Entelektüel bakışın en önemli özelliği kategorik olmamasıdır. Çünkü şeylerin “doğal oluş”larıyla birlikte; iyi kötü, doğru yanlış, güzel çirkin, faydalı faydasız, avantajlı dezavantajlı de yönleri vardır. Bir entelektüel, bütün bunları görüp değerlendirir. Bir şeye yöneldiğinde onu kategorize etmeden bakmaya, iyinin içindeki kötüyü, kötünün içindeki iyiyi görmeye, her birinin nedenlerini, kaynaklarını anlamaya çalışır.
Oysa bize göre “bir şey ya iyi olmalıdır ya da kötü”. Bu nedenle entelektüel bakışın karmaşık olduğunu düşünürüz. Hâlbuki entelektüel düşüncenin temel ayırımı; ilk bakışta, sıradan insan için karmaşık görüneni basitleştirebilmek, anlamakta zorlanılanları anlaşılır kılmaktır. Entelektüel bakış bunu yaparken karmaşayı, düğümlenmiş bir yumak gibi alır, düğümleri tek tek çözer ve onu başı sonu belli bir ip olarak algılamamızı sağlar. Entelektüel, resme uzaktan bakmaya, bütün yönlerini görmeye fakat karmaşanın içinde kaybolmadan onu süzgecinden geçirerek basitleştirmeye çalışır.
Karmaşık olanı basitleştirmek daha doğrusu anlaşılır kılmak veya karmaşa gibi görünendeki düzeni görünür hâle getirebilmek için rasyonel olmak gerekir. Zira entelektüel bakış rasyoneldir. Aklın, rasyonel bilginin, fiziğin ulaşabileceği her yerde onun sınırları içinde kalır. Bu sınırlar içinde dogmatik, mistik, ezoterik, ideolojik kabullerden uzak durur; kanılardan çok verilere güvenir. Entelektüel akıl, kabullerle hareket etmeme gayretini diri tutar. Çünkü kabul etmek soru sormaya mugayirdir. Ancak bu evrenin sınırlarının ötesinde metafizik inanç ya da kabulleri olabilir ki bunu da daha çok kişisel düşünce olarak görür.
Entelektüel çaba, mümkün olduğu kadar özgür olmayı, yani “yumak”la “özne” arasında bir mesafeyi mücbir kılar. Özgürleşememiş, yumakla arasına mesafe koyamamış, kendini onun bir parçası olarak konuşlandıran, onun yanında ya da karşısında pozisyon almış olan öznenin, entelektüel varlığı söz konusu edilemez.
Burada entelektüelle siyasetçi, ideolog, bilim insanı, sanatçı, bilgili kişi (malumatfuruş), teolog, ruhban arasında ciddi farklar olduğunu belirtmek gerekir. Tabi ki bir bilim insanı, bir sanatçı entelektüel olabilir fakat olmayabilir de. Kastımız diğerlerinin daha saygın ya da daha az saygın olduğu değil. Konumuz bu farkları belirlemek olmadığından, entelektüelin aksine onların bir kategoriye dâhil olma ihtimal ve imtiyazına sahip olduğunu söylemekle yetinelim. Arifle entelektüel arasındaki ilişkiyeyse hiç girmeyelim.
Entelektüel aklın kişi, olay, obje veya olguyla mesafesi (özgürlüğü); onu omurgasız yapmaz. Aksine bu tutum onun omurgasını oluşturur. Entelektüel düşünceye sahip biri pek tabii olarak bir millete mensup doğar, doğduğu topluluğun kültürüyle yaşar, ailesi ve çevresiyle büyür. Ve fakat onların bir prangaya dönüşmesine izin vermez.
