Belleğimize kazınmış tarihler vardır; 23 Nisan, 19 Mayıs, 12 Eylül, 29 Ekim, 10 Kasım gibi… 24 Nisan da öyle… Ermeniler için bir anma günü olan tarih, Türkiye’de de neredeyse sıradan insanın zihninde yer edinmiştir. İnsanın en temel hakkı şüphesiz yaşama hakkıdır. İddia; bu temel hakkın, üstelik de topluca yok edilmesi girişimine dairdir. Bu öylesine taraftar kazanmıştır ki; günümüzde neredeyse Yahudi soykırımı gibi uluslararası kabul görmüştür. Ermeniler belki benzer nedenlerle konuyu gündeme getirdi ama, Ortadoğu’da bir İsrail olmayı başaramadı. Zira sefaletten ülkeyi terk edenlerin sayısındaki artış bir yana, Azeri ordusunu dengeleyecek bir gücü de yoktur. Şimdilik Rusya’nın fiili mandası olarak varlığını sürdürüyor. Ama son çatışmalar da göstermiştir ki; Ermenistan’ın Karabağ’da kalıcı olması söz konusu değildir. Ancak soykırım ya da uluslararası literatürdeki ismiyle genocide (jenosid) iddiaları konusunda benzer bir sefilliği Türkiye’nin yaşadığı söylenebilir.
Kavramı biraz açalım. Soykırım; doğal farklılıklar nedeniyle tek tek değil topluca; bir başka deyişle, bir toplumun ya da toplum içindeki bir grubun "ortak farklılıkları" nedeniyle en temel insan hakkı olan yaşama haklarının ellerinden alınmasıdır. Kavram, değişik sistematik ayırımcı politikaları içerse de asıl ve özel anlamı budur. Bir başka deyişle soykırım, devlet eliyle yürütülen (Hitler Almanya’sında olduğu gibi) ya da göz yumulan (Arakan- Patani'de olduğu gibi) toplu ve sistematik katliamın adıdır.
1990'larda literatüre giren "etnik temizlik" (ethnic cleaning- ethnic purification) ise yine aynı kategoride yer alır. Yine "ortak farklılıklar" nedeniyle insanların belli bir bölgeden zorla çıkarılması, aksi halde toplu katliam riskiyle karşı karşıya kalınmasını ifade eden kavram, belirgin olarak Yugoslavya'nın dağılmasından sonra Boşnak Müslümanlara karşı uygulanmıştır.
Şovenizm (ırkçılık) ise soykırımın bir önceki aşamasıdır. Bir başka açıdan baktığınızda da bunun adı faşizmdir. Yahudiliğin siyasal anlayışını temsil eden Siyonizm böyledir. Siyonizmin ırkçılık olduğu Birleşmiş Milletler kararlarıyla tescillidir. Ancak bütün Yahudilerin siyonizmi kabul etmediğini de not etmek gereklidir. Taliban-El-Kaide, IŞİD benzeri tek tip İslam anlayışının dayatılması da benzer özellikler taşır.
Bir grubun yok edilmesi niyetiyle grubun vazgeçilmez yaşam kaynaklarının ortadan kaldırılması düşüncesini içeren çeşitli örgütlü planlar da bu kapsam içerisinde değerlendirilmektedir. Bir başka deyişle bir ulusa ait siyasi ve toplumsal kurumların, kültürün, dilin, milli hislerin, dinin ve iktisadi varlığının tahrip edilmesi ve bu gruplara dâhil kişilerin bireysel güvenlik, özgürlük, sağlık ve milli onurlarının yok edilmesini de kapsam içerisine alan görüşler vardır. Ancak böyle bir politikayı, diğer bir insanlık suçu olan "asimilasyon" kavramıyla ifade etmek daha doğrudur.
