçisi olarak Moskova’da bulunur. Müzakere kabiliyetini geliştiren bu diplomatik görüşmeler onun için bir bakıma staj yerine geçer.
Hüsrev Bey 1521 yılında 41 yaşında iken Semendire Sancakbeyliğine getirilir. 1526 tarihinde Belgrad’ın fethi esnasında, askerlerini bile hayrete düşüren taktiklerle akıl almaz kahramanlıklar gösterir. Belgrad’ın alınmasını kolaylaştıran Zemun ya da Zemlin kalesinin düşürülmesi onun dehâsının eseridir. Dayısı Yavuz gibi inanılması güç taktikler keşfettiği için göz doldurur. Tarihçi Feridun Bey Münşeâtü’s-selâtîn’inde onunla ilgili olarak, “Semendire muhâfızı Hüsrev Bey yanında on bin nefer serhat askeri olup bin nefer yeniçeri dahi irsâl ve Belgrad’ı muhasara etmesi fermân buyuruldu” diye yazar. Ayrıca Münşeâtü’s-selâtîn yazarına göre Hüsrev Bey, Semendire yakınlarında birkaç kalenin ve Dalmaçya kıyılarında bazı şehirlerin Osmanlı topraklarına katılmasını da sağlar. İşte bu sıralarda şöhretine şöhret katarak ikbal merdivenlerini bir bir tırmanır ve gözde bir kumandan olarak dikkatleri üzerinde toplar.
Hüsrev Bey hem Belgrad’ın alınmasında hem de görev yaptığı bölgede bazı kale ve şehirlerin zaptedilmesinde gösterdiği yararlıklardan ötürü “gazi” sıfatını alıp Bosna Valiliğine tayin edilir. Kânûnî Sultan Süleyman’la birlikte Mohaç Savaşına da katılan Hüsrev Beyin, burada da düşmana karşı olağanüstü taktikler uygulayarak görevini adeta perçinlediği görülür. Bosna Krallığı’nın son merkezi olan Jajce’nin alınması da yine onun stratejik dehâsının eseridir.
Saraybosna’nın temeli, Bosna’nın alınış sürecinde uçbeyi ve sancakbeyi olarak görev yapan Gazi İsa Bey tarafından atılmış, “medine”leşerek şehir haline gelmesi ve oturması da Gazi Hüsrev Beyle başlamıştır. Sultan II. Bayezid’in bu zeki torunu, bugün Başçarşı’daki 1530 yılında kendi adı ile anılan camiyi inşa eder. Daha sonra 1537 yılında yine kendi adını taşıyan medreseyi, diğer adıyla Kurşumlu Medresesi’ni yaptırır. Bunların yanında mektep, han, hamam, türbe, şadırvan, saat kulesi, çarşı, bedesten, misafirhane yaptırır. Bütün bunların ayakta durması ve yaşaması için de birçok araziyi sağlığında bizzat kendisi vakfeder. Osmanlı Arşivi’nde bulunan vakıfnamelerinde Saraybosna “medine” olarak geçer. Bir ara Semendire Sancakbeyliği’ne getirilen Gazi Hüsrev’in, 1537’den itibaren ölüm tarihi olan 1541 yılına kadar Bosna Sancakbeyi olarak görev yaptığı görülür. Başçarşı’daki caminin avlusunda gömülüdür. Savaşlarda gösterdiği başarılarından dolayı “gazi” lâkabıyla anılan Hüsrev Beyin eceliyle ölümünü halk bir türlü içine sindirememiş, “şehit” muamelesi yaparak onun hayatı etrafında pek çok menkıbeler üretilmiştir. Gazi Hüsrev Bey, eşi Şâhidâr Hanım adına da cami yaptırmış, ancak bu mabet yıkılarak yeniden restore edilmiştir.
Gazi Hüsrev Bey, Saraybosna’nın her yönüyle bir merkez haline gelmesinin ardındaki en önemli isim, hatta bir simgedir. Kaynaklarda ve bazı seyyahların betimlemelerinde bu insan ihtişamı seven, iri yarı bir kişi olarak anlatılır. Sahabelerden Ebu Dücâne gibi giyim ve kuşamına dikkat eden, fakir fukaraya karşı merhametli, aynı zamanda gayrimüslimlere müsamahakâr davranan bir yiğit olarak tavsif edilir. Âdil ve vakarlı tavrı üzerinde de durulur. Onun zafer ve kahramanlığının yanında asıl kalıcı olan yönü, biraz da Bosna’da yüzyıllardır canlı bir tablo gibi yaşayan dinî kurumlara, kültür ve sanat eserlerine verdiği önemden kaynaklanır. Yaptırdığı eserleri uzun süre ayakta durması için kurduğu vakıflarla korumuş, ilim ve sanat adamlarını koruyup kollayarak el üstünde tutmuştur.
