Âşıklık geleneği, sadece biçimle, dille ve ahenkle alakalı olmasa gerektir. Elbette biçim önemlidir; ölçüler, kafiyeler, mahalli söyleyişler ve musiki bu tarzın olmazsa olmaz özelliklerindendir. Ancak bu şiiri zengin ve kalıcı kılan temel hususlardan birisi de mânâdır. Günümüz âşıklarının çoğunda, irticalen söylenen koşmalarda ve bilhassa nükte gerektiren atışmalarda mânâ önemini kaybediyor. Oysa biçim, lafız ve musiki manayı ulaştırmak için birer vasıtadır.
Verilmek istenen manayı, en güzel, en doğru, en anlamlı şekilde verme çabasında olan âşıklar kalıcı eserler ortaya koyuyorlar. Karacoğlan, Aşık Ömer, Seyrani, Ruhsati gibi bugünlere ulaşan âşıkların eserlerinde hem biçime, hem de mânâya önem verildiğini görüyoruz. Peki, mânâ nedir? Mânâ, ele alınan konudaki derinlik ve tutarlılıktır. Diğer bir ifadeyle, âşığın söylediği şiirinin, kafiyesi, redifi, ayağı, nakaratı, hece sayısı, bend sayısı gibi biçimsel özellikleri, o şiirin sûretini; anlattığı veya işaret ettiği şeyler de mânâyı ifade eder. Denebilir ki, her âşığın söyleyişinde mutlaka bir mânâ vardır. Vardır; ama mânâdan mânâya da fark vardır. Daha doğrusu gerçek mânâ, şiirin iç yüzüdür; kelimelerin arasına sırlanmıştır ve ancak ehli tarafından görülebilir. Bu bakımdan o iç yüz, şiir her okunduğunda yahut ahenkli bir şekilde söylendiğinde yenilenir. Mânâ yenilendikçe de şiir yeni kalır. Karacoğlan’ın hala dinleniyor ya da okunuyor olması, işte bu yenilenme sebebiyledir. Demek ki mânâ, şiirdeki derinlik ve tutarlılığa delalet ediyor.
Sefil Selîmî, yahut asıl adıyla Ahmet Günbulut, biçime olduğu kadar, mânâya da önem veren bir âşıktır. Aslen Şarkışla’lı olan bu bilge şairimizi geçtiğimiz yıllarda beka semtine uğurladık. Uğurladık; “âh edip çırpınan bülbüle dönmüş” âşığı gülüne yolcu ettik. Lakin o söylediği türkülerle, yazdığı şiirlerle aramızdadır. Öyle görülüyor ki, temsil ettiği gelenek içerisinde yarınlara da kalacaktır. Kalacaktır; çünkü onun söyleyişinde, hemşerileri Ruhsâtî ve Veysel gibi geleneğin izlerini bulmak mümkündür. Mesela bir şiirinde “âlem içinde âlemiz” diyor. Âlem içinde âlem olmak fikri, Ruhsâtî’de de Veysel’de de ortaya çıkan bir fikirdir. Siz buradaki âlemi, kâinât, bütün yaratılmış varlıklar, dünya, cihan veya yıldızlar âlemi, kuşlar âlemi, insanlar âlemi gibi varlıkların oluşturduğu topluluklar olarak anlayın ve öylece anlamlandırın, ben ise bütün bu anlamlara ilave olarak her şeyden evvel âlemin âlâmet ve delil anlamına atıfta bulunayım. Evet, âlem, alâmet, emâre, delil ve belirti anlamlarını da ihtiva eder. Nitekim yaratıcının alâmeti ve delili olması sebebiyle kâinata âlem denilmiştir.
Esasen âşıklar irfânî gelenekten beslenerek bir varlık anlayışına ermişlerdir. Bu gelenekte de iki tane âlem vardır; ilki büyük âlem (âlem-i kebîr=makro kosmos) ve ikincisi küçük âlem (âlem-i sagîr=mikro kosmos). Büyük âlem, fiziki gerçeklik açısından, kâinattır, cihandır, dünyadır. İnsan ise, küçük âlemdir. İnsan, bu büyük âlemin içinde, ondan bir parçadır. Ancak metafizik gerçeklikte büyük âlem insandır; insan hayalleriyle, düşünceleriyle, sözü ve davranışıyla kendini kuşatan bir hacme sahip olan dünyaya yön verir, onu değiştirip dönüştürmeye çalışır. Şu halde şair, “âlem içinde âlemiz” derken, şu düşünceleri dile getirmiş olabilir:
Ben bir birey olarak kâinat içinde küçük bir âlemim.
Ben, düşüncelerimle, sözümle kâinatı anlamlı kılan, ona yön veren ve onu etkileyen büyük âlemim.
Her halükarda ben ve içinde bulunduğum bu kâinat Yaratıcı’nın alâmetiyiz. Bu bakımdan ondan bir iz taşıyoruz.
Şair bu hakikati öyle seslendiriyor:
Âlem içinde âlemiz,
Dillere gelen kelâmız,
Her vücutta var sılamız,
Tutamadı, mahal bizi.