Soykırım; Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’nde (1948-Convention on the Prevention and Punishment of the Crime of Genocide) ise; “milli, etnik, ırksal ya da dinsel bir grubun bütününü veya bir bölümünü imha etmek niyeti ile aşağıdaki eylemler olarak tanımlanmıştır: (a) Grup üyelerinin öldürülmesi; (b) Grup üyelerine fiziksel ya da ruhsal açıdan zarar verilmesi; (c) Grubun, fiziksel varlığına tamamen ya da kısmen zarar verecek yaşam koşullarının kasten oluşturulması; (d) Grup üyelerinin doğumla çoğalmanın engellenmesi; (e) Gruptaki çocukların zorla başka bir gruba transferi eylemlerinden herhangi birinin işlenmesi” olarak tanımlanmıştır. (Madde 2)
Unutulan Soykırımlar
Ne yazık ki, bu insanlık suçu tarihin çeşitli evrelerinde işlenmiştir. En bilineni Yahudi soykırımıdır (Holokost- holókauston-holocaust, toplu ölüm, felaket). En bilinenidir ama aslında en büyüğü değildir. Zira sorun biraz da ne kadar güçlü olduğunuz ve kendinizi dünya kamuoyuna ne kadar ifade edebildiğinizle ilgilidir. Örneğin Avrupalılar, Amerika kıtasını keşfettiklerinde buradaki yerlileri, yani Kızılderilileri süreç içerisinde marjinalleştirdiler. Ama sistematik bir suçlama söz konusu değildir. Zira Kızılderililer kendilerini dünyaya anlatacak imkânlardan yoksundur. Bu konuyu dile getiren kesimler ise seslerini duyurabilecek güce sahip değil ve sayıları son derece sınırlıdır. ABD'nin II. Dünya Savaşında atom bombası kullanması da bir tür soykırımdır. Üstelik bu saldırı ile sadece insanlar topluca katledilmemiş, bitki, hayvan ne varsa hepsi ve halen devam eden etkisi ile birlikte bütün canlılar yok edilmiştir. Aynı şekilde Cezayir'de Fransızların, Afganistan'da Sovyetlerin ya da Vietnam'da yine ABD güçlerince yapılan katliam da böyledir. Bunların hiçbirisi soykırım bağlamında dünya kamuoyunun dikkatlerini çekmemektedir.
Unutulan soykırımlardan en önemlisi Kızılderili Soykırımıdır (Indian Genocide- The American Indian Holocaust). Amerika kıtasında kalıntıları halen varlığını devam ettiren İnka ve Aztek medeniyetleri vardı. Bir devlet, bir medeniyetti bunlar. Bir hesaplamaya göre, eğer normal bir çoğalma süreci yaşansaydı, bugün Amerika kıtasında tam 600 milyon Kızılderili yaşıyor olacaktı. Abartılı olmayan bir tahmine göre Avrupalılar kıtaya varmadan önce 12 milyonun üzerinde olan Kızılderili nüfusu % 95 azalarak 400 yıl sonra 237.000’e düşmüştür. Bugün soyları tükenmesin diye koruma altına alınan Kızılderililer için Amerika tarihinin hiç bir evresinde özür dilemedi. Egemen güçler bunu sürekli yapıyor. Ortada nesli tükenmiş bir Kızılderili toplumu söz konusu iken, ABD Film Endüstrisi vasıtasıyla, saldırgan tarafın Kızılderililer olduğu konusunda dünyayı ikna etmiş gözükmektedir.
Doğrudan katliam, etnik temizlik, tehcir, biyolojik hastalık bulaştırma (çiçek hastalığı), ailelerinden ayırıp Hristiyan okullarında, dil ve dinlerinin unutturulması, Kızılderililerin belli okullara sokulmaması, zorla kısırlaştırma bunlar arasındadır. 19. yüzyılda (1861-65) yaşanan Amerikan İç savaşının komutanlarından Philip Sheridan'ın “en iyi Kızılderili ölü kızılderilidir” sözü dönemin anlayışının özetidir. Kristof Kolomb’un Amerika’ya varması ABD’de Kasım ve Kanada’da “şükran günü” olarak kutlanır ama, aynı tarih Kızılderililer için soykırımın da başlangıcını temsil eder.