Entelektüel, insanlık tarihinin ona öğrettikleriyle zamana, mekâna, olay ya da olgulara eleştirel bir noktadan bakmaya çalışır. Eleştirel düşünceye sahip olmak entelektüel duruşun temel koşuludur. Pek tabii olarak hepimiz önyargılara sahibiz. Eleştirel düşünce, başka bir ifadeyle önyargılarımızı fark etme ve anlama gayretidir. Entelektüel, fildişi kuleyi andıran bir soyutlama evreninde “doğruyu” bilen, bildiren bir özne değil, bizatihi hayatın içinde ve farkında olarak bize seslenendir. Bir entelektüelin okudukları, gördükleri, duydukları, çıkarsadıkları, edindikleri, öğrendikleri, anlayışları, kavrayışları, arayışları hasılı bütün birikimi ve tecrübesi ona soru sormayı ve cevaplar aramayı öğretir. O salt doğruyu bilen/bulan söyleyen değildir. Öğretmenler, kendilerinde doğruyu ve yanlışı belirleme salahiyetini bulabilirler. Fakat entelektüeller, öğretmen değildir. Entelektüellerin fonksiyonu -Sokrates gibi- bizi, dikte edilen mutlak doğruların tahakkümünden kurtarmak, başka doğruları da görebilmemiz için sorular sorarak zihnimizi açmaktır.
Entelektüelin özgür düşünme çabası, onun toplum tarafından anlaşılmasını zorlaştırır. Çünkü insanlar, şeylere içeriden (muhafazakâr) ya da karşısından bakarlar, herkesin kendileri gibi bakmasını ister ve kabullerinin sorgulanmasından rahatsızlık duyarlar.
Ne gariptir ki herhangi bir ideoloji, kültür ya da inanç çerçevesinde bir araya gelmiş bütün topluluklar kendilerine tâbi entelektüelleri olsun isterler. ‘Entelektüel’ buna çok yatkın bir kavram olmadığı için ihtiyaç duydukları bu müntesip tipine aydın, münevver, âlim, gibi isimler verirler. Onlar aracılığıyla kendi iddialarına ve savlarına değer katabileceklerini, onları yüceltebileceklerini hatta hâkim kılabileceklerini düşünürler. Anlamakta zorlandıkları şeyse soru soran, eleştirel düşünen, özgür birinin müntesip olamayacağıdır. Biri, bir şeye müntesipse entelektüel bakıştan uzaklaşmış, entelektüel düşünceden feragat etmiştir.
İnsanlar en çok, konsolide oldukları -kendilerine ötekiler buldukları- galeyana geldikleri akut zamanlarda entelektüel bakışa tahammül edemezler. Böyle zamanlarda goygoycular entelektüel yaklaşımı ihanet olarak mimlerler. Kalabalıklarsa hain avına her zaman razıdırlar. Otoriterler bunu iyi bilirler. Entelektüel onlar için kullanışsızdır. Çünkü “entelektüel namus” olarak adlandırabileceğimiz bir değere sahiptir. Çünkü entelektüel, herkes gibi verili ahlaktan ve kurallardan beslenmez, etiği de ilkeleri de kendi tecrübeleri içinde yeniden üretir. Çünkü etik, ahlak gibi dışardan değil içerden edinilir ve ilke, kuralın aksine kişiseldir. Entelektüel namusa sahip biri etik ve ilkelerinden vazgeçmez. Bedeli ne olursa olsun onlara sadık kalır. Sezai Karakoç’un şairler için söylediğini biz entelektüeller için kullanalım; “Entelektüelin boynunda bir levha asılıdır: Entelektüel satılık değildir, entelektüel kiralık değildir.”
Siyonist Yahudilere karşı Hannah Arendt’in duruşu böyleydi. Arendt, Almanyalı bir Yahudi’ydi. Nazi kampında yaşadı, Amerika’ya kaçtı, orada akademinin en saygın hocalarından biri oldu. İsrail’de görülen, ünlü Nazi Eichmann’ın mahkemesini, entelektüel bakışla irdelediği için (Eichmann in Jerusalem) Siyonistler tarafından hain ilan edildi. MOSSAD’dan tehditler aldı. Toplum konsolide olmuştu. Kamp arkadaşı olan Siyonistler bile ondan, kategorik bir Yahudi gibi düşünmesini/yazmasını istiyorlardı. O ise entelektüel namusundan geri adım atmadı. Bedel ödemeyi göze aldı, tecrit edildi, yalnız kaldı…
Bir entelektüelin yaklaşımını otoritenin ve toplumun ona karşı tepkileri, yaftalamaları ya da yüceltmeleri şekillendirmez. Çünkü entelektüel sivildir. Sadakat ve tamahkârlık entelektüeli kör eder. Aksine o herkesin kör olduğu zamanlarda gözleri görendir. Gördüklerini körlere anlatma talihsizliği… Entelektüel acı… Edward Said gibi…
Jean-Paul Sartre; ülkesi Fransa, Cezayir’i işgal ettiğinde buna karşı çıkmış, işgale karşı mücadele etmişti. Üstelik bedel ödemeyi, anarşist olmayı göze alacak kadar… O da Fransız goygoycular tarafından hain ilan edildi, hem de savaş sürerken. Neyse ki savaşın başındaki De Gaulle, entelektüelin bir ülke için ne demek olduğunu biliyordu. Öldürülmesini teklif edenleri “Sartre Fransa’dır.” diyerek durdurmuştu.