İmdi burada kelâm, vücut ve sıla kavramları da çok derin manalar içerir. Bu manaların her birisini burada tahlil edecek değiliz; ne var ki, kelâm, kün (ol) emrine işaret ettiğini ve bu oluşla âlemin varlık kazandığını söylemek de gerekir. Keza sılanın, vücut kelimesiyle olduğu kadar kelam kelimesiyle de ilişkili olduğuna da işaret edelim.
Sefil Selîmî’nin biçimin “şekilciliğe” hibe edildiği, mananın görüntüde kaybolduğu günümüzde, geleneğe bağlı kalarak söze hayat veren ve manayı canlandıran birkaç şairden biri olduğunu görüyoruz. Bu mânâ, tasavvuf düşüncesinin tecrübelerinden süzülerek gelen varlık telakkisine dayanır. Bu gerçeği, onun pek çok şiirinde görmek mümkündür. Fakat bir şiirinde varlığı mânâ ve mahiyetiyle öylesine konu edinir ki, sözün onda iğreti ve ödünç olmadığının, bizatihi idrak edildiğinin işaretidir. Bu hususu özellikle söylüyorum; zira günümüz âşıklarının çoğu, usta söyleyişi taklit ederek mânâya ermek niyetindedir. Oysa mânâ, önce söyleyeni taklitten tahkike ulaştırmalı ve onda varlığa ilişkin gerçek bir idrak oluşturmalıdır. Yunus Emre’nin, “ilim kendin bilmektir” sözüyle sınırları çizilen bu tahkik ve idrak düzeyine varmadan manayı terennüm etmek, onu her söyleyişle yeniden inşa etmek yerine tüketmek anlamına gelir. Bugün, eline sazı yahut kalemi alan âşıkların yaptığı da budur; hep tüketmek, tüketmek.
Mânâya ermek, yola girmekle mümkündür. Ancak yol eri olan âşıklar gerçek anlamda manayı terennüm edeceklerdir; yoksa varlığa ilişkin söylenen her söz, sözü süsleme çabasından öteye geçmeyecek ve mısralarda hep iğreti kalacaktır. Sefil Selîmî bir yol eri midir? Kendisiyle birkaç defa sohbet etmiş birisi olarak bu konuda kesin bir bilgi veremem; ancak söyleyişindeki rahatlık ve içtenlik, onun yol ehli olduğuna işaret ediyor. En azından ustaların izinden gitme çabası içerisinde olduğu aşikârdır. İz sürmek, sanıldığı gibi, taklitçi olmak değildir; aksine, bir esasa bağlı olmanın verdiği rahatlıkla söyleyişte derinleşmektir. Nitekim bir şiirinde şöyle sesleniyor:
Diri miyim ölü müyüm,
Dilimdeki seslenen kim?
Akılsız bir deli miyim,
Gönlümdeki haslanan kim?
Dikkat edilirse burada şair, bizatihi kendi varlığının mahiyetini sorgulayarak, dirilik ve ölümlülük vurgusunu sesle birleştirmektedir. Ses, nefestir. Nefes ise, diriliğin iksiridir. Dilimdeki sesim, diriliğime işaret ediyor. Tamam, konuştuğuma göre diriyim; ama gerçekte bende konuşan kimdir? Bu soruyu soruyorum diye, “Akılsız bir deli miyim?” Hayır, şair deli değil; bizi sorularıyla varlığa ilişkin derin bir manayla buluşturuyor. Nedir o mânâ? Onun cevabını da bir sonraki kıtada kendisi veriyor:
Bakabildiğim her yerde,
Örtmez onu hiçbir perde,
Cahil der ki “Göster nerde?”
Ruhumdaki süslenen kim?
Dilimde seslenen ve gönlümde haslanan, esasen hiçbir perdenin örtemediği ve bakabildiğim her yerde görüp idrak ettiğim mutlak yaratıcı olan Allah’tır. Ben onu her yerde görüyorum; dilimdeki sözü, gönlümdeki duyuşun, bilişin ve sezişin kaynağıdır. Lakin bu gerçeği herkese söyleyemem. Çünkü gördükleri, içlerinde taşıdıkları halde hala “nerede?” diye onu soralar var. Oysa mutlak yaratıcı, ruhumda süslenir, canımda beslenir, köşkümde yaslanır ve her canlıyı her an yoklar ve anlasın yahut anlamasın her insanda rastlanılan yegâne güçtür.
Sefil Selîmî, bir şiirinde “otuz altı yıldır okudum yazdım ama yazdığımdan ibret alan oldu mu?” diye sorsa da onun “söyledikleriyle çok kapılar açan, çok bohçalar çözen” bilge bir şair olduğu ehlinin malumudur. Âşıklık, bu bilgelikte saklıdır. Peki, nasıl erilir bu bilgeliğe? Bu soruyu da kendisi cevaplıyor: “Yanlışı tenkit et, doğruyu ara!” Yanlışı tenkit etmek, yanlışı doğrudan ayıracak bir bilgiye, bir duyuşa ve bir erişe sahip olmakla mümkün olur. Bu da ancak, bir ömür doğruyu aramakla olacaktır. Doğruyu aramak için evvela doğru yerde durmak ve doğru bakmak lazımdır. Doğru yerden bakan, arayan, neyi aradığını bilen ve gerektiğinde tenkit eden ve âlem içinde âlem olduğunun” farkında olan bilge şairimi rahmetle anıyorum.