Benzer bir durum Avustralya yerlileri için de söz konusudur. Avustralya yerlileri olan Aborjinler devlet zoruyla bu ülkenin keşfedilmesinden sonra batı tarzı eğitime tabii tutuldu ve çok az bir kısmı hariç kimliklerini kaybettiler. Avustralya Başbakanı geçtiğimiz yıllarda bu yüzden resmi olarak özür diledi. 1700’lü yıllarda Batılıların kıtaya yerleşmeye başladığı dönemde sayıları 750.000 kadar sayı 1911’de 31.000’e inmişti. Daha sonraki yıllarda koruma altına alınan Aborjinler’den çok azı doğal yaşam tarzını koruyabilmektedir.
II. Dünya Savaşı esnasında kıyıma uğrayan toplumlardan birisi de "Çingeneler”dir. Doğal yaşam kültürleri nedeniyle, hiçbir zaman devlet kuramamış ve birçok ülkede gettolarda soyutlanmış olarak yaşayan bu topluma uygulanan gerçek soykırım da unutulan soykırımlar arasındadır. II. Dünya Savaşı esnasında zaten sayıları az olan Çingenelerden 1 milyona yakınının katledildiği tahmin edilmektedir. Bunun 500.000’den fazlası Almanya’da olmuştur. Bir başka deyimle; anti-semitizm yanında antigypsyism de vardı ama dünya bundan habersizdir. Oysa Çingenelere yapılan muamelenin Yahudilere yapılandan bir farkı yoktu.
Çok yakın tarihte gerçekleşen, ancak insanlığın gözünden kaçırılmış diğer bir soykırım ise bir Afrika ülkesi ve geçmişte Belçika sömürgesi olan Ruanda’da yaşanmıştır. Belçika ve Fransa çok profesyonel bir şekilde katliamı dünyadan gizlemişler, her şey olup bittikten sonra olan-bitenden dünyanın haberi olmuştur. Bu soykırım dünyanın gözü önünde ve sadece 20 yıl önce yaşandı. Belçika’nın başkenti Brüksel Avrupa Birliği ve NATO’nun merkezidir. Demokrasilerin kutsal mabedi olan Avrupa Parlamentosu ise Strazburg'ta, Fransa'da’dır. Bu soykırımda ölenlerin sayısı yaklaşık 800.000 idi.
Elbette bunlar dışında da yakın tarihte yaşanmış olan irili-ufaklı, bildiğimiz-bilmediğimiz soykırımlar yaşanmıştır. Mesela 1864 Büyük Çerkez Tehciri, Balkan Savaşları sonucu ric’ate zorlanan sayısı belirsiz Balkanlı Türk ve Müslüman ve elbette Yugoslavya’nın dağılmasından sonra özellikle Bosna-Hersek’te yaşananlar ayrı birer dosyayı gerektirecek kadar kapsamlıdır. Ancak bu çalışmanın konusu, yıl dönümü 24 Nisan olarak kabul edilen ve Birinci Dünya Savaşı esnasında ülkemizde yaşanmış olan Ermeni Soykırım iddialarıdır.
24 Nisan
Anadolu bir çok medeniyete-topluma ev sahipliği yapmıştır. Fakat bu medeniyetlerin yine pek çoğundan, geriye sadece bazı kalıntılar kalmıştır. Frigler, Urartular, Hititler, Lidyalılar gibi… Bunlar zaman içerisinde bu bölgelere egemen olan devletlerin içerisinde erimişlerdir. Devam eden az sayıda toplumlardan birisi de Ermenilerdir. Ermenilerin varlıklarını devam ettirmelerinin iki temel nedeni vardır: Bunlardan birisi egemenliği altında bulundukları devletlerle "barışçıl" bir ilişki kurmaları, diğeri ve pek bilinmeyeni ise, Ermenilerin ilk Hıristiyan toplumlardan birisi olmalarıdır. Zira tarihi kayıtlara göre Ermeni Toplumu, MS 301 yılında Aziz Krikor'un öncülüğünde Hıristiyan dinini kabul etmiş ilk millettir. Dil ve kültür konusunda sahip oldukları yüksek hassasiyetleri sayesinde sayıca az ve dağınık olmamalarına rağmen, varlıklarını günümüze kadar devam ettirmişlerdir.