Örnekleri çoğaltmak mümkün. Ajitasyondan uzak kalmak için tecrit edilen, sürgüne gönderilen, öldürülen onca Türkiye entelektüelini burada saymayacak, onları okuyucunun zihnine/vicdanına bırakacağız.
Entelektüel düşüncenin makûs talihi bugün de aynı. Hele de bizim coğrafyamızda… Yazık ki -ülkemiz de dâhil olmak üzere- Ortadoğu, biteviye krizlerle idare ediliyor ve entelektüel bakış, bu coğrafyada süreğen şekilde hainlikle itham ediliyor.
Fark ettiniz mi, herhangi bir medya ortamında ya da yazılı-sözlü metinlerde muhatap olunan sözün ne dediği değil, sahibinin ‘kim’ olduğu merak ediliyor? Aslında merak edilen onun kategorizasyonu. “Söyle bakalım bizden misin ötekilerden mi?” deniyor. İktidarı mı savunuyor muhalefeti mi, dindar mı kâfir mi, Türkçü mü Kürtçü mü, liberal mi sosyalist mi, İslamcı mı Kemalist mi, sağcı mı solcu mu, yerli ve millî mi, dış güçlerin taşeronu mu, Amerikancı mı Rusçu mu? Entelektüele lüzum yok. Bunlardan biri olma zorunluluğu var herkesin. Yanımızda olmayanı kategorize etmeden anlayamıyoruz. Bir kelimeden, bir davranıştan, bir göndermeden, satır arası okumadan hareketle onlara “Yakaladım seni!” diyor, ifşa ediyoruz. Karşımızdaki sözün sahibi kim olursa olsun, alıp bu kategorilerden birine hapsedince onu çözdüğümüzü düşünüyoruz. Çünkü tanımlayınca “sözünün sözler içinde bir yeri” kalmıyor, dinlemek kolaylaşıyor. Mensup olduğu kategoriyi paket hâlinde onun söz setlerine dönüştürüyoruz. Bizden olmayanlar ne söylese hain, bizden olanlar ne söylese doğru… Körlerle sağırların birbirini ağırlaması kolaylaşıyor.
Biz, sürekli kurtarılması gereken bir ülkeyiz. Bu nedenle entelektüeller yerine hep kurtarıcı lider/ler arıyoruz. Onlar da bizi bitmeyen bir batma heyulasıyla korkutuyorlar. Kurtarıcı olmazsa batacağız. Kurtuldukça değil battıkça inanıyoruz buna ve inandıkça batıyoruz. Kahraman, önder, pir, şeyh, başbuğ, hoca, hazret, üstat, mehdi, Mesih gibi bir sürü sözcük var bunun için. Ulu, velî, büyük, yoldaş, âli, âzam, ekber, aziz, gibi bir sürü de sıfat...
Biraz şüphe duysak fena mı olur? Savunma ve eleştirilerinde kategorik olanları daha az dinlesek mesela. Ne kaybederiz ki? Bize söyleyecekleri yeni bir şey yok nasılsa! Goygoyculuğun, bize dikte edilen mutlak doğruların bizi getirdiği yer ortada.
Ortadoğu’dan bir türlü kopamıyoruz, ezberlerden ve körlükten... Bu nedenle, bir dinciler tarafından sömürülüyoruz, bir faşistler tarafından. İhtiyacımız olan şey, biraz eleştirel düşünce ve entelektüel bakıştır belki. Yanlış anlamayın size yeni bir kurtarıcı teklif etmiyorum, kurtarıcılardan kurtulmak için eleştirel düşünceyi öneriyorum sadece.
Yeni yorum ekle