Belki üçüncü sayfa haberciliğini televizyona taşıyan Müge Anlı’nın programını biliyorsunuzdur. Ben ilk defa izledim. 20’li yaşlarında, serseri tabiatlı bir gençle, Müge Anlı arasındaki konuşma şöyle:
Genç: - Şimdi ben ceza evine girdim. 24 yıl ceza aldım…
Müge A: - Sen birini mi öldürdün?
Genç: - Benimki karışık abla, o mevzuya girmeyelim.
Müge A: - Madem 24 yıl ceza aldın da, nasıl şimdi dışardasın?
Genç: - E korona virüs sebebiyle çıktık abla.
Müge A: - 24 yıl ceza alanları da mı koronadan çıkarıyorlar?
Genç: - İkide bir yasası vurdu, yarı oranına düştü, açığa çıktım, ordan koronavirüs sebebiyle dışarı çıktım, cezam kurtardı, tahliye oldum. Bu!
Nevzat Onmuş’u on yedi yıldır tanırım. O vakit, Yolcu Dergisinde yazıyorduk. Şaşırtıcı bir dil, özgün bir romantizm, samimi bir üslup… Özel okurları vardı Nevzat’ın. Bir sayı yazmayınca ICQ’dan, Messenger’dan taciz ederlerdi… Nev’i şahsına münhasır bir adamdı… Olmaz gibi görünen şeyler, o yapınca oluyordu. Ne yaparsa, paradigmayı yeniden kuran sihirli bir aşkla yapıyordu.
Nevzat, Samsun’da felsefe öğretmeniydi. Kent Kültürü adında başka bir derginin sahibiydi. Aynı zamanda (Halil) Cibran adında bir kafe işletiyordu. Okur-yazar ekibin tek esnafıydı. Kim işsiz kalsa Cibran’ın kasası ona emanet edilirdi. Kahvenin camında “Garibana çorbası verilir.” yazardı. Şehrin delileri, yoksulları, kimsesiz yaşlıları, sokak çocukları… Gidip müşteri gibi oturur, çorbalarını içer, sessizce giderlerdi. Bir garsonu, böyle birini hakir görmüştü bir gün. Nevzat: “Kardeş buranın patronu onlardır. Öbür müşterilere çorba parasını denkleştirmek için tahammül ediyoruz.” demişti. O nedenle personel lazım olduğunda “Adam aranıyor!” yazardı.
Nevzat, dünyaya bir türlü uyum sağlayamadı. Kafası hep meşgul, dikkati hep dağınık bir adam oldu. Böyle adamlar her zaman müstesnadır. Zamanında uyuyup uyanabilenler, elektik ve su faturalarını zamanında ödemeyi başaranlar aşiretinden değildi.
Bir gün ansızın istifa ettiğini öğrendik. Okul müdürü, inadına dersleri ilk saatlere koymuş. Nevzat da iki gün geç kalınca, üçüncü gün basmış istifayı. “Baba, ya bana yazık olacaktı ya çocuklara…” dedi. Kendine yazık etti…
Faturalar ödenmez, görevliler gelir elektriği keser, Nevzat çağırır bir adam, mührü kırdırır; elektriği bağlatır, sonra bir ara parası olursa toptan öderdi. “Ya Hu yapma! Yasa değişti başın belaya girecek…” falan dedikse de dinletemedik. “Memlekette bunca soyguncu varken, üç kuruşluk faturayı geç ödedik diye bizi içeri mi atacaklar baba?” derdi.