Düvel-i Muazzamanın, Osmanlı’nın denge politikası gütmesi nedeniyle, zaman zaman müdahil oldukları Ermeni sorunu, 1890'dan itibaren somutlaştı ve çeşitli isyanlarla Osmanlı'yı meşgul etti. II. Abdülhamit, yerel bir kuvvet olan Hamidiye Alaylarını bu isyanları bastırmak için kurmuş ve kullanmıştır. Birinci Dünya Savaşı esnasında Büyük Ermenistan devletini kurmanın zamanı geldiğine inandırılan Ermeniler, özellikle Doğu Anadolu'da silahlanıp, bu bölgedeki Müslümanların kanının kendilerine mübah olduğu düşüncesinden hareketle katliama, yani hukuki deyimle “etnik temizliğe” başlayınca, sorun içinden çıkılmaz bir hal aldı. Zira dönemin üç kudretli Paşasından birisi olan Talat Paşa'nın emriyle, tehcir (zorunlu göç) süreci başlatıldı.
Osmanlı Devleti de “geçici bir önlem” olarak lojistik destek verdiklerini kabul ettiği Ermeni nüfusu, o dönemde bir Osmanlı toprağı olan Suriye'ye zorunlu göçe (tehcir) tabii tutmuştur. Tehcire sadece bu bölgede savaşa destek veren Ermeniler tabi tutulmamış, Anadolu'nun batısında yaşayan ve isyanla doğrudan hiç bir ilişkisi olmayan Ermeniler de dâhil edilmiştir. Osmanlı kendi tebaası olan Ermenileri savaşın olağanüstü şartlarında olağanüstü muameleye tabii tutmuştur ama güvenliklerini sağlamak için on binlerce asker görevlendirmeyi de ihmal etmemiştir. Hatta Ermeni çetecilerin bu süreçte yaptığı saldırıda askeri kayıplara uğramıştır.
Tanzimat’la başlayan sürecin Ermeniler açısından çıkan en önemli sonucu; özellikle 1870'li yıllardan itibaren yavaş yavaş oluşturulan milliyetçilik ve Birinci Dünya Savaşı esnasında yaşanan bu acı dolu günlerdir. Etkileri artan bir şekilde hissedilen olaylar bu sürecin bir sonucudur. Bir başka deyişle kendi halinde ticaretle uğraşan bu halk dış güçlerin zorlaması ve Tanzimat’la devlet hayatına giren "eşit vatandaşlık" düzenlemeleriyle siyasetle tanıştırılmış ve milli uyanışlarının zemini hazırlanmıştır. Bu süreçte Ermeni toplumu arasından aralarında Osmanlıda hizmet veren paşalar ve bakanlar da çıkmıştır. Zira ittihatçıların öncüleri Jön Türkler gibi onlar da batıda eğitim almaya başlamışlardı. Sürece etki eden diğer bir husus ise Berlin Anlaşmasında yer alan hükümlerdir. Batılılar bu anlaşmada Osmanlıya Ermenilerle ilgili bazı düzenlemeler yapılması konusunda baskı yapmak amacıyla hükümler koydurmuşlardır.
Bir var olma yok olma savaşı olan Birinci Dünya Savaşı hem Osmanlılar hem de Ruslar tarafından kaybedilince, Ruslar tarafından kullanılan Ermeniler sahipsiz kalmışlardı. Zira Rusya'da 1917'de Bolşevik Devrimi yaşanınca bu ülke savaştan çekilmiş ve Doğu Anadolu Osmanlının kontrolüne geçmiştir. Hatta Osmanlı bu süreçte Kafkaslara da harekât düzenlemiş, Nuri Paşa komutasındaki Osmanlı ordusu Bakü'ye kadar gidip, Ermeni komitacıları burada da bertaraf etmiştir.
1918 yılında Osmanlı yenilgiyi kabul edip savaştan çekilince, fiilen varlığı da sona ermiştir. Otorite boşluğu nedeniyle yerel çete ve asker kaçaklarına terk edilen Anadolu'da bir taraftan Ermenilerle bir taraftan da Rumlarla yapılan çete savaşları, devlet otoritesi dışında gerçekleşmiştir. Devlet otoritesinin olmadığı dönemde Ruslardan ve Yunanlılardan aldıkları desteklerle Ermeniler Büyük Ermenistan ve Rumlar da Megola Idea'nın yeniden ihyası için Anadolu'da büyük katliamlar yapmışlardı.
