19 Ekim günü haber kanalları akşam bültenlerinde İbn-i Haldun Üniversitesi Külliyesi açılış törenine dair haberler geçmeye başladılar. Açılış törenine Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve bir kısım yabancı protokol ve akademisyenler katılmıştı. Ekranlara gelen törende pandemi önlemlerine göre hazırlanan tören alanı dahil olmak üzere her şey normal gözüküyordu. Ancak açılışı farklı kılan ve ülke gündemine düşen Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sözleriydi. Sonrası günlerde bu sözler haber kanallarında tartışılmaya başlanmıştı bile. Peki ülke gündemini hareketlendiren sözler nelerdi? İlk başta bir öz eleştiri olarak kabul edilen bu açıklamalarda Cumhurbaşkanı Erdoğan 18 yıllık siyasal iktidarlarına rağmen fikri bir iktidar üretemediklerini ifade ediyordu. Aslında bu ifadeler ilk değildi. Cumhurbaşkanı Erdoğan buna benzer bazı açıklamaları geçmişte yapmıştı. Ancak bu seferki açıklaması çok daha açıktı. Peki, ne demişti Cumhurbaşkanı Erdoğan:
“Yaşadığımız her hadise geçmişi anlamadan, geleceği kavramanın mümkün olmadığını bize tekrar tekrar hatırlatıyor. Meselenin siyasi ve ekonomik taraflarını bir tarafa bırakarak sadece ilmi yönünden bakacak olursak, Batı mesela tüm ilhamını bizim köklerimizden almıştır. Biz ise köklerimizi dışlayarak 2 asırdır kendimize yol ve yön bulmaya çalışıyoruz. Fikri bir buhranın içinde bulunuyoruz.”
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı fikri bir buhran içinde bulunduğuna ikna eden neydi? Neden 18 yıllık bir iktidarın sonucunda bu kanaate varmıştı? Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın takip eden cümleleri sanırız açıklayıcı olacaktır:
“Hükümet olmakla muktedir olmak, muktedir olmakla iktidar olmak arasındaki farkı buradakiler gayet iyi biliyor. Gerçek iktidarın fikri iktidar olduğunu da gayet iyi biliyoruz. Fikri iktidar yolu zor ve zahmetli bir süreçtir. Bu konuda kendimi biraz mahzun hissediyorum. 18 yılda her alanda tarihi hizmetlere imza attığımızı ama eğitim, kültürde arzu ettiğimiz ilerlemeyi sağlayamadığımızı düşünüyorum. Genç bir nüfusa sahibiz ama medeniyet tasavvurumuzu hayata geçiremiyoruz. Medyamız en modern altyapıya sahip ama bizim sesimizi, nefesimizi yansıtmıyor. En haklı olduğumuz konularda bile dünyaya kendimizi anlatamıyoruz. Fikri iktidarımızı hâlâ tesis edemediğimiz kanaatindeyim. Hiç kimsenin bu arayıştan rahatsız olmaması gerekir. Bu arayışa herkesin katkı sağlamasını özellikle bekliyoruz. Fikri iktidarı siyasi kadrolar değil, bilim, sanat ve hikmet insanları inşa eder.”
Cumhurbaşkanı Erdoğan tesis edilemeyen fikri iktidarın birincil sebebini batıyı taklit etmek olarak görürken Batı medeniyetinin peşinden giderek belirli bir seviyeye ulaşılamayacağını da beyan ediyordu:
“Elbette dünyanın sanatta, bilimde geldiği yeri görmezden gelecek kadar gerçekten kopuk değiliz. Günlük hayatımızda otomobili bırakıp atı ulaşım vasıtası haline getirmek gibi bir düşüncemiz tabii ki yok. Bizim derdimiz başkadır. Dünyadaki hakim fikri anlayışın ve fiili düzenin sadece ardından giderek kendimize çok daha iyi bir medeniyet inşa edemeyeceğimize inanıyoruz.”
3 Kasım 2002 yılında genel seçim sonuçları açıklandığında 365 milletvekili alan AKP, Türkiye’nin siyasal ve sosyal tarihi için yeni bir dönemin başlangıcı olduğunu ilan ediyordu. O günden bugüne uzanan 18 yıllık süreç, içerisinde darbe girişimleri dahil olmak üzere pek çok sosyolojik ve siyasal kırılmanın yaşandığı bir dönemin başlangıcı oldu. İktidar olmakla muktedir olmak arasında bir sarkacın salınımı ile gidip gelen AKP hükümetleri, 10 Temmuz 2018’de uygulamaya geçilen Cumhurbaşkanlığı Başkanlık sistemiyle bir bakıma muktedir olduğunu da ilan etmiş oldu. Muktedir olmanın ilanı ile devletin tüm kurumlarının tek yetkili ve karar verici olarak Cumhurbaşkanlığına bağlanmasının üzerinden henüz 2 yıl geçmesine rağmen “muktedir-iktidar” tartışmasının Erdoğan tarafından kamuoyunun önünde açılması bu makalenin ana konusunu oluşturmaktadır. Ancak bu konuyu içerik okumasıyla detaylandırarak, 18 yıllık iktidarında hiç seçim kaybetmemiş ve Cumhurbaşkanlığı sistemiyle mutlak başarısının altını çizen Erdoğan’ın “fikri iktidar olamadık” beyanıyla toplumun öncü ve sorumlu kanaat önderlerinin, yazar-çizer, bilim- fikir insanlarının, sanatçılarının vs. aynı başarıyı elde edemediğini, medyanın “bizim sesimizi, nefesimizi yansıtmıyor” satır aralarıyla siyasal başarının topluma yayılamadığını ve fikri iktidarın hâlâ tesis edilemediği kanaati üzerine odaklanacağız.