Balkanların en batı ucunda İslâm’ın bir kalesi olarak duran Bosna’nın Müslümanlaşmasını, daha doğrusu İslâm’ın o topraklarda zemin bularak yaygınlaşmasını biraz da Gazi Hüsrev Beye borçluyuz.
Şiirlerde Gazi Hüsrev Bey
Bosna şehirleriyle ilgili yazılmış şehrengizlerde Mostar ve Travnik’le beraber Saraybosna önemli bir yer tutar. Bunlardan biri şair Rızaî Efendi’nindir. Mutasavvıf şair:
Âl-i Osman devletinde şehr-i yektâdır Saray
Ma’den-i ilm ü fezâil şehr-i bî-hemtâ Saray
diyerek doğup büyüdüğü şehre bir bakıma kıyak geçer. Yine aynı şair: “Ta kıyâmete kadar muammer ola şehr-i Saray” mısraıyla da memleketine dua eder.
Divan şiirinin Bosna versiyonunu incelediğimiz zaman bu metinler, bölgedeki şehirler ve bu topraklarda yetişmiş önde gelen şahsiyetler hakkında bize önemli ipuçları verir. Saraybosna’yı anlatan şairler, şehrin güzellikleri yanında, onu Gazi Hüsrev’siz düşünemez ve Bosna’nın en başta gelen kurucuları arasında bulunan bu insandan şiirlerinde övgüyle bahsederler.
Mostarlı şair Derviş Paşa’nın biraz ileri gidip:
Görmek istersen dilâ Firdevs-i âlâdan nişân
Cehd kıl seyretmeğe şehr-i Saray’ı var hemân
diyerek, Gazi Hüsrev Beyin inşa ettiği Saraybosna’yı cennetten bir köşe olarak tasvir ettiği görülür. Reşid Efendi, Saraybosna’nın güzelliklerinden bahsederken o şehrin güzelliğine damgasını vuran ve burasının Gazi İsa Beyden sonra şehirleşmesini sağlayan Gazi Hüsrev Beyi mutlaka hatırlatma gereği duyar:
Medresesi ulemâ-i genc-i azîm
Dahme-i Hüsrev gibi misli adîm
Ulemâ âlemde oluptur ilm
Her odası tâlibe dârü’l-hakîm
Reşid Efendi’nin burada belirttiği Gazihüsrevbey Medresesi, dün olduğu gibi bugün de aslî fonksiyonunu yerine getiren Bosna-Hersek’in en canlı eğitim ve kültürel merkezlerinden biridir.
Şiirler şüphesiz toplum hayatını nesilden nesile aktaran sosyal ve edebî bir belge niteliğindedir. Biz bu metinlerden, o yüzyılda yaşamış toplumsal hayatın ayrıntılarına vakıf oluyoruz. 19. yüzyıl şairlerinden Zühdî Efendi de Reşid Efendi gibi Bosnasaray’ın güzellik ve kemâlâtının arkasında, içenlere ferahlık ve hastalara şifa veren “âb-ı zülâl” (tatlı su) gibi akan şadırvanıyla Gazi Hüsrev Beyi bulur:
Ortasında Gazi Hüsrev yatur sâhib-kemâl
Bir müferrah âbı akar nûş edenlere helâl
Hastalara şifâ verir sanki bir âb-ı zülâl
Derdlere dermân eden Lokman yeri Bosnasaray
Yukarıda bir beytini zikrettiğimiz Rızaî Efendi ise “Saray” redifli şiirinde, Gazi Güsrev Beyle Saraybosna’yı özdeşleştirir ve şehri medhettikten sonra ortasında gönül açan bir makamın bulunduğunu, bu makamın sahibinin yaptırdığı “hayrât”ın şehri tezyin ettiğini anlatır:
Dahî şehrin ortasında dil-küşâ var bir makâm
Hayr-ı Gazi Hüsrev Beydir eyledi tezyîn Saray
Şiirin hikemiyatıyla ilmin hikmetini şairane bir şekilde kaynaştıran sanatkârlardan geriye kalan bu manzumeler, Saraybosna’nın ilk dönem kültür ve sanat tarihine ışık tutan en güçlü fırça darbeleridir. Bugün gören gözler için, Gazihüsrevbey Kütüphanesi’nin tozlu raflarını bu fırça darbelerinin rengârenk armonisi süslemektedir. Zira, Batılı seyyahların ve gravürcülerin yanında Saraybosna’nın kadîm güzelliğini biz bugün sanatkârların asıl bu şiirlerinden öğreniyoruz.
Ah...hocam..Ah.. Bu güzel…
Ah...hocam..Ah..
Bu güzel tarih ve şiirler gazeller artık bizim için bir nostalji...
Fakat yeni nesil ne bu dili anlar...ne de bulmadan bir zevk alır.!!
Yeni yorum ekle