Türkiye için her yıl adeta kâbusa dönen 24 Nisan ve Ermeni soykırımı iddiaları ile ilgili resmi bir görüş vardı ve ülke olarak bu tezi uzun yıllar savunmaya devam ettik. Biz her ne kadar tezimizi soykırım olmadığı üzerine oturtsak da; büyük ve küresel güçler çoktan politikalarını oluşturmuşlar ve konu, bir soykırımın olup-olmadığı aşamasını geçip politik bir araç olarak kullanılmaya başlanmıştır. Gerçekte ne olduğundan ziyade, algının ne yönde olduğu önemlidir. Bir başka deyişle Ermenilerin algı operasyonu başarıya ulaşmıştır. Zira bu yüz yıllık süreç içerisinde, belki de azınlık olmalarının verdiği psikolojik etkiyle, bütün Ermeniler tek bir hedefe kilitlenmişlerdir. Sabırla yürüttükleri mücadelede 100. yılda neredeyse bütün dünyayı bu konuda ikna etmişlerdir.
Çok derinden faaliyetlerini yürüten Ermenistan ve diaspora, SSCB'nin dağılmaya başladığı 1980'li yıllarda Karabağ üzerinde hak iddia etmeye başladı. Daha büyük güç olan Türkiye üzerinde ise uluslararası yıpratma kampanyası başlattı. 1991'deki bağımsızlık bildirgesinde Kars Anlaşmasıyla çizilen sınırları tanımadıklarını beyan etmeleri yanında, mevcut Ermenistan Anayasası'nın "Batı Ermenistan" olarak ifade ettiği Doğu Anadolu'yu Büyük Ermenistan sınırları içerisinde göstermişler ve bu emel gizli olmaktan çıkmıştır.
Ermenistan'dan rahatlıkla izlenebilen Ağrı Dağı (Ararat) kadim Ermenistan'ın kutsal bir parçası, "Kaybedilen topraklar için doğal bir anıt" özelliği taşıyan Ararat ile ilgili figürler "devlet armasında" da yer almaktadır. Bu da Ermenistan'ın ülkemizin toprakları üzerindeki uzun vadeli planın simgesel ifadesidir. Köklü tedbirlerin alınmaması ülkemizi uzun vadede daha büyük sıkıntılara sokabilir.
Ermenistan'la ilişkiler konusunda henüz bu çözüm aşamasına geldiğimiz söylenemez. Ama Ermenistan'ın ısrarla sürdürdüğü politikası kendisi açısından sonuç vermiş gibi gözükse de, bölgedeki gelişmelere bağlı olarak aleyhine dönme ihtimali hala vardır. Bir taraftan Türkiye'nin her alanda güçlenmesi, bir taraftan Rusya'nın gerek Ukrayna gerek Kırım ve gerekse Suriye politikalarında Türkiye ve dünya kamuoyu ile ters düşmesi, Rusya'yı bir çıkış yolu aramaya itebilir.
Ermenistan'ın; diasporanın ekonomik ve siyasi, Rusya'nın da siyasi ve askeri gücüyle ayakta durduğu ortadadır. İsrail'in bile ayakta kalması önemli ölçüde ABD ile birlikte yürüttüğü politikalara bağlı olduğuna göre, bölgede dengelerin değişmesi, Ermenistan'ı yalnız bırakmayı gerektirirse, Ermenistan'ın tek başına işin içinden çıkması son derece güçtür.
Barışa dönük adımların atılmasına en fazla Ermenistan'ın ihtiyacı vardır. Türkiye'nin ihtiyacı ise bölgede Azerbaycan'la yapılabilecek bir barış ve uzun vadede dünya kamuoyunun Türkiye aleyhine dönmesinden kaynaklanabilecek sıkıntıları bertaraf etmiş olması olacaktır. Yoksa zaten nüfusu az, alım gücü düşük, küçük bir ekonomi olan bu ülkeden Türkiye'nin ekonomik anlamda kazanabileceği pek az şey vardır.