-I-
“Kasıt ve kusursuz cinayet çağında yaşıyoruz. Canilerimiz aşk özrüne sığınan o umarsız çocuklar değil artık. Tam tersine olgunluk çağındalar.”
Alber Camus (Başkaldıran İnsan)
Çağın Tanıklığı
Albert Camus, tanıklığını yaptığı çağın henüz daha başlarında nasıl bir çağa tanıklık etmeye başladığımızı, belki açık yüreklilik, belki de cesaretle anlamaya ve olgunluğun nasıl bir kurguyla dönüştüğüne dikkatimizi çekmeye çalışıyordu. Toplumlarda sosyal hareketlilikleri tespit edebilmek ve tanımlayabilmek oldukça zor olduğu gibi bir başlangıç merkezi tayin edebilme gerekliliği ise vazgeçilmezdir. Belki de bu yazıyı Kadızadeler, Kadızadeliler, ya da Fakılar, diye bilinen yerden başlatmak gerekirdi. Osmanlı Devleti'nde 17. yüzyılda etkili olan bu siyasi-dini hareket, politik ve ideolojik farklılıklar oluşturarak ayaklanmalar çıkarıp, devletin geri kalışının sorumlusu olarak tasavvuf ve tarikat mensuplarını görerek düşman olmuşlardır. Ancak biz konuyu sınırlandırmak açısından çağımıza daha yakın bir tarihten örneklendirmeye başlayacağız.
Devlet Aklının Kökleri: Neden 60 yıl?
Mayıs 1826’da Sultan II. Mahmud'un, Yeniçeri Ocağı’nın ileri gelenlerinin hazır bulunduğu bir meşveret meclisinde “harp sanatını bilir” bir askeri sınıfın yetiştirilmesi gereğinden hareket ederek, herkesin kabul ettiği karar ile (bu makalenin direk konusu olmaması sebebiyle detaylara girilmeyecek) orduda başlattığı yenileşme girişimleri, Yeniçeri Ocağını isyana sürükledi ve bu isyan “vak’a-yı Hayriye” olarak tarihin sayfalarında yer aldı. Yeniçeri Ocağı’nın aynı zamanda Bektaşi ocağı olması düşüncesiyle merkezi hükümetin ve özellikle Sultan II. Mahmut’un talimatlarıyla, isyana katılarak Yeniçerilere cesaret verenlerin kimler olduğu ile ilgili takibat başlatıldı. Dolayısıyla bu takibat Bektaşi tekkelerinin ve Bektaşiliğin ortadan kaldırılmasına yönelik ilk adım oldu.
Fahri Maden, Türk Tarih Kurumu (TTK) yayınlarından çıkan “Bektaşi Tekkelerinin Kapatılması (1826)” adlı eserinde; “Yeniçeri isyanına destek verenlerin ve diğer Bektaşilerin görüşülmesi için emredilen toplantı, 8 Temmuz 1826 cumartesi sabahı Topkapı Sarayı’ndaki babüssaade Camii’nde yapıldı. Padişahın kafes arkasından izlediği toplantıya sadrazam, şeyhülislam, eski şeyhülislam, Anadolu ve Rumeli kazaskerleri ve ilmiye mensuplarının yanı sıra Mevlevi, Nakşi, Halveti, Celveti, Sa’di, Kadiri, Şazeli tarikatlarının şeyhleri katıldı.” diyerek bu toplantının detaylarına arşiv belgelerini referans gösteriyor. Adı geçen eserden özetle kısa bilgiler vererek devam edeceğim. Bu toplantı daha önce Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması kararı alınan meşveret meclisine benzemekteydi ve bu meclis bu sefer Bektaşi Tekkeleri ve Bektaşilik ile ilgili karar vermek üzere oluşturulmuştu. Bu meşveret Bektaşilik hakkında olumsuz kanaatlere sahip diğer tarikatların görüşlerinin alındığı bir toplantıya dönüştürülmüş olarak meşveret meclisine on üç şeyh katıldı. Şeyhlerin çoğunluğu olumsuz görüş beyan etmekten kaçınmışlarsa da toplantıya katılan ilmiye mensuplarının daha açık fikirli ve kararlı oldukları beyanlarından anlaşılıyordu.
Fahri Maden’in eserinden devamla bahse konu meclis; “Bektaşilerin dine aykırı davrandıkları ve Yeniçerilerin de bunlardan etkilendikleri fikrinin oluşmasıyla Üsküdar, Eyüp ve sair yerlerde bulunan Bektaşi tekkelerinin eski olanlarının bırakılıp, yeni yapılmış olanlarının yıktırılması kararı alındı. Ancak bu defa da eski ve yeni tekkelerin hangileri olduğu, kaç yıl önce yaptırılan tekkelerin eski ve yeni kabul edileceği tartışması yapıldı. Neticede 60 seneden önce (1766 yılı) yapılan tekkelerin “kadim” kabul edilerek bırakılması, bu tarihten sonra yapılan tekkelerin ise ….yıktırılması kararlaştırıldı. Ancak neden 60 yıl sınırı getirildiği tam olarak anlaşılamamaktadır.” Bu kararlar alındığı gibi “Hacı Bektaşi Veli tekkesine bağlı diğer tekke ve zaviyelerin isimleri değiştirilerek kendilerine mal ettikleri, vakıfların gelirlerine el koydukları, tekkeler kurup açık ve gizli olarak pek çok kötülüğü yaydıkları vurgulanmış. Bu gerekçe ile Bektaşilere ait vakıfların da ellerinden alınması kararlaştırıldı.”
