mefahir goygoycususun tosunum,
sen sadece
geçmiş zaman hikayeleri anlat.
Belki sonradan söyleneceklerin içinde bir tohum olarak dürülüp saklandığı kısa özet şöyledir:
“ ...Tarih denen şeyin bir ‘organize olma ilke ve biçimleri’ rekabeti olduğuna inanıyorum, daha doğrusu majör tarih böyle. Minör düzeyde tarih ise ‘organize olma fırsatı bulamamış arzular’ çöplüğü... İnsanlar, organize olmakta olan majör senaryoları keşfetmekte mahir; hayatın tam burasında, kendisine lütfedilen figüranlığın keyfini sürmek yönündeki seçimler, hayat suyumuzu nasıl ‘majör tarihin değirmenine akıtıp israf ettiğimiz’in mebzul örnekleri ile dolu.”
Şimdi açalım bunu:
Tarih dediğin insan tarafından çamuru karılmış kerpiç evler denizi gibi bir şeydir; insanı denklemden çektiğinde tarihten geriye nesnel-fiziksel zaman kalır. O yüzden artık hayatın nabız vurmadığı yıkılmış şehirlerin enkazına onda yaşananları, yani “o beşerî zamanın insanları”nı iade etme çabası olabilir Arkeoloji denen uğraş.
Bunu bilmek yetmez: Tarih, sürekli çalkalanan o aynı deniz değil, insanoğlunun kısmen iradî, kısmen zarurî istihâle ve başkalaşma sürecidir ki, tekno ilerleme denen şey, tarihi “oyuncakların mükemmelleşmesi olarak indirgeyen”, göze görünür olana iltifatı bol bir ergen tahkiyesidir.
Oysa Tarih, göze görünmeyenin yoğurulduğu, dönüp de insanı yeniden yoğuran bambaşka mayaların ve mayalanma ve çürümenin iç içe seyrettiği insanî varoluşun dönüşüm mecrâıdır.
Tarih olağan olanın artık sürdürülemez olduğu kavşaklarda kolektif olarak yeni bir insanın yaratılması, o yeni insanın insanî her şeyi yeniden yaratması çift yönlülüğü içinde yol alan beşerî yürüyüşten doğan bir hâsıladır.
Tanrı’nın insana bahşettiği bildik her üstün meziyetin kendisinde görünür hale gelmekle kalmadığı, dönerek yeni insanî kapasitelerin keşfedilip yaratılmasına açık, insana tanrısal bir inayetle bahşedilmiş kendi kendini bambaşka inşa etme kudretiyle yaratılan bir oluş sürecidir “Tarih”.
Bu, kesintisiz bir yücelme süreci değil yücelme ölçüsünce gerileme ve aşağılıklaşma potansiyelini realize eden çift tabiatlı bir kolektif gerçeklik alemi demektir.
TARİH: NESNEL-FİZİKSEL ZAMAN MI?
Belki tarihçi denince akla, belgeler, kalıntılar, buluntular, varsa başka türden kanıtlar elde ederek geçmiş olayların gerçekleşimini aydınlatmaya çalışan bir araştırmacı gelmesi olağandır. Oysa bu yolla aydınlatılmış olayların durmadan tekrarlanırlıklarındaki oluşum örüntülerini keşfe çıkan biri, kalıcılıkların düzenini aydınlatma çabası içindedir. Ve anlaşılır ki, savaşların, ticaretin, kıtlıkların, hastalıkların… tekrar tekrar yaşanmasına karşılık, oluşum örüntüleri zamanla başkalaşmaktadır. Böylece tarih, olayların bilgisi olmayı aşar. Sıradan veya sıradışı aktörlerin, onların ilişkilerini düzenleyen mekanizmaların ve organizasyonların, hayatlarının yöneldiği çıkar-ilgilerin, kolektif ya da sosyal süreçlerin… başkalaşımlarıyla ortaya çıkan dönüşümlerin incelenmesiyle tarihselliğimizin momentlerini, kırılma ve kopuşları, beşerî yaratıcılığın yepyeni tezahürlerini kavrama girişimi halini aldığında tarih, nesnel olayların kronolojik açıklamasını aşmış, insanoğlunun nesnel zamanı yoğuran moral zamanlılığı üzerine bir düşünme faaliyetine dönüşmüş olur. Olay zeminini aydınlatmaya yönelmiş bildik anlamdaki tarihçilik, bu kabil bir tarih ilgisinin malzeme sağlayıcısı veya tedarikçisi olmak mertebesine indirgenmiş olur. Zira tarih, ne kahramanların baştan planlanmış zafer hikayesi ne milletlerin derin arzularına bir dilber nâz ü bikri ile kendisini teslim eden bir fetih veya devlet kuşu bahtiyarlığı alanıdır.