Son zamanlarda eski eşya merakının peşinden gidip, AntikAcı adında küçük bir dükkân açmıştı. Derken kağıtlar yeniden karıldı, Cibran battı. Nevzat, nesi var nesi yok palas pandıras satıp, AntikAcı’daki beş-on koli malzemeyle İstanbul’a, Çukurcuma’ya göçtü. Dedim ya; olmaz gibi görünen şeyler, o yapınca oluyordu. Bir “Def-i Hacet” sergisi yaptı, dillere destan oldu. Karşısındakine kesin bir güven telkin ederdi. Borç verirseniz, geciktirebilirdi fakat kimseyi yarı yolda bırakmaz, kimseye kazık atmazdı. Onunla iş yapan herkes kendini güvende hissederdi. Derken işleri de hevesi kadar büyümeye başladı. Tomtom’da ‘Plato Platonik’ adında, irili ufaklı on binlerce objeden mürekkep, tarihi bir film stüdyosu kurdu. İzlediğiniz dönem filmlerinin çoğu orada çekildi. Müze gibi bir yer. Tarihi stüdyo olarak milli servet. O dönem Kültür Bakanlığında çalışıyordum. Tarihi eser olduğundan şüphelendiği bazı malzemeleri, müzeye teslim etmek için benden torpil istemişti. Fazla prosedür onu yoruyordu.
İstanbul rekabettir. Nevzat bile istisna olamadı. Bir iki hasit, beklentisi karşılanmayan bir iki memur; bizim çocuğa (Nevzat, çocuk demektir, belki de o yüzden hep çocuk kaldı.) kötülük yaptılar. On binlerce malzemenin arasına, Nevzat’ın gözünden kaçabilecek, maddi değeri olmayan, birkaç sözde tarihi eser sokuşturdular. Sanıyorum üç-dört aya hüküm giydi. Azıcık hukuk bilse böyle olmazdı. Fakat maalesef hukuk okur-yazarı değildi. Hayatı boyunca avukatı olmamış, devlete, hakimlere hiç itiraz etmemişti. Adaleti, doğal olarak tecelli eden bir şey zannediyordu.
Müge Anlı’nın programındaki gence vuran aflardan sonuncusu, tam da o sırada çıktı. Birkaç kader mahkumunun yanı sıra, onlarca yıla hüküm giymiş, on binlerce katili, hırsızı, uğursuzu, mafyası dışarı çıktı.
Af, tarihi eser suçlarını da kapsıyordu. Nevzat, nihayetinde antin kuntin bir ceza almıştı. Bir haziran günü teslim olup, ertesi gün çıkacaktı. Fakat öyle olmadı. Hala mahpusta. Meğerse Samsun’daki mühür işinde davalık olmuş, ceza verilmiş, onanmış... Nevzat bütün bunları atlamış.
Birkaç adam öldüren, milyonlarca liralık tarihi eser kaçıran, toplumu zehirleyen, insanları perişan eden, çalan, çırpan, yiyen… herkes dışarda. Nevzat, itiraz sürelerini kaçırdığı için 5 aydır içerde. 17 ay daha yatacak. Plato batacak. Annesi ve kızı ağlayacak. Nevzat hep çocuk kalacak.
Bu da offside! Hey adaletine…
Bu da offside!
Hey adaletine kurban olduğum; demek adaleti doğal olarak tecelli eden bir "şey" zannediyordu ha! Hiçbirimiz gibi Nevzat da dersine sıkı çalışmamış meğer.
Sağlık olsun hocam; belki içeride kalanlar dışarıdakilerden daha şanslıdır, kim bilir!?
Adalet sözcüğü eşitlik…
Adalet sözcüğü eşitlik anlamına gelmez. Adalet herkesin ihtiyacı olanı almasıdır. Eşitlik ise herkesin ayın şeyi almasıdır ve bu her zaman da adil değildir Çünkü niye adil değildir eğer adil olmuş olsaydı bana göre Nevzat şu anda içerde olmazdı sözde çıkarttıkları afları herkese eşit olarak çıkarttılar halbuki gerçek adalate göre kanunları çıkartsalar bence şu anda dışardakilerle içerdekiler yer değiştirirdi benim düşüncem ama çok güzel bir yazı hocam tebrik ederim
Yeni yorum ekle