Alınan kararlar sonucunda birçok Bektaşi ve Bektaşi şeyhi idam edildi, sürgüne yollandı. Ayrıca Bektaşi olmakla suçlananlar da yakalandı, idam edildi veya sürüldü. Bazı Bektaşi şeyhlerinin yakınları da kontrol altında tutuldu. Son olarak yıktırılmamasına karar verilen bazı Bektaşi tekkelerine “sünni” tarikat şeyhleri atandı ve Bektaşi Tekkelerinde kendileri Bektaşi olsalar da tekkelerini terk etmek istemeyenler diğer tarikat şeyhlerinin tasarrufu altına girdiler.
Muktedir Olmanın Dini Referansları
Merkeze almaya çalıştığımız Bektaşilik ve Bektaşi Tekkelerinin kapatılma ve kontrol altına alınma sürecinde, Saltanat ve idarecileri, muktedir olmanın gerekliliklerini göz ardı etmediler. Toplumun hassasiyetleri açısından önemli karşılıkları bulunan Bektaşi Tekkelerinin kaldırılmasıyla oluşan boşluk; daha kenarda kalan diğer tarikatlar (özellikle bahse konu olan tarihe kadar İstanbul’da ciddi anlamda varlığı olmayan Nakşibendilik) merkeze çekilerek doldurulmaya çalışıldı.
Anlaşılıyor ki devlet aklı muktedir (!) olabilme yada muktedir alanını kurma-derinleştirme adına dönemin paradigmaları neyi-nasıl öngörüyor ve gerektiriyorsa toplumun fikri, dini kodlarını tanımlama, yeniden tanımlama, örtme, yerine bir başka şeyi geçirme yada ortadan kaldırma seçeneklerini kullanmaktan geri kalmadı. Osmanlı devleti modernleşme hareketlerini, merkeze aldığımız bahse konu olan (1826) tarihiyle başlatırsak dini kurumlara etkileri açısından sakin bir süreç geçtiği söylenebilir. Devletin parçalanma sürecine girdiği, dolayısıyla saltanatın yetki alanlarının sorgulanmaya başlandığı ve muktedir alanının daraldığı I. Meşrutiyet sonrasında, dini referans alan hareketlenmelerin yeniden başladığını 31 Mart vakıasında ortaya çıkan gerginlik ve çatışmanın sonuçlarıyla gözlemleyebiliyoruz.
II. Abdülhamid ile dedesi II. Mahmut’un kabirlerinin aynı türbede olmasının manidar birlikteliğinden hareketle merkeze almaya çalıştığımız; “muktedir olmanın dini referansları” vurgusu; doğrudan II. Abdülhamid dönemine geçiş yapıyor olmamızı zorunlu kılıyor. Nitekim II. Abdülhamid’in aldığı karar ve uygulamaların dönemin yükselen sesleri açısından sert ve otoriter bulunmasıyla, kendisine yönelik oluşan güçlü muhalif duruşa karşı, dedesi II. Mahmut kadar sert ve acımasız olamadığından dertlendiği söylenir. Ancak II. Abdülhamid dönemi; saltanatın alacağı kararlarda gücün merkezde (sultanda) toplanmasının verdiği kararlılıkla hareket etme kolaylığından ziyade siyaset ve akıl ile muktedir olma mecburiyetini dayatıyordu.
II. Mahmut’un aldığı sert ve zorlu kararlar kadar olmasa da II. Abdülhamid’in desteklediği fikirler ve uygulamalarının etkilerine bakıldığında; dini referansları kullanma ve dini kurumları yönlendirme, destekleme marifetiyle Müslüman toplulukların desteğini alarak muktedir olduğu alanı besleyici bir siyaset takip edebildiği görülecektir. Dönemi açısından tartışılmaz önemli açılımlar sağlayarak günümüze kadar gündemden düşmeyen İslamcılık akımının –popüler söylemle siyasal İslamın- da aynı zamanda başlatıcısı olduğunu ve bizzat sultanın kendisinin siyasal irade olarak bu akımın üreticisi olduğunu vurgulamamız gerekiyor. Tarihi detaylara girmeden yakın tarihimiz ve günümüzde yer alan İslamcılık ve akımlarının, dini referanslar ve kurumlarla olan paralelliği ve etkileşimi üzerinde durabilir ve 2000’li yıllara bir perspektif oluşturabiliriz.
Kim Muktedir?
İslâmcılık hareketi, son iki yüz yıldır hayatın her alanında mağlubiyeti kabul etmiş olan Osmanlı Ulemasının bir kısmında “modern Avrupa medeniyetinin İslâm dünyası aleyhinde oluşturduğu tehditlere etkili bir karşı koymanın ancak modernleşmenin gereklerine uygun bir zihniyet dünyası inşa etmekle ve dinin kılavuzluğunda gerçekleşecek bir modernleşme ile mümkün olacağı fikrine dayanır; bu modernizm anlayışı ...İslâm medeniyetinin dünya üzerindeki son büyük gücü olan Osmanlı Devleti’nin içine düştüğü zaaftan kurtarılması ve bekasının temini için “İslâmî bir rönesans”ın gerçekleşmesini sağlama düşüncesi aynı yaklaşımın sonucudur.” (TDV, İslam Ansiklopedisi, İslamcılık maddesi)
II. Abdülhamid iktidarının sona ermesiyle birlikte iktidara oturan İttihat Terakki kadrolarının devleti dağılma ve çökme sürecine sokan kararları, İslamcı (denilebilecek olan) hareketin öncülerini etkisiz hale getirmiş ve uzun sürecek bir etkisizleşme sürecini başlatmış oldu. Osmanlı Devletinin yıkılmasıyla birlikte anayurt olarak kabul edilen “Misak-ı Milli” sınırları içerisinde kurulan yeni devlet; Monarşi-Meşrutiyet-Cumhuriyet ile dönüşüm, yenileşme ve modernleşme sürecini Türkiye Cumhuriyeti olarak tamamladı. Kurulan devletin rejimi Cumhuriyet olarak kabul edilmekle birlikte modernleşme hareketinin devam edebilmesi adına demokrasiye geçilemediği ön kabulü ve dayatmasıyla çok partili döneme geçilebilmesi için 1. Dünya harbinden 2. Dünya harbine kadar beklenilmesi gerekecekti. Rejimin tanımı Cumhuriyet olmakla birlikte demokrasinin yerini tek partinin doldurduğu ara dönemde modernleşmenin önderliğini kurucu lider Mustafa Kemal Atatürk ve partisi CHP kadroları üstlenecekti.
