Bugün 28 Şubat 1997 muhtırasının 24. Yıldönümü. O muhtıranın verildiği günün tarihi 28 Şubat. Ama o günü getiren ve o günden sonra yaşanan hadiseler zinciri uzunca bir döneme yayılmıştı. Neredeyse çeyrek asır önce yaşadığımız o hadiseler, daha sonra yaşanacak bir çok gelişmelerin adeta habercisi hatta bazen de tohumu oldu.
Ülkemiz doksanlı yılların ortalarında itibaren iyiden iyiye istikrarsızlaşmaya başlamıştı. Ünlü yazarlar, gazeteciler, bilim insanları suikastlara kurban gidiyor, insanlar devlet görevlileri olduğu ima edilen kişilerce kaçırılıyor, büyük yolsuzluk hikayeleri dillerden dillere dolaşıyordu. PKK terörü her gün yeni canlar alırken, bir yandan da artan ekonomik sıkıntılar insanları bunaltıyordu.
Ülkedeki çürüme ve ona bağlı haksızlıklar, adaletsizlikler karşısında taşralı dindarların yükselttiği haklı itirazlar o günlerin elitlerini, kudretli generallerini, askeri ve sivil bürokrasinin önde gelen figürlerini son derece rahatsız ediyordu. Demokratik seçim süreçleriyle iktidarlarına ortak olmaya cüret eden taşralı dindarlara hadlerini bildirmek için en açık ve en savunmasız gördükleri hedefe, üniversitelerde başörtüleriyle okumaya çalışan dindar kadınlara yöneldiler.
Müslümanlarla bir problemlerinin olmadığını, ama türbanın siyasal İslam’ın sembolü olduğunu ve o yüzden türban takan kadınlar ve onları destekleyen erkeklerle mücadele edeceklerini söylüyorlardı. Aslında bu argümanın doğru bir tarafı vardı: artık şehirlileşmeye başlayan taşralı Müslümanların kızları ve oğulları üniversitelerde okudukları zaman, elitlerin halen işgal ettikleri ve yarın da kendi çocuklarını yerleştirmeyi planladıkları koltuklara göz dikecekler, iktidarlarından pay isteyeceklerdi. Başörtülü olarak okuma isteği iktidarlarına yönelen bir tehdidin sembolüydü gerçekten.
28 Şubat günlerinde Ankara’da ODTÜ’de yüksek lisans yaparken, Gazi Üniversitesinde de araştırma görevlisi olarak işe başlamıştım.
Çok severek gittiğim fakültemin kapılarına önce kılık kıyafet yönetmeliğine uymayan öğrencilerin içeri giremeyeceğine dair uyarı yazıları asıldı. Ardından hocalara başörtülü öğrencileri sınıflara almamaları yönünde baskılar yapılmaya başlandı.
Sabahları odama giderken fakülte binasına alınmayan, yağmurda ıslanmamak için ne yapacaklarını bilememenin çaresizliği içinde saçak altlarına sığınan başörtülü kızları görünce, onlara reva görülen zulme karşı bir şey yapamamanın verdiği acıyla kahroluyordum.
Bir yandan onları karşılaştıkları büyük haksızlık karşısında yalnız bırakıp binalara giren “dindar” erkeklere de fena halde içerliyordum.
Sanki başörtüsü problemi onların problemi değildi! Elbette canları sıkılıyordu ama kızlarının, kız kardeşlerinin, müstakbel eşlerinin maruz kaldığı canavarlık karşısında süt dökmüş kediye dönüyorlardı.
Zihnimde “benim bu zulmün bu insanlara reva görüldüğü bu yerde ne işim var” sorgulamaları başlamıştı.
Bir zulmün karşısında hiçbir şey yapmamak o zulmün ortağı olmaktı.
Yapılan haksızlıklar, zulümler karşısında çok üzülmekle beraber bunun geçici bir dönem olduğunu içten içe hissediyor, bu dönemi hem maddi hem manevi açıdan mümkün olduğunca az hasarla atlatabilmek için kendime ve dostlarıma telkinler veriyordum.
Bölümümüzde on başörtülü öğrencimiz vardı. Hassasiyetimi bilen bu öğrencilerimizin bir gün topluca odama geldiklerini hatırlıyorum. Bana “hocam ne yapacağız, başımızı açıp devam mı etmeliyiz, okulu mu bırakmalıyız, yoksa başımız örtülü şekilde okula devam ederek bir mücadeleye mi girmeliyiz?” diye sordular.
Onlara “Arkadaşlar” dedim, “Hepiniz çok farklı sosyo ekonomik çevrelerden geliyorsunuz. Her birinizin kendine mahsus şartları var. Size toplu halde ne yapacağınızı söylemek benim haddime değil ama şunu söyleyebilirim: Başını açıp okumaya karar verene de mücadele etmek isteyene de elimden geldiğince destek olacağım.”
Destek dediğim neydi?
Her şeyden önce onlara acılarını paylaştığımı, yapılan zulmü gördüğümü ve buna razı olmadığımı, temel insan haklarına yöneltilen bu saldırıya onlarla beraber göğüs gereceğimi göstermekti.