Tarih, zamanı ince düğümlerle kat kat ören kolektif insan olma biçimlerimizin, ham arzularımızı sabırla dizginleyerek “boşu boşuna yaşamadığımız” umudunu yücelten inançlılıklarımızın ya da tam aksine inançsızlıklarımızın, birbirimize yönelmiş dürüstlük ya da sahtekârlıkla icra olunan eylemlerimizin buluşması ile gerçekleşen “organize olma imkan ve kabiliyetleri”nin hayata yön verdiği bir insanî tecrübeden ibarettir.
Neler neler arzulayıp hangi zaferlerin düşüyle sarhoş olmaya meyyal olduğunuza değil, hangi organize olma ilke ve biçimlerinin ötekilere galebe çalarak insanoğlunu çekip çevirdiğine bakın. İmparatorlukları yıkıp tarihe gömen şeyin, sadece dışarıdan hücum eden kuvvetler değil, insan olmaklığımıza, umutlarımıza ve eylemlerimize yeni bir anlam ve yepyeni bir varoluş evreni bahşeden o yepyeni organize olma ilke ve biçimlerinin içimizde vuran bir yeni nabız olarak yaygınlaşmasıdır.
Tarihin varoluşumuza tabiattan daha mühim bir çerçeve çizdiğini ve aslında hem insan olmaklığımızdan kaynaklanan bir fenomen alanı hem de insan olmaklığımızı kayıt altına alan bir taayyün (belirlenim) alemi teşkil ettiğini anlayabilmek, Tarih Felsefesi’nde emeklemeye başlamış bir mübtedî için bir hayli buluğ (erginlik) nişanesidir.
Tarihi, dışımızda akıp giden tabiata ait bir somut/nesnel zaman süresi olarak gören, yani ona insanî varoluşumuzun kendisi olarak değil de nesnelere ait “tarih dışı” bir at gözlüğü ile bakarak aslında hakikatini kavramaktan aciz bir zihin hali, bu suretle aşılmış olacaktır.
Bununla birlikte, bir adım daha atarak tarihin neyin tahakkuku olarak yol aldığını sormak zihnin o buluğ halinden gençliğin dinamik evresine adım atmaktır. Genç insan bu soruyu sorabilmiş olsa da tarihi, “delikanlı acemiliği ve aceleciliğiyle” hayatını adamaktan çekinmeyeceği çeşit türlü hülyalar ve ülkülerin tarihde de at koşturduğunu vehmetmeye meyyal ve premordial bir irâdî muvaffakiyet zemini sanmak âfâkiliğine kapılmakla muallel, bir zihin zaafına düçardır.
Tarihe ait olan, tabiatın nesnel ve somut zamanlılığından dinelerek ruhlarımızı dolduran objektif bir zorunluluk değil, delikanlı hafakanları aşıp durulmuş, aklın ve basiretin eski tecrübeleri tahkik ve tenkidi ile yoğurulmuş yeni bir varoluş tasavvurunun doğuşu ile beşerî/sübjektif/tarihsel yani moral zamanlılığımızın zuhuruyla tahakkuk eden bir gerçeklik alemidir.