1924 Martında çıkarılan üç kanun (Hilâfetin İlgası, Tevhîd-i Tedrîsat Kanunu, Şer‘iye ve Evkaf Vekâleti’ni lağvederek Diyanet İşleri Riyâseti düzenlemesini getiren kanun) İslâmcılık hareketinin büyük ölçüde ortadan çekilmesine yol açtı. (TDV, İslam Ansiklopedisi, İslamcılık maddesi) Ancak bu makalenin konusu olarak ele almaya çalıştığımız “fikri iktidar”ın, dönemin muktedirleri tarafından kurulabilmesi açısından “muktedir olmanın dini referansları”na bakacak olursak “II. Meşrutiyet devri İslâmcılık hareketi içerisinde yer alan kişilerin 1924 sonrası dönemde ortaya koydukları tavırlarda ve savundukları fikirlerde bir bütünlük yoktur. 1925-1926’da Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin gündemine gelen Kur’an meâli, Kur’an tefsiri ve bir hadis külliyatı hazırlatma teşebbüsleri yine bu kişilere havale edilmiş” olduğu görülecektir.
“Cumhuriyet döneminde, yönetici elitlerin din politikası konusundaki tercihleri, tarikatları yasaklı konuma düşürmüştür. Olgusal temeli bulunmayan bu düzenlemeler tarikatları ortadan kaldırmamış, tarikatlar çeşitli yollarla varlıklarını sürdürmüşlerdir. Türkiye'nin çok partili hayata geçmesi kısmi bir özgürlük ortamı oluşturmuş, bu dönemde tarikatlar sosyal hayatta daha da belirginleşmiştir. Bu bağlamda tarikatların sosyal, siyasal ve ekonomik hayattaki etki ve görünürlükleri artmış, tarikatlar toplumsal hareketlere kaynaklık etmiştir.” (Abdullah İnce, Nakşilik-Siyaset İlişkisi Bağlamında Türkiye’de dini gruplar ve Milli Görüş) Abdullah İnce modern Türkiye Cumhuriyet’nin yönetici elitlerinin din politikası konusundaki tercihlerinin tarikatları yasaklı konuma düşürerek, olgusal temeli olmayan olarak ifade ettiği; yürürlüğe sokulan düzenlemeler (unutma biçimleri üzerinden düşünülürse) bu makalenin konusunu daha da önemli yapıyor (hatırlatıyor). İnsan kaynağına ve belli formlarda bu insanları idare yeteneğine sahip olan tarikatlar, çeşitli yollarla varlıklarını sürdürebilme becerisine yüzyıllardır sahiptiler ve yeni rejimin kendilerini yasaklı konumuna düşürmesi yüzyıllardan beri karşılaştıkları bir ilk değildi. Diğer yandan yeni dönem herkesi yeni ve farklı sosyal gerçekleri de kabul etmeye zorladı. İslamcılık hareketi ve tarikatların yanında yeni bir sosyal gerçeklik olarak- bugün normal olarak görülen- “cemaatler” olgusu üst çatı olan Müslümanların hayatlarında, yeni ancak vazgeçilmez ve bugüne kadar süren gerçek bir hareketlenmeyle sonuçlandı.
Muktedir Alanda Gerilim
1950 yılında çok partili hayata geçilmesiyle birlikte, yasaklı konuma düşürülmüş ve haliyle görünmez olma mecburiyeti yaşayan, dini hassasiyeti yüksek ve kendi referansları açısından bu konuda endişe taşıyan çevrelerin (İslamcı denilebilen düşünürler-tarikatlar ve yeni oluşan cemaatler özellikle nurculuk hareketi) beklenti ve talepleri; demokratik siyasal alanda karşılık bulmaya başladı ve böylelikle siyasal alana taşınmış oldu. Bu hareketlenmeyle birlikte neredeyse 2020 yılına kadar siyasetin ürettiği ve projelendirdiği her yerde dini referanslar bir şekilde yer bulmaya başladı.
Atatürk’ün 1923-1950 arası “fikri iktidar” kurma proje ve uygulamaları 1938 yılı ölümünden sonra CHP kadrolarınca sürdürülmeye çalışıldı ve II. Mahmut modernleşmenin öncüsü kabul edilirken II. Abdülhamid’i ise kabul görmedi. İslami merkezli modernleşme yeni rejimin din anlayışı tercihinde kabul görülmediği için “muktedir olmanın dini referansları” açısından yine de din göz ardı edilemedi. Yeni rejim Yunus Emre, Mevlana ve Hacı Bektaşi Veli referanslı din tanımını kendi fikri iktidarını kurabilmenin araçları arasında olarak kabul etti.