Kadın-erkek, açık-kapalı, hatta sağcı-solcu ayırmadan, hayasızca saldırılar karşısında canı sıkılan, mağdur olan, isyan eden, çaresiz düşen herkesle konuşmak, onların moral ve motivasyonlarına katkı sağlamaktı.
Ne kadar kariyerinin başında bir “asistan parçası” da olsam, derslerine giren, sınav kağıtlarını okuyan, gözetmenlik yaptığı sınavlarda başörtülü öğrencilerin isimlerini tutanaklara yazmayı reddeden, bu yüzden idareden gelen tehditlere aldırmayan bir hocanın öğrencilerine kayıtsız şartsız desteğinin bir anlamı olur diye ümit ediyordum.
Bununla da yetinmedim.
Belki de haddimi aşarak, o zaman bölümümüzü, fakültemizi yöneten hocaların karşısına çıkarak “Hocam bu zorbaca tutum sürdürülebilir değil! Sizler yurtdışını gördünüz. Üniversite nedir, neden özerktir bilirsiniz. Akademisyenler olarak devletin sizi zorbalıklarının aracı haline getirmesine razı olamazsınız. Direnmelisiniz. Eğer bugün direnirseniz yarının kahramanları olursunuz!” dediğimi de hatırlıyorum. Çağrılarım ne yazık ki -en delikanlı görünen hocalarda bile- karşılık bulmadı.
Gözümde akademinin neredeyse tamamı sınıfta kalmıştı. Hayal kırıklığına uğramıştım.
Aslında sadece akademisyenler değil, bürokratlar, gazeteciler, iş adamları da devletin demir yumruğunu görünce sinmiş, korku ile kabuğuna çekilmişti.
Gencecik insanların imtihanını aileleri de kolaylaştırmıyordu. Zaten maddi imkansızlıklar içinde okumaya çalışan kızlarına “başını açana kadar harçlık göndermeyeceğiz” diyen aileler oldu. Tek bir simit ile günlerini geçiren öğrenciler gördüm.
Gençlerin içine düştüğü durumu alçakça istismar etmeye çalışan, dindar görünümlü sefil iş adamlarının mide bulandırıcı tutumlarını işittik. “Okurken fabrikanızda, iş yerinizde çalışalım, harçlığımızı çıkaralım” diye kendilerine başvuran kızları çok düşük ücretlerle çalıştıran, hatta onlara “size verecek işim yok ama isterseniz sizi ikinci eş olarak alırım” diyebilenler oldu.
Taşralı dindarların ekserisi berbat bir imtihan vermiş, iddialarının arkasında duramamıştı.
Ben inandıkları ile yaşadıkları çelişirken, hiçbir problem yokmuş gibi hayatını sürdürebilecek insanlardan biri değilim.
O yüzden, -daha sonraları bir an bile pişman olmayacağım bir kararla- akademik kariyerden vazgeçerek istifamı verdim. O zulüm çarkının bir parçası olmayacaktım.
Tahmin ettiğim gibi 28 Şubat zulmü -zamanın güçlü generalinin iddia ettiği gibi bin yıl sürmesi şöyle dursun- birkaç sene içinde tedricen ortadan kalktı.
Köprülerin altından çok sular aktı.
Öğrencilerden hak mücadelesini seçenler de, delikanlıca onların yanında duranlar da, çıkarlarını gözetip, hiçbir prensibe bağlılık hissetmeyerek onları yalnız bırakanlar da bir şekilde mezun oldu, çalışma hayatına atıldı.
O gün devletin bir zulüm enstrümanına dönüşmekten haya etmeyen, en ufak bir dik duruş sergileyemeyen -sözüm ona- dindarlar bugün kahramanlık hikayeleri anlatır oldular.
O günün mağdurları bugünün elit koltuklarını işgal eder hâle geldiler.
Ama adaletsizlikler, haksızlıklar ortadan kalkmadı. Sadece adresleri değişti.
Çok az insan o gün durduğu yerde kaldı.
Çok az insan -tıpkı o günkü gibi- bugün de haksızlıklar karşısında itirazlarını sürdürüyor.
O bir avuç insana derin bir hayranlık besliyor, onlar gibi olmaya, onlarla beraber ilkini başarıyla vermeyi başardığımı sandığım imtihanların ikincisinden, üçüncüsünden “çakmamaya” gayret ediyorum.
Hocam merhaba, yıllar sonra…
Hocam merhaba, yıllar sonra....Yazinizi acı bir tebessümle okudum ve anlattiklarinizi birkez daha yeniden yaşadım.George Orwell 'in "Hayvan Çiftliği "eserinde betimlediği zulme isyan eden hayvanlardan sonra domuzların iktidarı ele almasıyla nasıl da zalimlesebildikleri ve insanları mumla aratır hale soktuklari gariban hayvanlar geldi aklıma.Tek tesellim ,o günde mazlumdum,bugünde... Zalimlerin safında yer almadan aktif sabırla mücadele ediyor olmak ahirete götüreceğim tek sermayem.Yalniz birseyi kaybettim:Bu ülkeye olan inancımı ve ümidimi.Insanlar her dönemde tapacaklari yeni bir put buluyorlar.Artık gitmek zamanı...istikametinizi umarım kaybetmemìşsınizdir ,zira zemin çok kaygan...saglicakla.
Yeni yorum ekle