Tarih, fânî olanın dinelmesi, ıssız ve izsiz bir yola girip cangılda şenlik kurması, tabiat karşısındaki sınırlılıkların aşılması, başka fânîlerin bu şenliği devralması, daha başkalarının şenlik yıkıcı saldırısı… ile yürüyen moral zamanlılığımızdır.
İNSANÎ-MORAL ZAMAN OLARAK TARİH
Moral zamanlılığımız derken kullandığımız moral terimi, ne bireyin duygusal-zihinsel durumu anlamında psişik bir anlama sahiptir ne de Batı dillerinden Türkçeleştirirken ahlaksal kelimesiyle karşılanmasına bakarak yine birey düzleminde manevî değer tecrübesine münhasır bir anlama gelir. Evet, moral Türkçedeki yaygın ama zayıf anlamıyla psişik bir şey olmaktan ziyade, manevî bir şeye tekabül eder; lâkin moral terimi, bireyin sübjektivitesini değil, sosyal tecrübemizin kolektif manevîliğini ifade etmektedir. Böylelikle, moral zamanlılık (moral temporality) terimiyle topluluğun sosyal tecrübesinin kolektif manevîliğinde objektifleşen fânîliğimizden, yani, gelip geçen nesillerin münferit fânîliği değil, içinde hayatlarımızı sürdüğümüz manevî atmosfer ve bize hep böyleymiş ve hep böyle kalacakmış gibi görünen hayat çerçevemizin, doğup ölen, bambaşka biçimlere bürünen fânîliğinden bahsetmiş oluyoruz. Böylece tarih, insanoğlunu kuşatan beşerî şeylerin tabii bir tekrarlanma süreci olmaktan çıktığı kadar, ilahî bir yazgı olarak değil, insanî performansın kolektif yaratıcı yol alışları zemini olarak kavranmış olmaktadır.
Zamanın ruhu denen şey, olağan işleyişlerin duvara tosladığı helak hallerinde, radikal bir kopuş ile herşeyi baştan tarif eden ve birbiriyle yepyeni bağlar kurup yeniden hayat nabzı vurmaya başlayan yepyeni bir organize olma ilke ve biçiminin her ânımıza sirayet eden nefhasıdır. Onunla dirilemeyen, candan âzade bir ten olarak çürüyüp kokuşmaya, dağılıp yok olmaya mahkûmdur.
Zamanın ruhu denen şey, ne uğruna hayat sürüp ne umabileceğimizi ve buna vasıl olmak için hangi vasıtaları nasıl kullanacağımızı, bütün bunları nasıl ve ne büyüklükte bir organize olma marifetiyle tahakkuk ettireceğimizi bize ilkâ, ilham ve dikte eden o diriltici ya da kahhar, o davetkar çağrı ya da çaresiz bırakan icbar, o merhametle kuşatan ya da gaddar nefhadır.
Moral zamanlılığımız olarak tarih, yerinde sayıp duran tekrarlanırlıkların insanî performansımızın damıttığı “zamanın yeni ruhu” ile aşılması, insan olmaklığımızın bambaşka kiplerinin ve koşullarının yaratıldığı kolektif öznelliğimizin fâni mecrâıdır. Bizi yerinde sayıp duran tekrarlanırlıkların yarattığı o derin nihilizmin gayyasından alıp yeniden hayata savuran da her şeyin hiçleşmesine kendini teslim etmeyen, fâniliğin bentlerini aşan moral zamanlılıktır. Hiçliğin hıçkırıklarıyla zifire çalan alacakaranlığımızda boğulmaya kendini bırakmayan fâni bir umutluluğun şafaklarına doğru beşerî yol alışımız…
Şimdiye kafar okuduğum en…
Şimdiye kafar okuduğum en iyi tarih analizi. Teşekkürler Vehbi Başer
Yeni yorum ekle