1970’li yıllarda başlayan, modernist olarak tanınan düşünürlerin eserleri yoğun biçimde Türkçe’ye çeviri faaliyetleri başlamış ve bu eserler “İslâmcı olarak tanımlanan aydınların fikrî eğilimlerini farklı şekillerde de olsa etkilemiş, ayrıca İslâmcılığın siyasallaşması sürecini hazırlamıştır.” (TDV, İslam Ansiklopedisi, İslamcılık maddesi) İslamcılığın siyasallaşma sürecinde 1970’li yıllarda MNP/MSP ile siyaset alanında kendine yer açan Erbakan, soğuk savaşın ABD lehine ivme kazanmaya başladığı yıllarda ve özellikle 80’ler sonrasında kapitalist etkileşimin artmasıyla bir siyasal program ortaya koyarak “ne Amerika (kapitalizm) ne Rusya (sosyalizm), tek yol İslam” demekteydi.
RP ile toplumda karşılık bulan “muktedir olmanın dini referansları” gerçeğinin, siyasal denklem içinde kendine yeniden yer bulmaya başladığı 90’lı yıllar, aynı zamanda yeni durum ve sorunlarla da yüzleşmeye başlanıldığı yılların başlangıcıydı. Bu yeni yüzleşme “60’larda inşa olmuş o İslamcılık paradigması da bizi bir yere kadar getirdi ama artık yavaş yavaş ölmekte, ifsad olmaktayız. Piyasa kapitalizmi tarafından bizim İslamcılığımız satın alınmakta. Bizim önümüze birtakım inciler serpiliyor" (Ümit Aktaş: https://www.timeturk.com/tr/2012/08/08/islamcilikta-yeni-paradigmaya-do…) şeklindeki tesbitler muktedir-iktidar ilişkisinin “fikri iktidar” üretme sorununun nasıl bir piyasa sorununa dönüştüğünü ortaya koymaktadır.
Tasnif yapmak gerekirse II. Mahmut, II. Abdülhamid ve Atatürk son 200 yılın muktedir- iktidar alanın inşaa edilmesi adına, “fikri iktidar” çalışmalarıyla toplumda oldukça önemli etkiler oluşturabilmiş -öne çıkan- üç önemli modernist ve reformist önderler olarak kabul edilebilir. Ancak 90’lar sonrası Türkiye, değişen ve dönüşen dünya paradigmaları açısından yeni bir reforma ve modernleşmede “doğru ve kabul edilebilir” adımları atabilecek lider arayışına girdi. Ne de olsa hem siyaset, hem cemaatler hem tarikatlar artık Türkiye toplumunun göz ardı edilemez, özgül ağırlıklarını oluşturmuş, kıvrak manevra-pazarlık- kabiliyetleri kazanmış ve dünyayı piyasa şartlarıyla okuyabilecek yetkinliğine ulaşabilmişlerdi. Bunun öncüsü (Gülen-Hizmet-Hareket vs). çeşitli adlarla değişen, dönüşen, sonradan FETÖ olarak adlandırılacak olan hareketle onu takip eden diğer cemaat ve tarikatler, Türkiye’nin 2000’ler sonrasının “muktedir olmanın dini referansları”na dair ipuçlarını verecekti.
Öncelikler Siyasetinde Tükeniş: Fikri İktidar
“İslamcılık AK Parti iktidarı ile birlikte sona erdi” iddiasını havada bırakacak şekilde İslamcılığın esas itibarıyla 1924’te sona ermiş olduğu "(İbrahim Kiras, Star) düşünülse de aslında sona erenin “İslamcılık” olmadığı ortadaydı. Adına ne denilirse denilsin, hangi ideolojiye dayanırsa dayansın “fikri iktidar” kurulamadan muktedir olunamayacağı gerçeği yeni dönemin siyasal lideri Erdoğan ve partisi AKP özelinde yeniden tartışmaya açılıyordu.
2000’ler sonrası sorular teorik alandan çıkmaya, gerçek ilişkilere yönelik olmaya başladı ve “giderek daha şehirli, varlıklı ve imkanlı hale gelen Türkiye dindarlarının önüne yeni ve dev bir alan açılıyor: Modern dünyanın idrakine konuşabilecek bir Müslüman kültür inşa etmek. Demokratik siyasete katılma biçiminden sanata, romandan sinemaya, felsefeden ahlaka kadar.”(Mustafa Akyol, https://www.timeturk.com/tr/makale/mustafa-akyol/islamci-ideolojiden-mu…) Yeni dönemin iktidarı AKP ve Başbakan Erdoğan 2004 yılında Financial Times muhabirine mülakat verirken “Müslüman Demokrat” yerine “Muhafazakar Demokrat” tanımlanmayı tercih ettiklerini vurgulayıp dini siyasete karıştırmayı doğru bulmadığını ifade ediyordu. Bu beyanlar dönem açısından Türkiye toplumunun dünyaya açacağının işaretlerini verirken, Türkiye’nin modernleşme ve yenileşme çizgisi tercihini devam ettireceğinin en üst yerden teminatı anlamını taşıyordu.
Burhaneddin Duran medyada birçok defa tartıştığı üzere hangi Erdoğan sorularına cevabını şu şekilde ifade ediyor: “Batı medyasının AK Parti’ye sıcak baktığı günlerde, 2002- 2013 arası, AK Parti ve Erdoğan “Ilımlı İslamcı” idi. Batı ile entegre olma arzusunda ve İslam ile demokrasiyi birleştiren reformcu bir aktördü. Gezi olayları sonrası Batı medyasındaki Erdoğan’a ilişkin yaygın niteleme önce “İslamcı otoriter” oldu, daha sonra “İslamcı faşist, diktatöre” dönüştü. Taraftarları nezdinde ise AK Parti İslam dünyasının dertleri ile ilgilenen, ümmetin maslahatını gözeten bir aktör olarak İslamcıydı.” dedikten sonra kendi anlayışına göre bir sentez yapıyor: ”Erdoğan’ın siyaseti, muktedir olmayı bilen ve önemseyen bir pragmatizm ile peşinde koştuğu makro siyasi ideallerin bir sentezidir. Ne ideolojinin dar kalıplarını pratik sonuçlara tercih etmektir. Ne de şartların meydan okuması uğruna kimliği ve değerleri bir kenara bırakmaktır.”(Burhaneddin Duran Sabah, 29 Nisan 2017, SETA)
Tarihler 15 Temmuz 2015’i gösterdiğinde Türkiye toplumu yeni bir Vak’a-yı Hayriye ile karşılaşacaktı. (Yeniçeri ayaklanması benzerliğiyle) kalkışma olarak tanımlanan sürecin başlangıç tarihi 17-25 Aralık 2013 olarak kabul edilerek bu tarihten önce ve sonra olmak üzere her şey yeniden gözden geçirilecekti. Dönüm noktası olarak kabul edilen bu tarihin seçiminin, devlet aklının öncesi ve sonrası olarak dönemleri kurgulama zorunluluğundan kaynaklandığı düşünülebilir. Her dönemin lider ve kadroları; kendi “fikri iktidar”ını kurabilmek adına “60 yıl”, “17-25 Aralık” gibi sabiteler kabul ederek muktedir olmanın-olabilmenin dönüm noktalarını belirlemek istiyordu. Biz de bunu dikkate alarak yazımız boyunca II. Mahmut’tan II. Abdülhamid’e, Atatürk'ten Erdoğan’a uzanan “fikri iktidar” kurma tartışmalarının muktedir-iktidar ilişkisinde; Türkiye toplumunun üç önemli liderinin reform ve modernleşme uygulamalarının dönüm noktalarındaki karşılıklarını aradık. Göstermeye çalıştığımız karşılıkların “dini referanslar”ıyla bir anlamda Erdoğan’ın “fikri iktidar” kuramadık ifadesindeki “muktedir olmanın dini referansları”na dikkat çekmeye çalıştık.
-II-
Türk Modernleşmesi ve Üç Büyük İddia
Bilimde, sanatta ve fikirde iktidar olmak aynı zamanda bir medeniyet iddiası anlamına gelebilecek bir durumdur. Türk modernleşmesinin 200 yıllık tarihi süreçleri incelendiğinde özellikle Osmanlı modernleşme sürecinde bu konu için kullanılmış bazı araçların devreye sokulduğunu görüyoruz. Mekteb-i Mülkiye, Mekteb-i Harbiye ve Mekteb-i Tıbbiye. Bu üç müessese bu iktidarın temel unsuru olacak olan insan kaynağını yetiştirmek üzere kuruluyor.. Türk modernleşmesinin bir anlamda devamı sayılabilecek olan Cumhuriyetin kuruluş sürecinde ise Osmanlı’dan devralınan bu üç müessesenin kuruluş amaçları da devralınıyor. Böylelikle modernleşmenin temel işlevini üç müesseseye destek olunması ve Cumhuriyetin bakış açısıyla yetişecek insan kaynağının sahaya yayılması için Halkevleri ve Köy Enstitülerinin de devreye sokulduğunu görüyoruz. Hatta dönemin Yetiştirilmek istenen insan tipini Prof. Dr. Yahya Akyüz, Türk Eğitim Tarihi adlı çalışmasında şöyle tanımlıyor: “insan/birey anlayışı padişahlıktan sonra yeni yönetim sistemi olan Cumhuriyet ve demokrasinin ihtiyaç duyduğu insan ve “vatandaş” tipini yetiştirme üzerine kurulmuştur” (Akyüz, 1999, s.295).
Denilebilir ki 1926 yılında yayınlanan “İlkokul Programı”nda Cumhuriyet’ten önceki dönemde yöneticilerin isteklerine boyun eğen bir tebaa eğitimi değil, çevresine etkin uyum sağlayacak ve yararlı olacak yurttaşlar yetiştirilmesinin hedeflendiği ifade edilmiştir. Eğitim ile amaçlanan hedeflere ulaşılması ve Türk yönetim sisteminin hedeflediği vatandaş tipinin oluşturulması için cumhuriyetin ilk yıllarında büyük bir eğitim seferberliğine girişilmiştir. Hatta bu eğitim ağının, ulus-millet okulları ve halkevleri yapılanmasıyla okul kurumunun dışına taşarak ülkenin en ücra köşesine bile ulaşılması hedeflenmiştir. Cumhuriyetin ilk yıllarında Millî Eğitim yapılanmasının en merkezi yeri olan Bakanlık ile eğitimin temel uygulayıcıları olan öğretmenler arasında doğrudan iletişim kurulduğunu, dönemin eğitim bakanlarınca öğretmenlerin şahıslarına yazılan mektuplar, destek ve teşvik yazıları, seminer ve nutuklarla (radyo konuşmaları ve her eğitim-öğretim yılı başında okullara ve öğretmenlere tebliğ edilen, ilk derslerde okunan ve okulda görünen bir yere asılarak ilân edilen, vatandaşlık, ülkeye hizmet ve milletin yararına çalışma esaslarını öne çıkaran hitaplarla) eğitimin sosyal işlevlerinin desteklenip güçlendirilme amacı taşındığı görülmektedir.
Cumhuriyeti Koruyacak Muhafızlar
Bu insan tipinin yetiştirilmesinde rol alacak öğretmenler için özellikle Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere, eğitim politikacıları ve uygulayıcıları tarafından öğretmenlere yönelik politik düzenlemeler ve destekler artırılmıştır. Mustafa Kemal Atatürk, eğitim uygulamalarının temel taşları olan öğretmenlere, “Muallimler! Yeni nesli, Cumhuriyetin fedakâr muallim ve mürebbiyeleri, sizler yetiştireceksiniz, yeni nesil sizin eseriniz olacaktır. Cumhuriyet fikren, ilmen, fennen, bedenen kuvvetli ve yüksek seciyeli muhafızlar ister. Muallimler sizin başarınız, Cumhuriyetin başarısı olacaktır. Yeni Türkiye’nin birkaç seneye sığdırdığı askerî, siyasî, idarî inkılabat sizin, içtimaî ve fikrî inkılaptaki muvaffakiyetinizle teyit olunacaktır.” sözleriyle yüklenen işlevi ifade etmektedir (Kafadar, 1997, Türk Eğitim Düşüncesinde Batılılaşma s.147). Burada kullanılan muhafız kelimesi hiç kuşkusuz tesadüfen seçilmiş bir kelime değildir. Cumhuriyeti koruyacak yeni muhafızların ülkenin her yerine sirayet etmesi ve her hakim ideolojinin yapacağı gibi bu yaygınlığı sahaya uygulayacak yeni müesseselerin kurulması gerekiyordu. Tam sözü gelmişken Köy Enstitülerinin bu bağlamda kurulmuş bir müessese olduğunu ifade etmek gerekir.
1940 yılında köy öğretmeni ve köyde yaşayan diğer meslek erbabını yetiştirmek üzere, Millî Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in ve İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç’un çalışmalarıyla 3803 sayılı yasaya göre Köy Enstitüleri açılmıştır. Cumhuriyetin temel ilkelerini yurdun en ıssız köşesine ve büyük çoğunlukta bulunan köylere götürmek üzere yapılan girişimlerin en önemlilerinden biri olan Köy Enstitüleri hem programları hem uygulamaları itibariyle dönemin devrim niteliğinde eğitim kurumları olmuşlardır. Sonrasında Demokrat Parti döneminde Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleri tarafından maksadından ve verimlilikten uzaklaştıkları gerekçeleriyle kapatılmışlardır.
Cumhuriyetin kurucu kadroları tarafından Osmanlıdan devralınan modernleşme mirası salt bir insan yetiştirme gayretine dayanmıyordu. Yetiştirilecek olan insan tipinin ideolojisinin de belirlenmesi gerekiyordu. Özellikle Cumhuriyet Halk Partisi tüzüğünde belirtilen ve Atatürk’ün belirlediği 6 ilke ki bunlar; Cumhuriyetçilik, Halkçılık, Devletçilik, Milliyetçilik, Laiklik, İnkılapçılık oldukça etkili olmuştur. Öğretmenin Sesi dergisinde Cumhurbaşkanı İnönü, nutkunun sonunda Türk çocuklarına seslenerek “Sınır toprağı ve Türk bayrağı gibi aziz olasınız. Vatan sizden yurdun müdafaasını, yurdun mamurluğunu istiyor. Cemiyetimiz ve aileleriniz, faydalı olmanızı bekliyor” diyerek Türk çocuklarından beklenenleri ortaya koymaktadır (Öğretmen Sesi, 1944, No: 37-125, s.1-3).
Kadro Dergisi ve Eğitimde Üst Akıl
Bu altı ilkenin etkin olduğu aşikâr olmakla beraber dönemin devletçi ve otoriter politikalarının şekillenmesinde etkin olan Kadro Dergisinden de bahsetmek gerekiyor. 1929 buhranı sonrasında dünyada devletçiliğin yükselişe geçtiği 1930’lu yıllarda, Yakup Kadri Karaosmanoğlu dışında Marksist bir geçmişe sahip olan bir grup aydının çıkardığı bir dergi olan Kadro, çoğunlukla yeni kurulan rejimi entelektüel açıdan destekleyici bir çizgi izlemiştir. Bu nedenle Kadro hareketi, devletin başta ekonomi olmak üzere hemen her şeye müdahalesini savunan görüşleri dile getirmiş ve otoriter bir devlet sistemini benimsemiştir. Derginin yazarlarına baktığımızda Kadro’nun ideologu Şevket Süreyya Aydemir, imtiyaz sahibi Yakup Kadri Karaosmanoğlu, yayın müdürü Vedat Nedim Tör’dür. İsmail Hüsrev Tökin ve Burhan Asaf Belge’de kurucu yazarlar arasındadır. Derginin başyazarı olan Şevket Süreyya Aydemir ve Vedat Nedim Tör’ün, “1927 Tevkifatı”na kadar Türkiye Komünist Partisi üyesi olduklarını da belirtmek lazım. Dönemin fikri alt yapısını belirleyen bir diğer faktör ise Ziya Gökalp’tir hiç kuşkusuz. İttihat ve Terakki ekolünden gelen Ziya Gökalp’in genç cumhuriyetin Türkçülük damarında etkin olduğunu söylemek yanlış olmasa gerek.
7 Güzel Adama Ne Oldu
Cumhuriyetin ilk yıllarındaki insan kaynağı yetiştirme çabalarını özetlemeye çalışmamızın nedeni fikri iktidar olma yolunda gerekli olan araçlarla birlikte süreç yönetimini ve bu süreci yöneten fikir babalarını tanımlamaktı. Denilebilir ki ülkemizin son 20 yılında gerçekleşen iktisadi ve sosyal gayretlere baktığımızda cumhuriyetin ilk yıllarında gerçekleşen fikri iktidar ataklarının benzerini dahi bulamamaktayız. Açılan birkaç İmam Hatip Lisesi ve birkaç vakıf üniversitesi dışında fikri iktidara güç verecek genişlikte ve derinlikte bir gayrete şahit olamadık. Öte yandan bu fikri iktidar üretebilecek fikir babalarının ya da bir dünya okuması geliştirebilecek ideolojik düzeyde bir yaklaşım sergileyecek müşahhas simalara da şahit değiliz. Bir dönem TRT’de işlenmeye çalışılan 7 Güzel Adam fikri ile Türkiye’de İslamcı anlayışta bir çıkış yapacak ya da bir medeniyet alternatifi geliştirebilecek yaklaşımları göremedik.
Burada belirtmek gerekir ki siyasal İslam’ın çıkış döneminde geliştirdiği alternatif dil son 18 yılın söylemi ve uygulama süreçlerinde yeterince hırpalanmış durumdadır. Son yıllarda yaşanan 15 Temmuz kalkışmasının etkileri de dahil olmak üzere yapılan sistem değişiklikleri kaldırılan uygulamalara alternatif olamamış gözüküyor. En azından şimdilik uygulamalar üzerinden gözüken manzara budur.
Çaresizliğin İktidarı
Çaresizliğin Fikri iktidarı olarak 15 Temmuz süreci sonrasında Fetöcü olarak adlandırılan kadroların tasfiyesini müteakip boşalan alanlara farklı cemaatlerden insan kaynağı yerleştirilmesi, fikri iktidar olarak mevzu bahis ettiğimiz yapının çaresizliğiyle doğru orantılıdır. Diğer bir söyleyişle 18 yıllık iktidar sürecinde AKP hükümetleri Siyasal İslam bağlamında alternatif bir kadro yetiştirememiştir. Bu sürenin yeterli olmayacağını düşünenler olabilir. Cumhuriyetin 1920’li yılların ortalarından başlayan ve 1940’lı yılların ortalarına kadar insan yetiştirme sürecini çözdüğünü ve bunun hemen hemen 20 yıl sürdüğü düşünülürse bu yaklaşımın gerçekçi olamayacağı açıktır. Bugün gelinen nokta itibariyle Anadolu İrfan geleneğine yaslanan çeşitli cemaat ve tarikatlardan devşirilen devlet kadroları maalesef farklı tartışmalara yol açmasının yanı sıra, mevcut irfani gelenekten gelen cemaat ve tarikatları da yıpratmakta ve bu yapıların iktidar ve iktidar nimetleriyle temaslarının tefessüh etmesine yol açmaktadır.
Bu nokta itibariyle Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın fikri İktidar olamadık tespiti bir durum tespitinden ziyade bir kabullenmedir. İktisadi alanda yapılan; alt yapı yatırımları ya da inşaat temelli kalkınma modelinin kültürel anlamda bir müteahhitliğe sebep ulaşmadığı aşikardır. 18 yıllık iktidar sürecinde bilimde, sanatta elle tutulur, gözle görülür başarıların ya da çıkışların olmaması bu durumun ispatıdır. Maalesef kamuoyu gündemine gelen bazı çıkışların ise ya Aziz Sancar örneğinde olduğu gibi yabancı ülke kaynaklı olduğu ya da Nuri Bilge Ceylan gibi siyasal İslamdan beslenmeyen kesimlerden olduğu da dikkate alınmalıdır.
Politik ayrışma-ayrıştırmanın her zamanın olağan-olası hemen her türlü fay hatlarını hareketlendirdiğine bir kez daha şahit olmakla birlikte; imajlar üzerinden açığa çıkan hareketlilik belli ki insanların mutabakat sağlayabileceği ya da en azından yan yana gelebileceği zeminleri de ortadan kaldırıyor. İmajlar üzerinden üretilebilecek dil en basit tanımla “jargon” olabilir ki; olan da-olabilen de toplumun genel kabulü ve temas edebildiği “şey”ler imajlara bindirilmiş jargonlardır.
Fikri iktidarın imajlara bindirilmiş bir söylem üzerinden kurulamayacağının ve böylelikle siyasal iktidar başarısı sağlanabilse de muktedir alan imkanı oluşturamayacağının anlaşılması gerekiyor. Siyasal irade ilkelere dair sorumluluk almadığı sürece anlaşılıyor ki (tenet) ilkeleri değil tarihin sayılarını anlamaya ve yazmaya devam edeceğiz. İnsanı tarihsel varlık alanından (antroploji’ye göre insan aynı zamanda tarihsel bir varlıktır) sayısal alana indirgemekten başka bir seçenek kalmayacak.
Genel olarak guzel tespitler…
Genel olarak guzel tespitler iceriyor. Bazi noktalarda biraz derinlemesine analizler olabilirdi. Ayrica İslamcilik ve hukumetin islamci oldugu yonundeki tespitlerinize itirazim var
Hem dindar hem isin ehli…
Hem dindar hem isin ehli yonetim erki olusturulamaz mi, liyakat basta olmak uzere dunya ile guncellesen esnek, surekli yenilesme kabiliyeti olan yonetim anlayisi sart.
Yeni yorum ekle